İslam Neden Barış ve “Güven” Dini Olmaktan Çıktı?

25.4.2017

İslam, Habil’in kendisini öldürme niyetinde olan kardeşi Kabil’e karşı pasifliği(barışı) seçmesi çizgisini Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler aracılığı ile en fazla adalet(misilleme) çizgisine kayarak sürdürmüş İlahi dinin adıdır: “Eğer cezalandıracak iseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın.”(16/126). Allah’a iman(güven) ve Ahiret’in gerçekleşeceğine(Vakı’a,56/1-2) iman(güven), bu dinin temelidir. “Fani” şeylerden ve kötülüklerden “Allah’a sığınmak”(4/146,50/51) ve “O’nun ipine sarılmak”(3/103) insanın nihai kurtuluşudur. Halk arasında kullanılan: “Duvara yaslanma, yıkılır; insana yaslanma, devrilir; Allah’a yaslan.” sözü, bu hakikati ifade eder. Ancak yine bir işin ve ilişkinin sağlam ve güvenilir olmaktan çıkmasının “Allahlık”, “İşimiz Allah’a kaldı” veya “İnşallah” deyimleri ile ifade edilmesi de son derece manidardır. Oysa Kur’an’da “İnşallah” ve “Tevekkül” kavramları Allah’a karşı sağlam bir güveni ifade ederler. Tevekkülün de zaman içinde Allah’a karşı nasıl “yersiz” bir güvene(Kadercilik) dönüştüğü bilinmektedir.

İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önce “Muhammedu’l-Emin” lakabı ile tanınması, onun “peygamber” olduğuna güveni ve imanı kolaylaştırmıştır. Güven, güvenilen zatın/kişinin dürüstlüğünden kaynaklanır. Yani kandırmamasından. Allah ve peygamberleri kimseyi kandırmamışlardır. Maide Suresi’nin ilk ayetinin ilk cümlesi: “Akitlerinizi/sözleşmelerinizi(anlaşma-söz verme) yerine getirin”dir. Müslümanlar da, “muttaki” oluşları oranında insanlıkta bir güven yaratmışlardır. Allah, Mekke döneminde toplumsal barışı koruyarak İslam’ın yayılmasını istemiştir. Müşrikler, önce Müslümanlar ile “düşmanlık” durumu yarattılar; Medine’ye iltica etmek zorunda kalan müminler ile daha sonra “savaş” durumu ortaya çıktı. Allah da, müminlerin kendilerini korumak maksadı ile savaşmalarına izin verdi. Ancak “Barış”, temel gaye olarak sürekli korundu, savunuldu ve teşvik edildi. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arapların kültürel genetiklerinde var olan kabilecilik ve çapul yapma tutumu, müminler arasında tekrar nüksederek uzun süren “iç savaş” yaşamalarına sebebiyet verdi.

İslam toplumlarının yaklaşık 1200 senesi, dinsel bağlamda ibadet, adalet ve fütuhat ile geçti. 16. yüzyılda Batı’da Rönesans/Aydınlanma ve Reform ile gerçekleştirilen Endüstri/Bilim/Teknoloji devrimi ile bütün yeryüzünün ve insanlığın kaderi değişti: 1-Yaşamın uzatılması ile nüfus arttı.2-Ekonomi, tarım ve ticaretten -teknoloji sayesinde- sanayi üretimine geçti. 3-Sınırsız üretim ve sınırsız tüketim(Kapitalizm) yeryüzüne egemen oldu. 4-Şehirler büyüdü. 5-Mimari farklılaştı. 6-Ulaşım ve iletişim arttı. 7-Hazlar çoğaldı ve insanlar hızlandı(aculiyet arttı; sabır azaldı). 8-Kültürel patoloji olarak depresyon, şizofreni ve narsizm arttı(kibir, duyarsızlık, umutsuzluk, bağımlılık ve yabancılaşma ve nihilizm). Müslümanlar da “insan” olmaları hasebi ile, bu gelişmelerden nasibini aldı.

Batı, kendi içinde yaşadığı din(kilise), ırk, sınıf ve ekonomik paylaşım savaşlarından sonra(örneğin: I. ve II. Dünya savaşları), menfaatin altın kuralı olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini keşfederek “İnsan Hakları”nı geliştirerek kendi evinde(ABD ve AB) demokrasi, laiklik ve kuvvetler ayrımı aparatları ile “Hukuk Devleti”ni kurdu. Avrupa ve Amerika kendi içinde “Hukuk” sayesinde “Barış ve Güven Yurdu” haline geldi. Batı, kendi dışındaki dünyaya karşı “Gavurluğunu(zulüm)” yapmaya dış politikada yer yer devam ediyor. Bunun sebebi, genetik olarak seküler metafiziğin/ontolojinin(“Huzur Metafiziği”-Derrida) varlığı daima dikotomik/ikili olarak kurmasıdır(siyah-beyaz, doğru-yanlış, cevher/öz-araz, pozitif-negatif, barbar-medeni…). Ötekini tanımada bu bakış açısı özürlüdür. İbrahimi monoteist öğreti, gerçekliği hakikatin peçesi olarak görüp “Hareketli Özcülük” ile bu “körlüğü” aşar: Allah, Ahiret, Ahlak.

Modernleşme sürecinde İslam dünyası da dahil, dünyanın büyük bir bölümü önce sömürgeleştirildi. İslam dünyası, seküler ideolojilerle(sosyalizm-kapitalizm) bağımsızlıklarını kazandı. Bu süreçte dindarlara baskı yapıldı ve “İslamcılık”, İslam ülkelerindeki seküler diktatörlüklere karşı bir direniş hareketi olarak gelişti. Batı’nın İslam dünyası üzerindeki askeri-ekonomik ve siyasal baskısı ve yerli diktatörlerin yaratmış oldukları baskılara karşı İslamcı hareketler, Kur’an okuyarak kendi durumları ile “Medine koşulları” arasında bir benzerlik görüp, Allah adına(fisebilillah) ve cennet uğruna(şehitlik) “Kutsal Savaş(Cihat)” adı altında şiddete –hatta teröre- kaydılar(Taliban, El-Kaide, Daiş, Boko-Haram, Eş-Şebab….) Bu yeni koşullarda Medine’deki durum üzerine nazil olmuş şiddet ve savaş içeren ayetlerin okunması ve içselleştirilmesi, ciddi yorum sorunları taşımaktadır. Ayrıca “terör” eylemi yapanların %90’ının “Arap” ve “Kuzey Afrika(zenci)” kökenli olmaları dikkate alınmalı ve bunu itiraf etmek, “ırkçılık” ile yaftalanmamalı. İslam dinine müntesip başka bir sürü etnisite/ırk/dil gurubu mevcut. Ancak bu durum, Müslüman gençlerin şiddete kaymasında Batı ve İslam dünyasındaki bazı yönetimlerin yarattığı baskıyı-ezmeyi ve üzerlerindeki sömürgeci tutumu görmezlikten gelmeyi gerektirmez.

Böylece İslam’a olan “güven” dünyada kaybolmaya başladı; sarsıldı(İslamofobi). Bu güvensizlik ve korkunun oluşturulmasında Batı medyasının “art-niyetli” çabalarının rolünün de olduğunu biliyoruz. Batı toplumlarında giderek yükselen ırkçı ve öteki düşmanlığının, az önce hatırlattığımız “genetik” ile ilişkisi açıktır. Bu güven kaybının, Müslümanlardan gelen dini-teolojik nedeni, -Kitap Ehlinin başına geldiği gibi- aradan uzun zaman geçince Müslümanların Allah’a ve Ahiret’e olan güven(iman)lerinin zayıflaması(57/16) ve inançlarında(teolojik yorumlarında) meydana gelen tarihsel/teolojik kaymalardır(Allah, Kur’an, Sünnet, Kader, Siyaset teorilerinde/teolojilerinde…).

Türkiye’de kendini “yüzyılın iyilik hareketi” olarak tanıtmış, barış-hoşgörü ve “Ilımlı İslam” olarak yorumlayan bir mistik kökenli hareketin(The Cemaat), sonunda “Darbe” yapmaya karar vermesi ve bunu gerçekleştirmeye kalkması, sadece Batı’ya atılabilecek bir suç/günah değildir. “Takiyye” yani “kandırma”yı teolojik olarak meşrulaştırmış müminlerin(Şia-Sünni) “güven” den bahsetmeleri ne kadar anlamlıdır? Bu gerçek, İslam düşüncesinin ve müslümanların kendilerine karşı kendi içlerinde bile “güvenilmez” hale geldiklerinin bir ifadesidir. İslam dünyasındaki mezhep kavgalarını Batı’ya izafe etmeye hiç kimse kalkışamaz her halde. Müslümanların kendilerine karşı dahi güvenleri kalmadığına göre, ilk yapılması gereken iş, Hz. Muhammed’in Medine’de yaptığı veya Batı’da olduğu gibi, güven ortamını din dışı bir saik, direkt “güvenlik” saiki ile bir “Hukuk Devleti” kurmaktır. İman’a dayalı güvenin geri gelip gelmeyeceği –Allah’a değil- kendilerine bağlıdır. İmanlarını önce doğrultup sonra da tazelerler iseler, neden gelmesin?

Kur’an’da Siyasi İktidarın “Hile-Güç İstenci(Tağut)” ve “Hikmet” Olarak İki Farklı Tezahürü

19.4.2017

I

Yahudilerin Firavun krallığından Hz. Musa öncülüğünde kurtarılmaları ve tarihte kendilerinin de Krallık kurmaları, Kur’an tarafından yorumlanmıştır. Yahudilerin Firavun tarafından köleleştirilmeleri ve ezilmelerine müsaade etmeyen Tanrı, onları Hz. Musa’nın politik öncülüğünde Mısır’dan çıkarmıştır. Hz. Musa, Filistin’de peygamber olmuştur. Yahudilerin iki kralını (Hz. Süleyman ve oğlu Hz. Davut), uyguladıkları erdemli siyasetten dolayı da övmüştür. Onlara “Hilafet/Mülk(iktidar)” verilmiştir(38/26, 2/251). Örneğin, Davut nitelenirken onun iktidardaki uygulamalarının adil ve hikmetli olduğu belirtilmiş(2/251); iyi bir hükümdar olduğu kadar aynı zamanda “Zebur”daki ilahileri inşad edecek kadar “içli/mistik” bir şahsiyet(38/17) olduğu vurgulanmıştır. Hz. Davut’un askeri komutanı olan Talut’un ise, hem cüsseli/güçlü, hem de “ilim sahibi” olduğu belirtilmiştir(2/248). Kral Davut ve komutanının mücadele ettikleri “Calut” ise, zorbalık-güç istenci ve hile olarak Tağut’u temsil etmektedir.  Hikmetin karşıtı olan dini-siyasi uygulamalar, salt gücün hileli uygulamaları olarak “Tağut” olarak nitelenip lanetlenmiştir(2/256, 4/67,76). Tağut, “şeytani güçler”, yani istiğna-istikbar, hile ve desise demektir. “Ta-ğâ: haddi aşmak” fiilinden türeyen “Tağut”, ahlaki/vicdani sağduyu-mantık kurallarını aşan özne-nesne demektir. Tanım ve teori gereği olmasa da, fiili olarak Müslüman-gavur ayrımı yapmaksızın herkesin içine düşebileceği ahlaki bir konumdur tağutluk. Uhud Savaşı’na katılmamak için sahte mazeretler ileri sürerek: “Eğer savaşmayı bilseydik sizinle beraber gelirdik” diyen müminleri, Allah: “Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar.”(3/167) diye değerlendirebilmiştir. Tağutluk da, bunun gibidir; yani sadece “kafirler”e has bir ahlaki nitelik değildir. Firavunların bazıları bu sıfatla nitelenebilir. Makyavelli’nin “Prens” adlı kitabında teorisini yaptığı “ahlaklı olmak iyidir; fakat, iktidarda kalmak, iktidarını güçlendirmek ve uzatmak isteyen için işe yaramaz” anlayışı, hile ve gücün birleşmesi olarak “Tağutluk” siyasetidir.

