İslam, Müslüman toplumlarda kadim dönemlerde, imparatorluk yapılarında bütüncül bir ideoloji; istila dönemlerinde, kurtuluş savaşlarının motivasyonu, dinamiği, yakıtı idi (şehadet-cihat). Modern dönemlerde ise, halkı Müslüman olan bazı “Ulus Devlet”lerin idare sistemi/rejimi yapılmaya çalışıldı: “İslamcılık”. Yani çöken Hilafeti-Şeriatı geri getirme veya Kur’an’ı-İslam’ı yeniden hayata geçirme davası.
1. SORUN: TAĞUTLUK, ŞİDDET, İSTİSMAR
Hem kadim dönemlerde, hem de modern dönemlerde, siyasetin ve devlet idaresinin dine dayandırılmasının doğurduğu kaçınılmaz, temel sorunlar vardır. Bu durum, bütün dinler için geçerlidir. Bu sorunlar şunlardır: 1-Kişisel veya kurumsal “Temsil” yolu ile yani dini değer, sembol ve kavramlara (Allah, Kur’an, İslam, Ayet, Hadis…) aleni atıf yaparak Tanrısal gücü arkasına alan siyasi erk, cehaletle birleşen samimiyet veya art niyet ileTağutlaşabilir (Teokrasi). 2- Temsil makamı veya kişi, halkın dini duygularını istismar ederek manipülasyon ile kendine destek veya özel çıkar sağlar. 3- Mutlak hakikate haiz olduğuna inanan/zanneden temsil makamı veya kişi, kolayca zora/şiddete başvurabilir (iç-savaş).
Batı toplumları, Kilise’nin yaratmış olduğu bu tehlikelerden kaçmak için, Tanrı’yı, dini, kiliseyi devre dışı bırakarak, toplumsal olarak sekülerleşmeye; politik olarak da laikleşmeye başlamışlardır. Tanrı, normal olarak: “Bana koşun; Bana sığının” (51/50, 7/200) derken; kitleler, Tanrıdan, kiliseden, dinden kaçmaya başlamışlardır. Bu sonuç, Hristiyan toplumlarındaki kadar olmasa da Müslüman toplumlarda da ortaya çıkmıştır. Bu sonucu doğuran dinsel politik mutlak hakikatçı/dogmatik sürekli “teyit” tarzını, Fransız Filozof Paul Ricoeur şöyle tasvir eder: “Tehlike ise, bu teyit işlevinin sapkınca kullanılmasıyla ortaya çıkar. Tekelci seçkinler (bizim örneğimizde din adamları veya dinci siyasetçiler-İG), bu teyidi sapkınlaştırıp, onu yerleşik politik güçlerin eleştirilmeksizin haklı çıkarımına veya yüceltimine yarayan gizemleştirici bir söyleme dönüştürürler. Bu durumlarda, toplumun sembolleri sabitleşir, durağanlaşır ve bir fetiş haline gelir; bir yalanlar silsilesi olarak iş görür.” (P. Ricoeur, Dilin ve Mitin Poetikası. çev: Elis Simson. Cogito Dergisi. Sayı:56 (Güz-2008). s. 153). “Totalitarizm sorunu, politikada evrensel (mutlak-İG) bir doğrunun ve bilimsel bir söylemin olabileceği yalanında yatar. Politik dilin, aslında basit bir ikna ve kanı retoriği olduğu fark edildiği anda, insanlar, özgürce tartışmayı hoşgörü ile karşılamaya başlar. Popper’ın terimini kullanırsak, “Açık Toplum”, politik münazaranın sonsuza kadar açık kalacağı ve otantik bir dilin koşullarını sürekli sorgulamak ve yeniden kurmak için, o kritik geri adımı atmaya hazırlıklı olduğu gerçeğinin kabul edildiği bir toplumdur” (Ricoeur, a.g.y. s. 153)
Faslı düşünür Taha Abdurrahman ise, “İslamcılık” politikasını, yukarda bahsetmiş olduğumuz tehlikeler açısından şöyle eleştirir: ”…Din ve devlet arasındaki ilişkiyi, dinin siyasi bir yapı olarak görülmesi şeklinde algılayan bu anlayış, din olgusunu, egemenliğe dayalı siyasi yönetime mahkûm etmenin ötesine geçememektedir. Daha açık bir ifade ile, söz konusu anlayış, “siyasi egemenliğin” merkeze alındığı bir yönetim anlayışının, “dini yönetim” (daha doğrusu) dinin yönetilmesinin bir tezahürüdür. Öyle ki, bu şekilde bir devlet yapısı, kendisinin baskıcı ve tepeden inmeci iktidar hedeflerine hizmet edecek şekilde dini hayatın tezahürlerini kullanır ve bizzat taabbudî hayatın ve dini tezahürlerin arkasına yaslanarak, siyasi hedeflerine hizmet etmeyecek ne varsa, bunları devre dışı bırakır. Ya kendi keyfi değerlendirmeleri ve ideolojik yaklaşımı çerçevesinde dini nasları tevil eder; ya da bu hedeflere uygun “fetva”lar çıkarır.” (T. Abdurrahman. Dinin Ruhu. Çev: S. Gündüzöz. İst. 2021. S. 469). “…ister din-adamları zümresinden oluşan dini bir örgütlenme şeklinde olsun; isterse de bir grup siyaset adamından oluşan siyasi bir yönetim mekanizması şeklinde olsun, toplum üzerinde hâkimiyet kurar. Böylece, ilkesel olarak bu anlayış, kamusal alanda ilahi iktidar ve yönetim iddiasında bulunsa da çok geçmeden, bizzat kurdukları yönetim mekanizmasıyla, kendi bağımsızlığını sağlamak suretiyle uluhiyet makamını gasp eder ve çeşitli yasalar ve politikalar vasıtasıyla Tanrı’nın adına dayanarak insanlar arasında hükmünü ve yönetimlerini gerçekleştirmeye çalışır. Bu anlayış, zorunlu bir şekilde dini naslardan istifade etmez. Aksine, daha ilk başlangıçtan itibaren, kendi kafasından pozitif yasalar vazeder…” (Abdurrahman, a.g.e. s. 600-601)