Siyasette “Hikmet” demek, adalete-hakkaniyete dayanan ideoloji ve uygulama demektir. Toplum ile organik ilişki içinde olup zulme müsaade etmemek ve zulmetmemektir. Adalet ilkesi gereği teba/vatandaşlar arasında -Firavun’un yaptığı gibi- etnik veya dini-mezhebi ayrım yapmamaktır. Karşıtı ise, içgüdüsel-istiğna ve güç istenci ile “Yakaladığını zorbaca yakalamaktır”(26/130).  Yani “Polis Devleti” kurmaktır veya hukuksuz/hakkaniyetsiz “Kanun Devleti”, “Parti Devleti” kurmaktır.

İslam Tarihinde İlk üç halife, Hikmet siyaseti uygulamışlardır. Dördüncü halife Hz. Osman’ın yaşlılığı ve akraba düşkünlüğü, onu hikmet siyasetinden uzaklaştırmıştır ve trajik sonunu hazırlamıştır. Muaviye, meşhur hileleri ve gücü esas alması ile “Tağut” siyaseti gütmüştür. Ömer b. Abdulaziz, “II. Ömer” lakabı ile hikmet siyasetine dönmüştür. Emevi ve Abbasi sultanlarını tek tek bu kritere göre değerlendirmek ve takdir etmek mümkündür.

Yirminci yüzyılda Stalin, Mussolini, Hitler, Nasır, “Tağut” siyasetinin örnekleridir. İslam dünyasında Şah Rıza Pehlevi, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek, H. Burgiba, M. Kaddafi…, Tağutluk içeren siyasetin örnekleridir. Başka örnekler de sayılabilir. Kur’an, açıkça bir peygambere “hile yapmak” yakışmaz dediği halde(3/161); bazı Müslümanlar, peygambere atfedilen “Harp hiledir” hadisini delil göstererek, siyaseti de “harp” olarak yorumlayarak “takiyye” yapmayı yani “hile”yi İslami siyasetin parçası yapmışlardır. FETÖ, bunun bir örneğidir. Oysa siyaset, İslami bağlamda Allah’ın Rahmaniyyetinin tecellisi olarak görülmek zorundadır. Yeryüzünde Rahman’a -O’nun adını kullanmaksızın, eylemleriyle- vekalet(hilafet) etmektir. Düşman olunacak olanlar da, -kriter olarak- kendi dininden olmayanlar(gayri müslimler-kafirler) değil; zalim, zorba, katil ve gasıp olanlardır. Hikmete dayalı siyaset, hakkaniyete dayalı uzlaşma; Tağut siyaseti ise, ne pahasına olursa olsun hileciliktir.

Fransız Marxist düşünür Althusser’in geliştirmiş olduğu “organik aydın”, “ideolojik iktidar” ve “iktidarın/devletin ideolojisi” kavramları bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir toplum, kendi organik aydınlarını yaratırsa; onlar, toplumun kültürel kodlarına dayalı olarak -Hikmete dayalı olarak- bir ideoloji üretirler ve devlet, bu ideolojiye göre şekillenir. Topluma yabancılaşmış suni aydınlar ve siyasi elitler ise, devleti hile veya güç yolu ile ele geçirip yukardan aşağıya bir “devlet ideolojisi” pompalamaya çalışırlar. Siyasi ekip, eğer toplum ile uyumlu bir “toplum sözleşmesi” yaratamaz ise, sürekli olarak tepeden aşağıya totaliter ve hileye dayalı “siyaset” yapmaya çalışırlar.

Hz. Yusuf peygamberi Firavun’un kabinesinde “Maliye Bakanlığı”na atamayı uygun görmesi ve Hz. Yusuf’un da bunu kabul etmesi(12/54-56), hikmete dayalı(liyakat ve hakkaniyet) evrensel İslami siyasetin iyi bir örneğidir. Marifet, sadece herhangi bir mezhebin üyelerini kendine bağlamak değil; toplumun tümünü(gayri müslimler dahil) kucaklayabilmektir. Ailede miras dağılımını kılı kırk yararcasına hakkaniyetle dağıtan(feraiz) Allah(4/11-12), kamu kaynaklarının da halka hakkaniyetle dağıtılmasını siyasal erkten bekler/ister.

II

İslam Dini, siyaset ve savaş içinde doğmuş ve büyümüş-gelişimi ve hayatını devam ettirmiştir. Bu dine ismindeki “silm”, “selam” kökünden kalkarak(filolojik bir analizle) “Barış Dini” demek, hilaf-ı hakikattir. Alternatifi “Savaş Dini” demek de yanlıştır. Buradaki kafa karışıklığının birinci nedeni, İbn Haldun’un büyük bir vukufiyetle ortaya koyduğu gibi, Arapların şiddete teşne ve çapul yapmaya müheyya bir toplum olmalarıdır.(İbn Haldun, Mukaddime. çev: H. Kendir. İst. 2004. S 157-211). İkinci etken ise, onuncu yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasına doğru göç eden “Asker Millet” olan Türklerin 11. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının siyasal hegemonyasını ele almış olmalarıdır. Türkler de “Fütuhat” ve “Cihat” ile İslam coğrafyasını genişletmişlerdir. Bu dinin teorik/teolojik gövdesindeki veya tarihindeki şiddeti doğru anlamak için, bu şiddetin ortaya çıkmasında Allah’ın mı yoksa Arapların mı payı olduğunu analiz etmeden İslam barış veya savaş dinidir demenin hiçbir anlamı yoktur. Benim kanaatim, vahiy tarihi boyunca Allah, asla şiddet ve savaş istememiştir. Bunu Kur’an’dan çıkarmak da gayet kolaydır. Ancak, tarihsel toplumsal şartlar, Allah’ı müminleri korumaya itmiştir.

İslam siyaset, askerlik, hukuk, iktisat, din, ahlak… vs. ayrımlarının yapılmadığı bir ortamda bu alanların tümünü mündemiç olarak doğmuştur. Allah, Medine’deki Müşrik ve Yahudilerle yapılan savaşların tüm süreçlerine katılmış, müminlere yardım etmiş, onları savaşa teşvik etmiş, yenilgi durumlarında onları teskin etmiştir. Bütün bir İslam tarihi boyunca İslam’ın siyasetten ayrılmamasının böyle bir Politik gerçeklik tarihi ve teolojisi vardır.

Din, İslam’ın reel politik tarihinde -Kilisenin siyasal tarihi kadar olmasa da-, politik aktörler tarafından ihtiraslarıyla karışık olarak, kendi güç istençleri doğrultusunda ve totaliter eğilimlerinin aracı olarak kullanılmıştır. Avrupa’da “Laikliğin” ortaya çıkmasında böyle bir arka plan mevcuttur. Diğer saik ise, istiğna ve istikbar(heva) saikleri ile Tanrıyı unutma ve hatta onu “öldürme” teşebbüsüdür(sekülerizm).

Türkiye Devleti kurulurken laikliğin benimsenmesinde birinci saikin etkili olduğu, kurucu siyasi-askeri elitin “pozitivist”liği oranında da ikinci saikin etkin olduğu söylenebilir. 1950’lerden itibaren Muhafazakâr siyasetçilerin halkın dini duygularını dikkate alarak siyaset yaptıkları bilinmektedir. Burada belli oranda bir samimiyetin olduğu kuşkusuzdur. Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi, siyaset erbabında din menşeli istismar, totaliterlik ve dogmatiklik eğilimlerinin nüksettiğini de görmezlikten gelemeyiz. Son referandum için propaganda çalışmalarında sayın Cumhurbaşkanımız, 15 Temmuz’da Marmaris’te FETÖcülerin kendisini bulamamalarını Hz. Muhammed’in Sevr Mağarasında saklanmasına benzetmiş ve İktidarı destekleyen İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ise, yazdığı bir yazıda referandumda “Evet” vermenin hükmünün, İslam dinine göre “Farz-ı ayn olan şeylere vesile olan şeylerin de farz-ı ayn olduğu” hükmü gereğince “farz” olduğunu söylemiştir. Her ikisinin de böyle davranmalarının nedeni siyasal sürecin bin dört yüz senedir din olarak algılanmasının tipik bir tezahürüdür. Buradaki sorun, yukarda bahsetmiş olduğum kronik soru ve sorundur.

Kitap Ehlinin maruz kaldığı “yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimseler”(3/188), dinsel olarak “sahte bilinç” halinde olan kimselerdir. Müslümanların, bundan bağışık oldukları söylenemez. Tanrının gözüne girme ve Cennetteki yerini garantilemek için kendinin yüzde yüz Allah ile aynı görüşte olduğunu sanan dogmatiklerin yaratabileceği totalitarizmden ve kendi gibi olmayanları şeytanlaştırarak onlara coşku ile şiddet uygulamanın kıskacından kurtulmak zorundayız. İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durum, böylesine bir “sahte bilinç” manzarası sergiliyor.

Bu kronik sorunun çözümü için benim önerim şudur. Evet, siyasal akt önemli dinî bir unsurudur; ancak din istismarı, dini iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm de din tarihinin ayrılmaz bir unsurudur. Bu sorunu çözmenin yolu, siyasal aktörler dini saik ile siyaset yapabilirler; ancak siyasal söylemlerini dinî(Allah, Ayet, İslam, Şeriat, Kur’an, Hz. Muhammed… vs.) olarak kurmasınlar. Allah’ın ve Hz. Muhammed’in yaptığı gibi akıl, ahlak, vicdan, sağduyu, maslahat, zaruret ve gerekçeli olarak getirsinler. Böylece hem dindarlıklarını icra etmiş olurlar; hem de dinlerin tarihinde hiç eksik olmayan istismar, iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm belalarından kurtulmuş oluruz.

Bir Ülkeyi Bir Kişiye Bağlamak

30.3.2017

Reis, Padişah, Sultan, Kral, Kayzer, Başbuğ, Hakan/Kağan, Führer, Çoban, Halife… siyasal bağlamda tek adam yöneticileridir. İnsanlık uzun bir süre bu modda kalmıştır. İlk defa Batı’da Aydınlanma-Rönesans, Reform ve Fransız Devrimi’nden sonra bu yönetim şekline son verilip Cumhuriyet, Demokrasi ve Meclis/Parlamento kurularak yönetim işi ortak akıl, çoğunluğun kararı, kurumsal akıl ile deruhte edilmeye başlandı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da seçimle gelen Krallar dönemi(Tek Parti Diktatörlükleri) yaşandı. Bunun da kötü sonuçları ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa(Burjuva) demokrasilerinde “Kuvvetler Ayrılığı ilkesi” iyice gelişti ve yerleşti. Bunun da arkasında temelde iki saik-gerekçe vardır: 1-Meşruiyet sorunu: Yani insanlığın bilinci yükseldikçe kendisi hakkında başkalarının(özellikle de bir kişinin) karar vermesinin onuruna ağır gelmesi; mümkün olan oranda kendisi ve ülkesi ile ilgili kararlara müdahil olmak istemesi. Ergin olmamama durumundan çıkma. 2-Tek adamın iki dudağı arasından çıkacak kararların riskini azaltmak. Hayatın, toplumların ve ilişkilerin sofistike hale gelmesi ile karar verme süreçlerini uzmanlaştırma ve çoğaltma. Ehliyet ve liyakate göre, kurumları-kurulları çoğaltma ve özgürlükleri (İnsan Haklarını/Temel Hakları) garanti altına alma.

Arap Dünyasında yakında yaşanan “Arap Baharı”, demokratik olmayan seçimlerle devlet aygıtını elinde tutan diktatörlerin halk ayaklanmaları ile devrilmesini ifade ediyordu. Sonuçları kaos veya askeri darbe ile kapandı. Devrimin başladığı Tunus’ta Demokrasiye geçilebildi. Bunda da Gannuşi’nin baş rolü oynadığı bilinmektedir. Türkiye, 1950’den beri Askeri Vesayetin kontrolünde Demokrasiye geçmişti. Parlamenter sistem ile idare ediliyordu. 1980 Askeri Darbesi ile Cumhurbaşkanının yetkileri sisteme aykırı olarak arttırıldı. İki binlerin başında Muhafazkârların Cumhurbaşkanı seçme girişimine ordu ve seküler siyasetçiler müdahale etmeye kalkıştı; başarılı olamadılar, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Muhafazakârlar da bu duruma misilleme olarak Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini referanduma götürdüler ve kazandılar. Sistem kendiliğinden “İki Başlı” hale geldi. Bu “Ucube” durumu çözmek için de, tekrar başa/parlamenter sisteme dönmek yerine, Cumhurbaşkanını yetkilerini iyice artıran “Başkanlık” sistemine geçmek için referanduma gidiyoruz. Yani Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşından sonra girdiği “Seçimle Gelen Krallık” dönemine biz yeni gidiyoruz. Muhafazakârlar, çoğunluklarına güvenerek hoşlarına giden kendilerinden birini yeni “Padişah/Sultan/Halife” seçmek istiyorlar. Böylece muhalefeti oluşturan (%40) seküler Kürtler(HDP/PKK), Muhafazakâr FETÖ, Seküler Türkler (CHP ve yarı-MHP) ve Aleviler yönetimden -ve de Devlet rantlarından- uzaklaştırılmış olacaklar. Bu, bana göre “riskli” bir yoldur. Yönetemeyen demokrasiye gidiyoruz. “Polis Devleti” olma niteliğimiz artacak: “Yakaladığınızda zorbaca yakalıyorsunuz” (Kur’an- 26/130)

Demokrasi teorisi, son hali ile Avrupa’da “Yönetişim”e evrilmiş durumda. Yani “sandık fetişizmi” Avrupa’da çoktan aşıldı. Bunun da sebebi, yukarda değindiğim gibi, insanların “onur duygusu”nun gelişmiş olmasıdır. Yani “çoğunluk” yönetiminden “çoğulcu” yönetime geçiş. İnsanlar, çoğunluğun (bizdeki adı ile “Milli İrade” miti)kararlarının baskısına veya mahkumiyetine katlanmak istemiyorlar. Kuvvetler Ayrılığı, Denge ve Fren sistemi, Sivil Toplumun yönetime katılması, yerinden yönetim, yerel demokrasi ve radikal demokrasi gibi bir sürü yönetim aparatı geliştirilmiş durumda. Kimlik, artık Avrupa’da devlet eliyle ideolojik-siyasi ajitasyon(propaganda-eğitim) ile değil; internet, kütüphane, çoğul medya, eğitim ve iletişim ile çoğul olarak oluşuyor.

Türkiye’de ise, “İslamcı” total (mutlak hakikat) bir ideolojiden/geçmişten gelerek kendini “Muhafazakâr Demokrat” olarak kodlayıp, buna uygun olarak da on sene iktidarda kalan Ak Partisi, bu yoldan 2010’lardan itibaren çıkarak “Tek adam”lığa doğru iyice yelken açmaya başladı. Partide liderden başka özgül ağırlığı olan ikinci bir şahıs yoktur, kalmadı; müsaade edilmiyor. Liderin Karizması, içeride ve dışarıda derin yarıklar yaratmaya başladı. Omurgalı duruş, dik duruş, kitlenin mücessem tini(Geist) olarak Reis, gururumuzu okşuyor belki; eyvallah. Ancak ben şahsen, -cesaretinden dolayı- tek kişinin aklına mahkûm olmak yerine, Avrupa’nın bin bir badireden geçerek geliştirdiği ve İslam’a da uygun olan(Şura) ortak akılla karar almayı, toplumun tümünü yönetime bir biçimde katmayı tercih ederim: “ ‘Geç geldi’ desinler; ‘geçmiş olsun’ demesinler.”  “Acele işe Şeytan karışır.” Olaylara “vakıf” olmak ve “vukufiyet” kesbetmek(durmak-düşünmek), daima iyidir. Bir ülkenin kaderinin, bir kişinin kaderine bağlanması hiç bir halde istenir bir durum olamaz. Shakespeare’in “Hamlet” adlı Tiyatro eserinde bu bağlılık durumu şöyle tasvir edilir: “Bir kral ölürken tek başına ölmez; bu ölüm, bir girdap gibi çeker götürür ne varsa çevresinde. Koca bir çarktır o; en yüksek dağın tepesinde dönen. Binlerce eklenti-takıntı vardır bu çarkın büyük kollarında. Bu çark bir devrildi mi, o büyük ayrıntılar, o zavallı varlıklar da gürültüye gider. Kral “Ah!” çekti mi, bütün bir halk da çeker.” (W. Shakespeare. Hamlet. Çev: S. Eyüpoğlu. İst. 2016. 94). PKK ve FETÖ tarafından birer kez aldatılma, Suriye, İsrail ve Rusya politikalarında çekilen “Ah!”ları, biz de (80 milyon) beraber çekmedik mi?

Cumhurbaşkanının/Başkanın Tarafsızlığı-Taraflılığı Sorunu Üzerine

13.3.2017

“Tarafsızlık”, Türkçede aynı konuda birden fazla iddianın/davanın bulunduğu durumlarda taraflarca hakkaniyetine/vicdanına güvenilen/razı olunan bir kişinin “hakem/hâkim” olarak atanarak sorunu çözmesi anlamında ahlaki-hukuki bir kavramdır. İslam hukukunda “Kadı”ların görevi bu idi. Osmanlı’da kurulan “Mezalim Mahkemeleri”nin rolü de budur. İslam toplumlarında “Şeriatın kestiği parmak, acımaz” ifadesi, hukukun bu tarafsızlığını ifade eder. Modern toplumlarda “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin geliştirilmesinin esprisi de budur. Yasama ve Yargı, devletin bir parçası olarak tarafsızlığına güvenilmeyen siyasi iktidardan bağımsızlaştırılmak istenmiştir.

Parlamenter Demokratik Rejimlerde siyasette Cumhurbaşkanına, devletin “başı” ve toplumun tümünün “temsilcisi” olarak fazla siyasi yetki verilmeden, hukukta “Hakim”, spor oyunlarında “Hakem”in rolüne benzer bir “rol” verilmiştir.

Türkiye Devleti bir “devrim” ile kurulduğu için, cumhurbaşkanı olarak seçilen kişiler doğal olarak “tarafsız” olamamışlardır. 1980 ihtilaline kadar bu durum devam etmiştir. Ancak ihtilalden sonra Askeri konsey(cunta), hazırlamış oldukları Anayasada cumhurbaşkanına Demokratik Parlamenter rejimlerde rastlanmayan aşırı yetkiler vermişlerdir. Daha sonraları muhafazakâr Ak Parti, parlamentoda çoğunluğu sağlayıp cumhurbaşkanı seçmek istediğinde askeri vesayetli seküler siyasi bürokratik ekip bunu engellemek istedi. Ancak başarılı olamadı ve Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonra da Ak Parti, referandumla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi teklifini hazırladı ve yasa kabul edildi. R. T. Erdoğan, bundan sonra cumhurbaşkanı seçildi. Daha önceden partisinde karizmatik lider olarak sivrilmiş ve partide fiili olarak bütün yetkileri ele almış olan sayın cumhurbaşkanımız, seçildikten sonra yasal yetkilerini sonuna kadar kullanan ve yer yer bu yetkileri aşan bir performans ortaya koydu. Şimdi de bu yetkilerle de yetinmeyerek, “Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı” adı altında siyasi iktidarın yetkilerinin neredeyse tümünü cumhurbaşkanına veren yeni bir yapıya geçilmek isteniyor. Cumhurbaşkanı, iktidar partisinin genel başkanı olarak hükümetin başı ve cumhurbaşkanı olacak.