2. ÇÖZÜM: “AHLAKİ LAİKLİK=RAHMANİ SİYADSET”
Kur’an açısından bir amelin/eylemin siyasi, hukuki, iktisadi, ahlaki veya ibâdi olması açısından herhangi bir fark yoktur. Hepsi “Salih Amel” olarak isimlendirilir. Yani doğru, hikmetli, maslahata uygun karar ve eylem. Kur’an göre, Allah, Hz. Musa’yı, Mısır’da Firavunlar tarafından köleleştirilen İbranileri kurtarmak için, “politik” bir misyon ile görevlendirdiği gibi (44/30-31)i; Yahudi kralları Davut ve oğlu Süleyman’ı da adil-ahlaki yönetimlerinden dolayı övmüştür (21/15-38,79-81). Peygamber Hz. Yusuf, Firavun kabinesinde Maliye Bakanı olarak görev yapmıştır (12.Yusuf Suresi). Aynı şekilde, Yunanlı dinsiz filozoflardan Platon, siyaseti hukuk; Aristo ise, pratik ahlak olarak vazetmiştir. Buna karşın, “dinli” (Müslüman) olan Muaviye ve Hristiyan Makyavelli, siyaseti kandırma, kurnazlık, kumpas ve hinlik olarak tanımlamış ve icra etmişlerdir. Bu nedenle, Batı’nın, “Laiklik” ilkesi ile siyaset, iktisat, hukuk ve ahlak alanlarını Tanrı’dan/Dinden koparması, -girişte bahsetmiş olduğumuz haklı gerekçelere/tehlikelere dayansa da- yanlıştır. Bahsedilen tehlikelerin bir kısmından kurtulmuş olunsa da benzer sonuçlar (örneğin totalitarizm, iç-savaş…) başka saiklerden yine doğmuştur.
Benim önerim, maşeri vicdanda makes bulan: “Devletin dini, adalettir” doğru sloganı gereği, “Ahlaki Laiklik” veya “Rahmani Siyaset” tir Bunun anlamı şudur: Samimi dindarlar, Allah rızası, vicdani saik veya cenneti kazanma beklentisi/umudu ile siyaset yaparak “sevap” kazanmak istiyor olabilirler; bu, onların tabii hakkıdır. Yalnız, siyaset yaparken, siyasette dini değer, sembol ve kavramlara aleni olarak atıf yapmayacaklar; kendileri, kanaatlerini dini kaynaklardan beslenerek oluşturabilirler. Ancak kamu maslahatını temine yönelik programlarını, önerilerini, çözümlerini bize makul-mantıklı ve ahlaki bir dil ile getirecekler ve bizi ikna etmeye çalışacaklardır. Çünkü Kur’an’da ve Hadislerde ortaya konan maslahata, makuliyete ve ahlaka dayanan; dogmatik olmayan, gerekçeli ve açık (mübin, hikmet-i baliğa, burhan, beyyine, delil…) bir dildir. Siyaset yapanlar, Tanrı’nın, Kur’an’ın, Peygamber’in, Ayetin, Hadisin veya Şeriatın ve Hilafetin arkasına gizlenmeyecekler; onların adını anmayacaklar; Onları, siyasette kendilerine maske veya payanda yapmayacaklardır. Samimi olsalar bile, siyasette bu kavram, sembol ve değerlere atıf yapmayacaklar. Samimiyet (niyet), dinde “gerek şart” olsa bile; “yeter şart” değildir, ahlâki açıdan hiçbir garantisi yoktur. Samimiyet, cehalet ile birleşince; doğan sonuç, bilerek hainlik yapmaktan doğan sonuçtan bin beter olabiliyor. Biz, sonuçlara bakarız: “İnneme’l-amalu bi’l-Havatım=İşler, sonuçlarına göredir.” de bir “Buhari” hadisidir. Örneğin: Saint Bertelemo katliamında bir gecede 30 bin Protestan, Katolikler tarafından, samimiyetle (“Tanrı rızası” için) katledildiler. Bizim Haricilerimiz de, -Hz. Ali başta olmak üzere- binlerce masum Müslümanı, aynı saik ile katlettiler. Günümüzde İŞİD de, benzer katliamlar yaptı.
Rahmeni siyaset, “Rahman” gibi, yönetirken insanların dinini, dilini, ırkını sormaz. “Zalimlerden başkası için düşmanlık yoktur.”(2/193, 28/28). Asıl olan, adalete dayalı ahlaki sözleşmedir. “Medine Vesikası”ında olduğu gibi: “Yahudiler, Müşrikler ve Müminler, bir toplum oluşturur.”
3-SONUÇ
Hasılı, direniş motivasyonu (Panislamizm) olduğu kadar; bir yönetim/rejim tarzı olarak da II. Abdulhamit ile başlayan “İslamcılığın” son yüzyıldaki macerasından bu dersi artık çıkarmalıyız. Son olarak Türkiye de bu sorunun ceremesini çekmeye başladı. “İslamcı”larımızın –Cemaat-Tarikat ve Siyaset versiyonları-, “Temsil” iddiası ile ortaya koydukları siyaset ve dindarlık performansı, halkımızın bir kısmını dinden soğutmaya başladı. Artık, “Yüzde doksan dokuzu “Müslüman” olan halkımız” cümlesini kuramıyoruz.