Sayın cumhurbaşkanımız, bazen geçmişteki cumhurbaşkanlarının “tarafsız” olmadıklarını ileri sürerek; bazen de “tarafsız” olmayı pejoratif anlamda fikirsiz, görüşsüz, kaygısız, hatta ahlaksız anlamında: “Ya, insan nasıl tarafsız olur? Karakteri olan kişi nasıl tarafsız olur?” gibi cümleler ile “siyasi taraf” olmayı meşrulaştırmaya çalışıyor. Demokrasilerde siyasi taraflar yani partiler, ideolojik birer kategori olduğu kadar; aynı zamanda ekonomik saikli kategorilerdir. Bunlardan birinin iktidarı ele geçirmesi, eğer hukuk, sivil toplum, Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi kurumlar olmazsa, muhalefete büyük haksızlıklar yapabilir. Dünyada bunun onlarca örneği mevcuttur. Modern toplumlar hem etnik olarak hem de ideolojik-dini bağlamda “çoğul” toplumlardır. Saydığımız Anayasal kurumlar “tarafsız” olarak işletilemediği takdirde, çoğunluk olanlar (örneğin: Sünni-Muhafazakâr-Türk), azınlık olanları -vaktiyle azınlık olanların çoğunluğa yaptığı gibi- daha kolay bir şekilde kriminalize edebilir. Türkiye’nin özel macerasından bağımsız olarak Parlamenter Demokratik Rejimlerde Cumhurbaşkanlığı, siyasi “taraflılık”ın yaratabileceği sorunları çözmek için hukuktan etkilenerek objektif-temsili bir makam olarak ihdas edilmek istenmiştir. ABD’de uygulanan “Başkanlık” sisteminde de “Kuvvetler Ayrılığı” prensibi gereği, “Yargı Bağımsızlığı” garantiye alındıktan sonra Başkana yetkiler verilmiştir.

Şimdiki Türkiye pratiğinin özel bir durumu vardır. Seküler demokrasilerden farklı olarak cumhurbaşkanımızın “otoriter” bir kişiliğe sahip olmasının yanında(Karizmatik Lider), bu kişiliğini besleyen “son-kesin hakikat”ı temsil ettiğine inandığımız “İslam” dinin bir yorumuna(Sünnilik) olan kuvvetli(kesin?) bağlılığı gerçeğidir. Bu durum, onun “tarafsız”lığının objektif/hukuki kurumlarla yeterince denetlenemediği takdirde, kendi sübjektif “taraflılığı” veya “tarafsızlığı” ile ciddi sorunlar yaratma potansiyeline sahiptir. “Hobbes’e göre bütün egemenliği yöneticiye teslim eden akit, siyasetin ölümünü onaylar.*”

*(Ernesto Laclu, Yapıbozum, Pragmatizm, Hegemonya. Yapıbozum ve Pragmatizm. Derleyen. Chantal Mouffe. Çev: Tuncay Birkan. İst. 2016. İçinde. s 110)

Mutlak Tanrı Tasavvurunun Siyasal Alana Yansıması Olarak Tahakkümün Tehlikesi (Siyasal İlahiyat Açısından Bir Analiz)

16.2.2017

Güç tefessüh eder; mutlak güç, mutlak tefessüh eder”

I
Tanrı’nın varlığı, insanın kolayca kabul ettiği bir husustur. Tanrı’nın varlığını kabul etmenin başlıca iki saiki olduğu bilinen bir şeydir: 1- Korku, çaresizlik, fanilik, ölüm. 2-Minnettarlık, şükran duygusu ve mantıki (nedensellik) çıkarım. Tek bir Tanrıya inanmak ile birden çok Tanrılara inanmak, insanlık tarihi kadar eskidir. Tek Tanrıcılık, insanlığın tekâmülü ile paraleldir. Ancak, çok Tanrıcılık veya putperestlik henüz ortadan kalkmış değildir. Tanrı söz konusu olduğunda esas sorun, onun şahsiyetini, karakterini, kimliğini ve kişiliğini hakkı ile gereği gibi takdir edememektir. Bu da normaldir. Çünkü Tanrı ortalıkta yoktur. Mahiyeti, varlığı aşan (aşkın-münezzeh) olarak Ğayb’dır. İnsanlar, çoğunlukla kendi kafalarına, arzularına göre ona bir karakter yakıştırırlar. Dinler Tarihi, binlerce tek tanrı karakteri tasvirleri ile doludur. Değişik dillerde değişik özel isimleri (Nirvana, Tao, Hoda, Tengri, Yahwe, Allah, God…) vardır. Kutsal kitaplarda Tanrı kendini insanlara anlatmaya çalışmıştır. Ancak bu kitapların bir kısmı (Tevrat-İncil) tahrif edildiği için, oralardaki Tanrı tasavvurları pek güvenilir değildir.
En son Kur’an’da Allah kendini “Esmau’l-Hüsna” tabiriyle (7/180) ifade edildiği gibi -bir kısmı insana ait (Âlim, Basir, Semi’…)- değişik sıfatlar ile tavsif edilmiştir. İslami Kelam (Teoloji) Ekolleri, Kur’an’da varit olan Allah’ın İsim-Sıfat ve fiillerinden değişik Tanrı karakteri teorileri üretmişlerdir. Bunlardan başlıcaları Mutezilenin “Adalet” sıfatına vurgu yapan; Maturidiliğin “Hikmet” sıfatına vurgu yapan; Eş’ariliğin “Mutlak Kudret” sıfatına vurgu yapa; Tasavvufun da mutlak “Merhamet” (Rahman-Rahim) sıfatına vurgu yapan teorisidir. Zamanla bunlardan Eş’ariliğin ve onunla geç dönemlerde sentezlenen Tasavvufun teorileri Sünniliğin “Kader” teorisi ile İslam toplumlarına hâkim olmuştur. Kader teorisi, Allah ile İnsan arasındaki ilişkinin teorisidir. Bu ilişkinin teorik özü, Allah’ın “Hikmetinden sual olunmaz” tarzındadır. Araplarda: “El hayru fimâ vakaa= Her olanda bir hayır vardır.”  Ve Türklerde ise, bir halk deyimi olan: “Allah, insanı (isterse) it eder; kuyruk takar” ifadeleri, bu ilişkinin ahlaki doğasını ele verir. Oysa Allah, Kur’an’da mutlak gücünü Adaleti ve Merhameti ile sınırladığı halde (6/12, 115); Eş’arilikte Kudret/Güç, kayıtsızdır (mutlak); Tasavvufta ise, merhamet kayıtsızdır. Varoluşu bir ölçüye (takdir) göre yaratan Allah (25/2), İnsanlarla olan ilişkisini de ahlaki bir ölçüye göre (sünnetullah,33/38) yürütmektedir. “Allah’ı gereği gibi takdir edememek” (6/91) sadece müşriklerin bir zaafı değildir; muvahhitlerin de aynı oranda muhtemel bir zaafıdır ve insanın özgürlüğü ve ahlak kapasitesi (vicdanının dumura uğraması) açısından alabildiğince tehlikeli olabilir ve İslam toplumlarında filvaki olmuştur da.
İslam toplumunda Emeviler’den itibaren siyasal iktidar, kendini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi addederek (zıllulahi fi’l-ard) toplum ile ilişkisini, Eş’arilikteki Allah’ın insanla olan ilişkisi gibi vazetmiştir (“Hikmet-i Hükumet”, “İrade-i Şahane”, “Büyüklerimiz, daha iyisini bilir”). Buradaki ahlaki sorun iki boyutludur: 1-Siyasal erkin/güç kullanma yetkisinin Tanrı gibi teke indirgenmesi. 2-Yaptıklarından insanlara karşı –Allah’a karşı değil- hukuki-ahlaki sorumluluk duymaması; yetkilerinin sınırlanmaması ve hukuki denetlemenin bir mekanizmasının olmaması, oluşturulmamasıdır. Allah’ı mutlak (kayıtsız) Kudret olarak tasavvur eden Eş’arilik, O’nun insanlara kötülük yapmayacağı inancını içinde barındırır. Ancak sorun, insana ait fiillerin neredeyse tamamının Allah’a izafe edilmesinden dolayı (kader), insanlar tarafından işlenen ve aleni olarak insani düzlemde “kötülük” olarak nitelenen fiillerin de O’na iftira edilmesi tehlikesidir: “Allah’a yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (3/94) Oysa Kur’an’a göre İtikatta Tevhit, siyasette şirk esas olmalıdır: “Onların kamusal işleri (emruhum) aralarında ortaklaşadır (şura,42/38)”. Siyasal düzlemde Tevhit’in tehlikesi, istikrar yaratma avantajı yanında; verilecek yanlış kararların geniş kitleler için doğurabileceği kalıcı ve geniş erimli sonuçlarıdır.
Katoliklikte Kilise; Şiilikte Mehdiyet-İmamet; Tasavvufta Velayet (Gavs-Kutup); Sünnilikte ise Hilafet-Saltanat(onlar kadar olmasa da), siyasal düzlemde bu iki ahlaki sorunla karşı karşıya kalmışlardır. Yani Hikmetinden sual olunmayan Tanrılıktan “rol çalarak” insanlara “Tanrı Adına” adalet-merhamet ile hükmettikleri gibi; rahatça (kendi vehim ve zanlarınca) zulüm de edebilmişlerdir. Siyasal düzlemde eğer siyasi erk (devlet, lider) Tanrıya benzer yetkilerle donatılırsa(bu donatma zorla olabileceği gibi, halkın istemesi/oylaması ile de olabilir), siyasal erkin kendisi veya onun ajanları (bürokratlar-milletvekilleri, partililer…) kolayca Liderden rol çalarak –keyfi olarak- eylemlerde bulunabilirler.  Aristokrasi, Monarşi, Tiranlık ve Totaliter Tek parti rejimleri de aynıdır. Modern Hukuk Devleti, İnsan Hakları, Kuvvetler Ayrılığı, Demokrasi ve Laiklik aparatları, Batıda (kendi evlerinde) işte bu ahlaki sorunları azaltmak için geliştirilmiştir. Batı’nın, kendinden olmayanlara karşı “çifte standart”ı, gâvurluğundan kaynaklanır.
Türkiye, siyasal erkin (devlet-lider) yetkilerini artıran bir Anayasa değişikliği için referanduma gidiyor. Batının yukarda saydığım aparatlarına benzer mekanizmalar geliştiremediğimiz gibi; onları ülkemizde yerleştiremediğimiz için, sorunlarını (Eğitim, Ekonomi, Vatandaşlık (Kimlik-Kürt), PKK, FETÖ…) ortak akıl, kurum ve kurullar ile(şura) çözemeyen halkımız, 15 Temmuz meşum darbe girişiminden sonra umutsuzluğa-kaygıya düşerek mutlak güce meyletmiş gözüküyor. Örnek olarak, D. Bahçeli’nin ani karar değiştirmesi, ancak böyle açıklanabilir: “Bir toplum, içinde bulunduğu şartların çok güç olduğu, daha iyisini bulma ve yapma ümidinin kalmadığı hal ve durumlarda, insanların çoğunluğunun hayallere (Mehdi- Tek-adam. İG) kapılması ve onlara sahip çıkması beklenir. Çünkü gerçeğin bilinmesi, onları daha fazla rahatsız edecektir. Zayıf düşen toplumlar, hayallere en fazla bel bağlayan toplumlardır. Çünkü acı ve çözümsüz gerçeğin onlara kazandıracağı fazla bir şey kalmamıştır.” (E. Fromm. Çağımızın Özgürlük Sorunları, çev: B.Güvenç.İst.1973. s 155) Binaenaleyh, bazılarımız artık her kafadan bir sesin çıkmasını istemiyor; çift-çok başlılığı (akılları) zaaf-kaos olarak görüyor; çatal kazığın çakılması zor diyor… vs. Hikmet, başkalarının durumundan ders almayı ifade eder; Bilgede olsa insan, utanmamalı başkalarından yeni şeyler öğrenmeyi: “Hikmet, müminin yitiğidir.” Hikmetsizlik ise, aynı süreçleri yaşamayı gerektirir.  “Eleştirinin görevi, davayı reddetmek değil; davanın dönüştürüldüğü ideolojinin çarpıklıkları karşısına dikilmektir” (Fromm). “Eleştiri-sorgulama, düşünmenin dindarlığıdır.” (Heidegger)

II
15 Temmuz meşum darbe girişiminde ölen hainler için “Hinler Mezarlığı” oluşturulması istenmişti. Hatta yer tahsisi ve tabelası bile konuldu. Tepkiler üzerine sonradan vazgeçildi. Oysa İslam’a göre “düşmanlık” ölünceye kadardır. Cenaze, yakınları tarafından törenle defnedilmeyi hak eder; sen, katılmazsın. Kâbil, karganın kılavuzluğu ile öldürdüğü kardeşini Hâbil’in cenazesini defnetmişti (5/31). Bugünlerde de, Anayasa değişikliğine “Hayır” diyenler, başbakan ve cumhurbaşkanımız tarafından kendileri ile aynı düşünmedikleri için, PKK ve FETÖ ile “aynı” oldukları ima edilmeye çalışılıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız: “Kişi sevdiği ile beraberdir” hadisini referandum ile bağdaştırabildi. Biri de çıkıp dese ki:  “Evet” diyenler de, FETÖ ve DAİŞ ile aynı dinden ve hatta aynı mezheptendirler; o halde, siz de onlarla “aynı”sınız; Hayırcılar, bir konuda PKK ve FETÖ ile paraleller; siz ise, -dini bağlamda- en az bin konuda onlar ile aynısınız; birkaç konuda farklısınız.” Bu mantık, birincisi ile “aynıdır” ve her ikisi de sakattır, fasittir, mugalatadır. Epistemolojideki anlamı, bir örnek ile “Tümevarım”dır. Oysa bin örnek de bulsanız, cinsin tümünü saymadıkça tümevarım özünde temelsizdir. Bu tutum, bu kişilerin Demokrasiye(hakkaniyete) inanmadıklarının, kendileri gibi düşünmeyenleri kolayca dinsel bilinçaltlarıyla “öteki”leştirdiklerinin yeni bir örneğidir: “…Birilerine (müşrikler) beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta değil.” (5/2)
Bu tutumlar, bana Sophokles’in “Antigone” adlı Trajedi oyununu hatırlattı. Oidipus’un oğullarından Polyeneikes, kardeşi kral olan Eteokles’ten iktidarı almak için, komşuları Argos kralı Andastros ile anlaşarak onu ülkesine saldırtır. Savaş esnasında yaptıkları düelloda birbirlerini öldürürler. Eteokles, devlet töreni ile gömülür. Polyeneikes ise, yeni kral olan dayısı Kreon tarafından vatana ihanetten yargılanarak cesedinin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmak üzere kırlara bırakılmasına hükmedilir. Polyeneike’in kız kardeşi Antigone, ölüye/kardeşine bu muamelenin doğru olmadığına karar vererek ona gizlice bir dini tören yaparak gömer. Bunu haber alan Kral Kreon, bu kızı yani oğlu Haion’un nişanlısı olan Antigone’yi yakalatır ve diri diri bir mağarada ölünceye kadar hapse mahkûm eder. Sahnenin birinde Kreon’ un niçin bu (dini tören yapma) suçu(nu) işlediği sorusuna, Antigone şu cevabı verir: Çünkü Zeus öyle demiyor ve yer altı Tanrılarından Dike, öyle yasalar buyurmadı insanlara. Bir ölümlünün emirleri, tanrıların hatasız, yazıya geçirilmemiş, değişmez (evrensel) yasalarından önemli olamaz. O yasalar, dün ya da bugün yürürlüğe girmedi; ezelden beri vardılar ve kimse bilmiyor nereden geldiklerini; hep var olduklarına göre de, bir ölümlünün emrinden korktum diye, suç işleyemem tanrıların nezdinde. Öleceğimi biliyorum, nasıl bilmem? Ama senin emrinle olmasa da (bu suçu işleyeceğime) bir an önce ölmeyi tercih ederim… Toprağa vermeden bıraksaydım anamın oğlunu, içim paralanırdı. Başka hiçbir şey acı vermez bana. Yaptığıma “çılgınlık” diyorsan eğer; kim bilir, belki de bir çılgındır; bana “çılgın” diyen.” (Sophokles, Antigone. çev: A. Çokona.2017.İst.s 18)
Kral Kreon ve Antigone ile evlenmek isteyen oğlu Haimon arasında bu mevzu ile ilgili şöyle bir konuşma cereyan eder: “ K:Dünkü çocuktan sağduyu dersimi alacağım bu yaşta? H: Söylediklerimden sadece doğru olanları dinle. Yaşlarına değil, yaptıklarına bakılmalı insanların. K:İsyancıları savunmak erdem mi oldu şimdi? H: Aklımdan bile geçmedi kötüleri savunmak. K: Bu kızın yok mu öyle bir kusuru? Thebai halkı bir ağızdan olmadığını söylüyor. K: Nasıl emirler vereceğimi halk mı öğretecek bana? H: Çocukça konuştuğunun farkında mısın? K: Ülkeyi ben mi yoksa başkaları mı yönetecek? H: Hiçbir ülke, hiçbir kimsenin malı değildir. K: Onlara hâkim olanlarındır, ülkeler. H: Çölde güzel hüküm sürerdin tek başına. K: Açıkça kadının tarafını tutuyor bu oğlan. H: Senin tarafını tutuyorum, kendini kadın görüyorsan onu bilmem. K: Terbiyesiz! Sana mı kalmış babanı yargılamak? H: Sadece haksız olduğunu, yanlış yaptığını düşünüyorum. K: Suç mu iktidarın saygınlığını korumak? H: Koruyamazsın onu, tanrıların yasalarını çiğneyerek. K: Rezil herif! Kuklası olmuşsun bir kadının. H: Utanç verici baskılara boyun eğmekten iyidir. K: Bütün bunları, o kadın yüzünden söylüyorsun. H: Senin, benim ve yeraltı tanrıları için de. K: Evleneceğini çıkar aklından; ölecek o kadın. H: Ölürken, ardından birini de sürükleyecek. K: Şimdi de tehdit mi ediyorsun beni?  H: Tehdit etmek midir çarpık düşüncelere karşı çıkmak? K: Düşüncelerinle olmayınca, gözyaşlarınla mı ikna edeceksin beni_? H: Babam olmasaydın, aklı başında değil, derdim senin için. K: bir kadının kuklasısın işte; gevezelik etmenin âlemi yok. H: Sadece sen konuşuyorsun, kimseyi dinlemiyorsun. K: Öylemi? Olympos şahidim olsun; ileri geri konuşup hakaret edemeyeceksin daha fazla bana. Getirin o pespayeyi, nişanlısının önünde alın canını, o da görsün. H: Bunu yapmak nasip olmayacak asla sana. Ne o benim yanımda ölecek; ne de bir daha göreceksin yüzümü. Sana tahammül eden dostlarınla sürdür bundan sonra deliliklerini…” (Antigone,29-30)

www.islamianaliz.com

Kur’an’a Göre Dinde Otorite

1.2.2017

“Şüphe, güven kadar; isyan, itaat kadar -yerine göre-değerlidir”

I-TEORİK ÇERÇEVE

1-Otoritenin Tanımı

Otorite, bir failin, kendine karşı çıkma imkânları olduğu halde eylemde bulunmayan kişiler üzerinde eylemde bulunma ve uzlaşma yapmaksızın eyleme geçme olasılığıdır. Otorite ile eylemde bulunan failin, kendisi karşı etkiye maruz kalmaksızın/değişmeksizin dışsal insani veriyi değiştirmesidir. Otoriteyi doğuran, onu elinde tutanın varlığı değil, nitelikleridir. Otoriteyi töz/cevher değil, yüklemler doğurur. Otoriteyi kuran temel husus, otoriterin, ona maruz kalanlar üzerindeki hayırhah edimi, onların da faile olan borçluluğudur (hakkı). Otorite ve hak arasındaki ilişki, otoritenin yasallığını veya meşruiyetini kurar. Otorite uygulamak, şiddet uygulamayı içermediği gibi, aslında onu dışlar. Otorite, saygıdan doğar, korkudan değil. Güç kullanmaksızın insanların yapmayacakları şeyi yaptırandır otorite. Otoritenin güç/iktidar kullanması (zorlama-cezalandırma), ancak kişilerin özgür ve gönüllü olarak salt hakkaniyet olan kural/yasa ve edimi kabul ettikten, tanıdıktan sonra haksızca (keyfi olarak) ona karşı çıktıklarında “meşru/yasal” olabilir. Salt güce/iktidara sahip olduğu için, muhatapları üzerinde keyfi olarak tasarrufta bulunmak, otorite değil, zorbalık-tiranlıktır. Borçluluk durumunu görmeme (nankörlük/küfür) ve herkesin “lehine” olduğu, gerekçeli olarak açıklanmış ahlaki-hukuki yasaları ihlal etme “suçu” (zulüm), cezayı gerektirir. Yasa/kanun, hakkaniyetsiz/hukuksuz, adil olmayan tarzda zorla/güçle konabilir. İtaati de ancak “zorla/güçle (boyun eğdirilerek)” sağlanabilir; gönüllü ve saygı ile değil.

Bu otorite tanımı, “Tanrı”yı yani O’nun kimliğini, kişiliğini, karakterini oluşturan temel niteliklerdir: Onun üzerinde karşı eylemde bulunma olasılığına sahip olmaksızın, benim üzerimde eylemde bulunabilme olasılığıdır. İnsanlar, Tanrı’yı en yüce otorite olarak tanır ve kendisi gibi fani varlıklara (devlet, parti, para, millet, toplum, sınıf…) ve kişilere de (din adamı, lider, maşuk) –çoğu kez haksız yere- Tanrısal (kutsal) otorite atfeder. Tanrısal otoritede insanın otoriteye karşı çıkması ahlaken mümkün olmadığı halde; insani otoritede bu mümkündür. Yalnız, bu yargı, mutlak anlamda böyledir; Teolojilerin Tanrı tasavvurlarını içermez. Otoritenin var olduğunu belirtmek yeterli değildir; onun varoluşunun nedenini, sebebini, gerekçesini, aklanışını belirtmek gerekir. Otoritenin, kendini ileri sürmesi de, -insani düzlemde- ona karşı gelinmesi de gerekçeli olmak zorundadır. Gerekçenin ve aklanışın olmadığı yerde “Otorite” değil; “zorba/tiran” var demektir. Dinlerde “kendinde” kör-inançların (hurafe) ve eylemlerin ortaya çıkmasının nedeni, en başında otoritenin gerekçesiz olarak, diğer deyimle Tanrı’nın salt-yoğunlaşmış “güç” olarak tasavvur edilmesi ve böyle konulmasıdır.

2-Otoritenin Çeşitleri

Yukarıda yaptığımız “meşru” otorite tanımı, insani düzlemde üç tarzda ortaya çıkar. Dördüncüsü ise zorbalıktır: 1- Babanın veya ebeveynlerin çocuk üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Dünyaya getirme, bakma, koruma, kollama, şefkat-merhamet. 2- Reisin reaya/halk üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Bilgelik, öngörü, kehanet, koruma, kollama. 3-Yargıcın Otoritesi. Gerekçe: Adalet, hakkaniyet. 4- Efendinin köle üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Risk alma, zorbalık. Birinci teoriyi, Hıristiyan teologlar; ikinci teoriyi, Aristoteles; üçüncü teoriyi, Platon; dördüncü teoriyi ise Hegel, yegâne “meşru” otorite olarak savunmuşlardır. Ölü atalar, yaşlılar ve geleneğin yaşayanlar üzerindeki otoritesi, yazarın eseri üzerindeki otoritesi birinci tarza; yönetici, patron, kurmay, hoca, uzmanın… otoriteleri ikinci tarza; hakemin, senatonun, müfettişin, din adamının, sansürcünün… otoritesi üçüncü tarza; aristokratın, askerin halk üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki, galibin mağlup üzerindeki otoritesi, dördüncü tarza örnek olarak verilir. Efendinin köle üzerindeki otoritesi, insanın hayvan ve doğa üzerindeki otoritesine benzer. Şu farkla ki, doğa ve hayvan, insana bilinçsizce zorunlu olarak boyun eğerken; köle, efendisine bilinçli (korkusundan) dolayı, zorunlu olarak boyun eğer.(1)

II-UYGULAMA: KUR’ANDA OTORİTE

1-Allah’ın Otoritesi

Tanrı’nın otoritesi, Tevrat’ta yukarıda saydığımız otorite çeşitlerinin tümünü birden içerir. Tanrı Yahwe; aynı anda Baba, Reis, Yargıç ve Efendidir. “Orduların Rabbi” olan Tanrı, öfkesi hemen “alevlenen” (Yeşu-7/1) bir Efendidir. Yahudi olmayanlara karşı tavrı “Galip” in mağlup üzerindeki otoritesi gibidir. İncil’deki “Göklerin Kıralı” ise, ağırlıklı olarak “Yargıç” ve siyasal “Reis” olmaktan vazgeçmiş bir “Baba”dır. “Göklerdeki Babamız”dır. Kur’an’a geldiğimizde Allah, Halik (Baba), Melik (Reis), Hâkim (Yargıç) ve Rabbdir (Efendi). Yalnız “Efendi(Rabb)”ye zorba anlamı yerine, insanlar ile olan din ilişkisinde “sahip ve mürebbi”; “Abd”a da, “insan” anlamlarını vermek koşulu ile. O, yerlerin ve göklerin, insanların, hayvanların… Rabbidir. İradeli/özgür insanlar üzerindeki tasarrufu ahlaki-hukuki “Misak(sözleşme)” ve “Ahit/akit” iledir; gerekçelidir. Kur’an’da Allah ile insan arasındaki din ilişkisinin “Rabb-Abd” ilişkisi olarak ifade edilmesi, yukarda tasvir ettiğimiz otoritenin insani düzlemdeki “Efendi-Köle” içeriğinden ziyade, Araplarda mevcut olan sosyoloji ve sosyal bilincin hazır bulunuşluluğunu, iletişim olarak kullanmadır. İnsanlıkla olan genel ilişkisi, ahlaki-hukuki (siyasi) bağlamda “Velayet/Dostluk-Adavet/Düşmanlık” ilişkisidir(2/ 98,257; 6/51, 4/45, 8/60…)

a) Halik (Baba):

Yerin, göğün, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıcısı Allah’tır. O, kâfir-mümin ayrımı yapmadan herkesi rızıklandırır. Rahmandır, Rahimdir. Her şey, varlığını ona borçludur. Bu in’am, ihsan, ikram, inayet, rahmet karşılığında ergin/yetişkin insanlardan, yaratılışlarında kendilerine verdiği vicdan kabiliyeti ile bu iyiliğin karşılığı olarak kendinin şükran duygusu ile keşfedilmesini(iman) ve saygı gösterilmesini(ibadet) beklemektedir. Bu durumu takdir edemeyenler, zalim ve nankördürler(kâfir).

b) Melik (Reis):

Rahmeti gereği, insanları eğitmek için tarihin bir döneminden sonra bazı halklara peygamberler gönderip, onları ekstradan eğitmek(hidayet) istemiştir. Onların başıboş, sorumsuzlukla kendi kendilerine icat ettikleri “dinsellik”lerin (şirk) yanlışlığını ortaya koymaya çalışmıştır. Bilgeliği gereği ve halkların geleceğinden sorumluluk duyarak vahiyleri ile onları uyarmıştır. Kendine, uyarılarına ve peygamberlerine isyan edenleri de cezalandırmıştır (helak tarihi). O, “Meliki’n-nas”tır(114/2). Allah, kendini son vahyinde Araplara bir Bilge Kral(Melik-Reis) olarak tanıtmıştır. O, Hikmet sahibi, Rahman, Rahim, Afuvv, Ğafur, Adil, Cabbar, Zu-İntikam ve Kahhardır (Merhametle Yoğrulmuş Adalet).

Müslümanların Mekke ve Medine dönemlerinde karşı karşıya kaldıkları politik durumlarda mazlum-mağdur ve hakkaniyetli pozisyonlarını sürekli desteklemiş, onları cesaretlendirmiş, mücadeleye-savaşa teşvik etmiş, onların yanında olmuş, onları kendi taraftarları (Hizbullah,5/56) olarak görmüş ve Yahudi-Müşriklerden oluşan karşı/düşman tarafı kendine de “düşman” olarak bellemiştir (8/60). Düşmanlaştırmayı, “küfür” üzerinden değil; “zulüm” üzerinden yapmıştır (60/7-9). “Bedir” savaş planını yapmış (8.Enfal suresi), savaşta müminlerin safında yer almıştır. Haddi aşma eğilimleri karşısında da müminleri sürekli uyarmıştır (2/194, 231; 5/2). Nankör (kâfir) ve zalimlere karşı “sert/adalet” sıfatları aktifleşirken; mümin ve adillere karşı merhametle yoğrulmuş adalet sıfatları işbaşında olmuştur. Kur’an’daki ve erken dönem İslam tarihindeki şiddeti (kıtal-cihat-cehennem tasvirleri-iç-savaş), Arapların cahiliyyeden-çölden gelen (Ficar Savaşları) antropolojik doğalarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Allah’ın aslî “din” davasının barış/sulh-selamet olduğu Kur’an’da gayet açıktır (3/186, 42/43, 4/128, 5/28).

c) Hâkim (Yargıç):

Allah, İnsanların kendisi ve birbirleri ile ilişkisinde Adalete riayet etmelerini istemektedir. Merhamet, Allah’ın insanlar ile ilişkisinde kendinin bir erdemidir. Mutlak gücünü Adalet ve Merhamet ile sınırlandırmıştır. Ancak merhamet, Kur’an’da İnsanların birbirleri ile ilişkisinde sadece bir defa tavsiye edilmiştir (90/17). İnsanlar arasında esas olan adalettir. Yeryüzünde adaleti insanların temin etmesini istemektedir. Dünya hayatı “zorunlu” olarak adalet üzerine kurulmamıştır; Adaleti insanlar gerçekleştireceklerdir: “Adaleti ayakta tutanlar olun” (4/135, 5/8). İnsanların “denenmesi”nin esas muhtevası, konusu budur. Adaleti gerçekleştirenler, Ahirette adalet ile yargılanıp, hak ettikleri ceza (cehennem) ve ödülü (cennet) kazanacaktırlar. Orada kimseye zerre miktarı haksızlık edilmeyecektir.

2- İslam Kelamında Allah’ın Otoritesinin Halleri

a) Mutezile

İslam Kelamında Allah’ın otoritesi üzerine ilk düşünenler Mutezile kelamcılarıdır. Onların “Beş Esas”ından ilk ikisi Tevhit ve Adalettir. İkisi de Tanrı’nın otoritesi ile ilgilidir. Onlar, Allah’ın otoritesini Yargıcın otoritesi (Adalet) ve Reis/Melik’in (Tevhit) otoritesi başta olmak üzere Babanın (Yaratıcı) otoriteleri bağlamında temellendirmişlerdir. Allah’ın insana güç yetiremeyeceği şeyleri (sorumluluk) ahlaken teklif edemeyeceği ve insanlar için en iyi/adil olanı (Aslah) yaratmak zorunda olduğu ve İnsanların Ahirette karşılaşacakları durumun, dünyadaki hak etmeleri (İstihkak) sonucu olacağı… görüşleri, onların teorisinin “Yargıcın otoritesi” olduğunun kanıtıdır. Buradaki “zorunluluk”ların ontolojik değil; ahlaki olduğuna dikkat etmek gerekir. İnsan, fiillerinde özgürdür. Ahlaki iyi ve kötü, Tanrı’nın buyruğu ile değil; kendiliğindendir ve insan aklı/vicdanı tarafından görülebilir. Vahiy/Tanrı, sadece iyiliği destekler; kötülüğü köstekler. (Kadı Abdulcabbar, Şerhu’l- Usili’l-Hamse, 1988, Kahire, s. 301vd.)

b) Eş’arilik

Eş’arilik, Mutezilenin tam tersine, Allah’ın otoritesini, “Efendi”nin otoritesi olarak teorileştirmişlerdir. O, “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i Mutlak, Mürid-i Mutlak ve Âlim-i Mutlaktır. Fiillerinde asla bir “gerekçe” aranmaz. Bir şey veya bir eylem, Allah ona “iyi” dediği için iyi; “kötü” dediği için de kötüdür. Fiiller ve şeyler kendi zatlarında “iyi” veya “kötü” olamazlar. O’nun adaleti, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesidir. Ahirette isterse kâfirleri cennete, müminleri de cehenneme koyabilir. Cennete ve cehenneme “istihkak” ile değil, Allah’ın dilemesi ile insanlar oralara gider. İnsanın fiillerinde bir dahli/payı yoktur. Allahtan başka fail, Allahtan başka yaratıcı yoktur. İnsan, görünürde hür; aslında fiillerine zorlanmıştır. İnsanların cüz-i iradeleri Allah tarafından yaratılmıştır… (Ebu’l-Hasan el-Eşari, Kitabu’l-Lum’a, Kahire, 1975, 47 vd.)

c) Maturidilik

Maturidilik, Allah’ın otoritesini, “Reis”, “Yargıç” ve “Baba”nın otoritesi olarak temellendirir. Onlar, Allah’ı “Hikmet” sıfatı ile açıklarlar. Allah’ın bütün fiilleri bir maksada, maslahata, hikmete dayanır. Onlar da Mutezile gibi, Allah’ın insanlara güç yetiremeyeceği tekliflerde bulunmadığını ve Allah’ın hikmetinden sual edilebileceğini savunmuşlardır. İnsanın özgür iradesini ve sorumluluğunu savundukları gibi, aklın kendi başına iyi ve kötüyü bulabileceğini de savunmuşlardır. (Ebu Mansur el-Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, çev: B.Topaloğlu, 2002, Ankara, 22vd.)

d) Tasavvuf

Tasavvuf, Kelamda Eş’ariliğe bağlı olarak, Allah’ın otoritesini “Efendi” ve “Baba”nın otoritesinin karışımı olarak savunmuşlardır. Yargıcın “Hukuki” otoritesini önemsemedikleri gibi; Reisin “Siyasal” otoritesini de önemsememişlerdir. Hristiyanlığa yakın olarak “Baba”nın koşulsuz merhametini ve “Efendi” din mutlak (koşulsuz) hâkimiyetini, yani “Kaderciliği” savunmuşlardır. “Vahdet-i Vücut” teorisi, oluşun tümünün Allah’ın tekvini iradesinin bir tecellisi olarak “Efendi”nin otoritesini perçinler.

3) Otoritenin Aktarımı:

Otorite kalıtım, seçim ve atama yolu ile intikal eder. Otorite, özünde kişiye bağlı değildir. Onu temsil eden kişiler, onu cisimleştirir, gerçekleştirir, ona maddi dayanak sağlar. Bunun sebebi, otoriteyi doğuranın, onu elde tutanın varlığı değil; edimleri veya nitelikleridir. Otoriteyi kuran fiil ve nitelikleri taşıyan herkes, otorite olur. Otorite, Tanrı da mutlak/mükemmel olarak bulunurken; ondan intikal ettiği şahıslarda mükemmel olmamaları hasebi ile azalır. Peygamberler, atama yolu ile otoriteye sahip olurlar. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği önerileri halka duyurur (Elçilik) ve o önerilere uygun, onlarla çelişmeyecek önerilerde veya eylemlerde bulunmak zorundadırlar.

a) Hz. Muhammed’in Otoritesi:

“Hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”(4/65) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere itaat edin. Her hangi bir şeyde ihtilafa düşerseniz, -Allah’a ve peygambere inanıyorsanız- onu, Allah’a ve resulüne arz edin.”(4/59). “Kim, peygambere itaat ederse; Allah’a itaat etmiş olur.”(4/80).

Hz. Muhammed, fani bir insan olması hasebi ile kararlarında yanılabilir. Nitekim bazı kararlar, Allah tarafından kınanmış ve düzeltilmiştir(9/43, 17/74, 80/1-10). Hz. Muhammed’e devredilen otorite “Reis” ve “Yargıç”ın otoritesidir. Elçi(peygamber) olarak vazifesi: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle, en güzel tartışmalarla insanları çağırmaktır”(16/125). O’nun vazifesi, “hatırlatmadır; zorbalık yapmak değil.”(88/22). Müminler topluluğunun politik Reisi olarak öndeyilerde bulunmuş, risk almış, stratejiler yapmış ve savaşmıştır.

Hz. Muhammed’in canlı şahsına (peygamber, Reis ve Yargıç olarak) aktarılmış bu otoritenin, onun ölümünden sonra gelecek müminlere müteaddiyeti (geçişkenliği), yani onun Hadislerinin ve Sünnetlerinin metaneti ve bağlayıcılığı Fıkıh Usulünde derin bir tartışma konusu olmuştur. Ahmet İbn Hanbel ve İmam Şafii, Hadis ve Sünnetlerin tümünün, bir kere ve bütün zamanlar ve insanlar için -Allah’ın otoritesi gibi- kesin bağlayıcı olduğunu savunmuşlar; İmam Malik ve Ebu Hanife ise, hükmün doğasına göre bazılarının bağlayıcı, bazılarının ise bağlayıcı olmadığını ileri sürmüşlerdir. Mutezile de bu kanaatte olmuştur.

Hz. Muhammed’in Allah’tan devraldığı “Reis”in otoritesi yani politik otoritesi, Sünnilikte Kureyş kabilesine aktarılarak rutinleştirilmiş; Şia’da “veraset” yoluyla “Ehli Beyt”ine intikal ettirilerek “imamet” kurumuyla sürdürülmüş; Haricilerde ise “Yargıç”ın otoritesi olarak algılanıp sürdürülememiştir.(2)

b) Ulemanın Otoritesi

“Ulema-i Beni İsrail” (26/197), “Ehlu’z-zikr”, (16/43), “Rasihûne fi’l-ilm”(3/7), “Rabbâniyyûn/Ahbar” (5/44, 63) ifadeleri, Yahudilerde otoriteleri Tanrı tarafından onaylanmış “ulema”ya tekabül eder. Bu otorite, “Yargıç”ın otoritesidir. Kur’an’da da “olayları değerlendirip hüküm çıkaracaklar” (4/83) ve “din konusunda derin kavrayış sahibi olanlar (9/122) ifadeleri, Kur’an’ın veya dini muhtevalı olguların yorumlanmasında dürüst ve uzman kişilere bir otoritenin aktarıldığını gösterir. Bu otoriteyi hakkı ile taşıyamayan (5/63) Yahudi âlimleri, “Kitap Yüklü Eşekler”e benzetilmiştir. (62/5) Ulemanın otoritesini gerekçelerinin makuliyeti, mukniliği, hakkaniyet ve maslahata uygunluğu ve delillerinin gücü belirler. Taşımak zorunda oldukları ahlaki nitelik (muttakilik) de eklenmeli.

c) Ümeranın/Yöneticilerin Otoritesi

“Ulu’l-Emr minkum= sizden sorumluluk sahipleri” (4/59, 83) ve “Emanete ehil” (4/58) ifadeleri, kamusal (politik-hukuki-iktisadi) sorunların çözümünü, ehliyet ve liyakat yani “nitelik/yüklem” olarak taşıyan kişilere de bir otoritenin intikal ettiğini gösterir. Buradaki otorite, Reisin ve Yargıcın otoritesidir. 3/159 da Hz. Muhammed’e kamusal sorunların çözümünde bir “otorite” olarak müminler ile “istişare” etmesi emrolunmuştur. 42/38 de ise, direkt müminlere kamusal sorunlarını kendi aralarında “danışma-oydaşma/ortak akıl (şûra)” ile çözmeleri istenmiştir. Bu ifade, otoritenin, çoğunluğun “seçimi/oylaması (icma)” ile de oluşabileceğini ifade etmektedir. Seçimde “Otorite”, seçenlerin “çok”luğundan izafi olarak kaynaklandığı gibi; seçilenin (ilkenin-çözümün) yüklem oluşu yani niteliğinden (doğruluğundan) da kaynaklanabilir. Çoğunluğun ortak iradesi, zorunlu olarak her zaman “doğru/hakkaniyet/adalet” olmayabilir. Şiilerin iddia ettikleri gibi, Allah’ın Otoritesi, Hz. Muhammed’in “veraset”iyle onun çocuklarına (Ehl-i Beyt) intikal etmiş değildir (imamet). Sünnilerin iddia ettiği gibi, -“İmamlar (Halife/Yönetici), Kureyştendir” hadisi(?) ile- onun otoritesini cahiliyeden gelen Kureyş kabilesinin karizmasına intikal ettirmek de mesnetsizdir. Bu iddia, düpedüz kabileciliğin onaylanmasıdır. Oysa Müslüman kimliğin kurucu unsurları, iman ve salih ameldir. Dolayısıyla, İslam’da herhangi bir “Teokratik” veya “Aristokratik” otorite oluşturma yolu yoktur. Yöneticiler, otoritelerini ahlaki “nitelik”lerinden ve eylemlerinin ahlaki “yüklem”lerinden alırlar. Otoritelerini kullanma, tenfiz yetkilerini de, Tanrı’dan değil; halkın teveccühünden (seçim-oylama-şûra) alırlar. Zulüm işledikleri takdirde de, halkın itaat etme sorumluluğu kalkar; kendileri de otoritelerini (meşruiyetlerini) kaybederler.

d) Vicdanın Bireysel Otoritesi ve “Ezeli Misak”

d.1) Yaratılışta İnsana Verilen Vicdan(İlahi Ruh) Kapasitesi

Yaratılışta Allah insana kendi ruhundan üflediğini söylemektedir (15/29). Başka bir yerde de insan yaratılınca ona “kötülük yapma ve ondan sakınma kapasitesi”nin verildiği belirtilmektedir (91/7-8). Bu her iki ifade de, otoritenin kaynağı olan ahlaki “nitelik” ve “hüküm/yüklem” kapasitesi olarak “Vicdan”ı kastetmektedir. Tanrı’nın Yaratıcılığı dışındaki insanla ilişkisinde onun fiillerini de nitelik ve yüklem olarak “otorite” olmaya layık kılan ve onu keşfeden kapasite vicdandır. Vicdanı yaratan Tanrı’dır; ancak, Tanrının kendisi de vicdan tarafından keşfedilir ve o vicdan terazisinde tartılır. Kendini Kur’an’da bu terazide tartarak bize sunmuştur. Şirke karşı “Esmau’l-Hüsna” ile Tevhit’in savunması, vicdan ile yapılmıştır. Tanrı ile insan arasında bir “ilişki” olarak din, bir metafor olarak “Ezeli Misak” ile kurulmuştur. Tanrı, insana bahşettiği sonsuz nimet, lütuf, ihsan, ikram, rahmet karşılığında insanın üzerine düşen minnettarlık, şükran (iman-ibadet) sorumluluğunu yerine getirmesi için: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye insan vicdanına bir soru sorduğunda; insanların ruhu/vicdanı da: “Tabiiki Rabbimizsin” demişlerdir (7/172). Peygamberler ve onların gönderildiği kavimler ile de din ilişkisi, “misak/sözleşme” ilişkisi olarak devam etmiştir (2/27, 3/81, 4/21, 5/70…) Vicdan, insanın içinde yaratılışta verilmiş potansiyel bir nitelik ve ahlaki hüküm/yüklem oluşturan “öz/lübb” dür. Bu özü aktifleştirenler, “Ulu’l-el-bâb”dır (2/179, 3/190, 13/19,3 8/43…) “Basiret”, vicdanın diğer adıdır: “İnsan, mazeretler ileri sürse de; basireti, kendini bilir.”(75/14-15).

d.2) Görme-İşitme Olarak Vicdan

Vicdan kapasitesi, Kur’an’da görme ve işitme duyuları ile de mecazi olarak ifade edilmiştir. Tanrı’nın doğadaki “ayet”lerini (Güneş sistemi, Dünya ve içindekiler) görenler ve O’nun vahiy olan “ayet”lerini işitebilenler, can kulağı ile dinleyenler, vicdanlı insanlardır. Görme ve işitmeleri ile vicdanları keskinleşir. “Onlar, sözleri dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18). “Kur’an okunduğunda susun ve dinleyin ki, size merhamet edilsin (ilham gelsin İ.G.)” (7/204) Doğal olaylara ve şeylere işaret edip de “Görmüyor musunuz…?” diye başlayan yüzlerce ayet vardır.

d.3) Kalp (Lübb-Fuad)/Akıl ve Düşünme-Hikmet

Kur’an’da dini bağlamda düşünmenin faili vicdan anlamında “Kalp/Fuad”dır. İnsanın mantık ve ahlaki duygulanım kapasitelerini birlikte ifade eder. Dini aktın gerçekleşmesi için düşünme (tefekkür, taakkul, tedebbür, tezekkür, tafakkuh) olmazsa olmazdır. Taklit, atalara körü körüne inanç ve bağlılık otorite olarak reddedilmiştir. Böyle düşünme “Hikmet” olarak isimlendirilmiştir. Kur’an’daki düşünce “Hikmet-i Baliğa=Hikmetin Doruğu”dur (54/5). “Kime “hikmet” verilmiş ise; ona çokça hayır verilmiştir.” (2/269). Vahiy/peygamber, ancak vicdanı “diri” olanları hidayete erdirir (36/70). Akıl, Arapçadaki zapt (hafıza), rapt (bağlama), keff (çekinme) ve fark (ayırma-furkan) anlamları ile Latincedeki “Cause”, “Logos” veya “Ratio” (nedensellik) anlamlarından farklı olarak; fiziksel/ontoloji/doğal (mantık) bağlamında değil; daha ziyade, ahlaki-dini bir anlama/yorumlama içeriğine sahiptir. İman ve salih ameli doğuran bu aklın otoritesidir. Kur’an, “Bilim”den (gerçeklik/vakıa-gerçek olmayan) değil; “İlim”den (hakikat-batıl) bahseder. “Tohumu çelik olanın, meyvesi olmaz.”

4- Reddedilen Otoriteler

a) Nefs’in/Heva’nın (Egonun-Arzuların) Otoritesi

Burada yapacağımız tahlil, insanın biyo-psişik yapı bütünlüğünün en temel unsuru olan içgüdülerinin veya arzularının kategorik reddi değildir. Çünkü bunlar, insanı hayata bağlayan temel unsurlardır. İçgüdülere kök söktürme veya nefsi öldürme, Kur’an’ın değil, ancak bazı Mistik/Tasavvuf hareketlerinin dini davasıdır. Bunun yerine, insan olmanın en temel diğer bir yapı özelliği olan vicdanı ve ahlaki doğasını aktüelleştirmesini engelleyecek tarzda bu arzu ve içgüdülerin taşması ve bütün benliği kaplaması kritik edilecektir. Çünkü bir yabancılaşma süreci olarak bu durum, insanın kendine ‘self/nefs’ anlamında ahlakî/tutarlı, bütünlüklü bir benlik/kendilik inşa etmesini engeller.

İnsanlar günlük ilişkilerinde bu ilişkilerini değerlendirirken veya şahit oldukları insanlık durumlarını değerlendirirken genellikle ‘kendinin o eylemi kendisiyle rastlantısal özel ilgisinden -kendi özel koşullarıyla ilgisinden- dolayı değerli-değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar. Bu, bir eylemin onu değerlendirenle ilgili sonuçları açısından değerlendirilmesidir. Eylemin değerlendirene sağladığı yarar ya da yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir… Değerlendirmede ilk adım –yani eylemin nedenlerine bakma- atlanarak, o eylemin değerlendiren için rastlantı sonucu doğurduğu yarar ya da zarar, yani eylemin dolaylı bir etkisi, değerlilik ölçüsü olarak kullanılır. Bir özel değer yargısında bulunulur; sonra da bu özel değer yargısı, eylemin özelliği olarak –“değeri” olarak- eyleme atfedilir’. (3) Ali Şeriatî de, insanın özgürlüğü ve ahlaki yaratıcılığının önündeki dört “zindan”dan (diğer üçü doğa, tarih ve toplumdur) en güçlü ve aşılması en zor olanını “Ego” olarak niteler. İnsan doğa, tarih ve toplum zindanlarından kritik düşünce ile çıkmayı başarabilse de, ego zindanından kurtulması oldukça zordur. Bu durumda insan: “Kendi”m dediğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ‘ben’ (vicdan. İG) olduğunu algılayamamaktadır; salt ve genel bir insanı, ’kendi’ olarak algılayabilmektedir.’(4)

İnsanda yerleşmiş, tabiatının en temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü, iştiha ve kuvvetli arzular, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir.(48/14, 7/176, 25/43, 23/71…) İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu dış duvarın içeriye doğru aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini şuurda norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.”(2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: ‘Senin ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.’(11/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve arzuların(heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklîleştirilmesi (hesabilik) ve toplumsallaştırılmasıdır (Araçsal akılcılık). Hevanın karşıtı hakikattir. Hakikat yerine hevanın kültür, yaşam tarzı veya dünya görüşü haline gelmesinin sonucunu Kur’an şöyle tasvir eder: ‘Eğer hakk, hevaya tabi olsaydı gökler, yer ve ikisinde bulunanlar bozulur giderdi.’(23/71)

Hesapsız çıkarlar, tutkulu arzular veya azgın güdüler toplamı olarak heva, şişerek benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23…). Bu durumda kişi giderek kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8)). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34)i; şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlerinden kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer.(45/23) Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında “Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.

b) Toplum/Kültür/Gelenek/Tarihin Otoritesi

İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır ve bilinci, benliği, kişiliği bu değerlere göre şekillenir. Freud’un “Süper Ego” olarak kavramsallaştırdığı bu yapı, taşımış olduğu bütün değer kodlarını toplumun üyesi olan bireyde vicdan, benlik, kişilik olarak kristalleştirir. ’Genellikle halk, egemen sosyal düzeni sürdürerek, egemen hukuk düzenini ihlal etmeden, sosyalleşerek hareket eder. Bunlara karşı hareket ettiğinde kendini suçlu hisseder. İnsanın sosyal ve kültürel organizasyonlar aracılığı ile uygarlaşması gelişti ve devam etti. Bu yapılar bebeklik ve çocukluk çağından itibaren her bir bireyin içine nüfuz ederek onu belirler. Dolayısıyla, çocuk büyüdüğünde bu yapıları kırdığında suçluluk hisseder.’ (5) Sonuç olarak, toplumsal vicdan veya kamuoyu olarak süper ego, miras alınan vicdandır.

Bireyin içine doğduğu toplumun ahlaki değer yargılarını/kalıplarını kullanarak günlük yaşamda ahlaki değerlendirmelerde bulunmasını Kuçuradi şöyle tasvir eder: “Bir değer atfetmenin maskesi olmayan yerde, değerlendirenin grup üyeliğinin ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine –psikolojik nedenler bir yana-, “evet” dediği moralin (ahlakın) genel değer yargılarına uygun olması bakımından değer biçtiği değerlerdir. Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunulan tek davranışa değerliliği-değersizliği,-iyiliği-kötülüğü- peşinen belirlenmiş olan davranışlardan birinin adını-kavramını-takmak ve yalın bir akıl yürütmekle –hazır genel değer yargısına göre- sonuç çıkarmaktır. Çünkü bireyde bulunan özel değer yargısı, yani bir eyleme biçilen değer, bir mantık çıkarımından -tümdengelim- öte bir şey değildir… Bu değerlendirme tarzı, genellikle bağnaz kişilerin –yobazların- değerlendirme tarzıdır. Grupların (toplumların/kültürlerin) davranış belirleyen yerleşik değer yargılarını nihai, hakiki değerler sanarak/sayarak onlara en üstün değeri atfeden, dolayısıyla onları korumak ihtiyacını duyan ve grup üyeliklerini en değerli özellik sayarak/sanarak en üstün değeri ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.”(6) Dünyadaki farklı dinsel, kültürel ve etnik grupların, toplumların günlük değerlendirme tarzları ortalama böyledir.

“Genel bir tarzda, insanın ölümünden sonra yaşamında olduğundan daha çok otoritesi vardır. Vasiyetin, henüz hayatta olan bir insanın verdiği emirden daha çok otoritesi vardır. (“Ev danasından öküz olmaz.” “Ananın gözünde çocuk büyümez.”İ.G) Bir söz, vermiş olan kişinin ölümünden sonra daha çok bağlayıcı olur. Ölmüş babanın buyruklarına yaşadığı süre içinde verdiklerinden daha çok uyulur. Bunun sebebi, bir ölüye karşı eylemde bulunmanın somut olarak imkânsız olmasıdır. O halde ölü, tanım gereği otorite sahibidir. Ama ona tepkinin (karşı çıkmanın) imkânsızlığı, ölünün otoritesine Tanrısal/kutsal bir nitelik sağlar. Otoritenin, ölü tarafından icrası, kendisi için bir risk içermez. Bu otoritenin güçlülüğü veya zayıflığı, buradan gelir. Kısacası, bu, tanrısal otoritenin özel bir halidir.”(8) Gelenek, Tarih ve Toplumun otoritesi, “Baba”nın ve “Efendi”nin otoritesinin bir karışımı olarak gerçekleşir.

Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş, geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız.” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter.” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fahişeten), ‘Atalarımızın böyle yaptığını gördük.” (7/28) derlerdi. Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23) kesinlikle reddetmektedir: “Deki: “Eğer imana karşı küfrü tercih ediyorlarsa babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz ve hısım-akrabalarınızı dost edinmeyin.” (9/23-24) Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak ‘Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk.”(33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.

Genelde sıradan insanın korunma ve koruma (güvende olma) saikinin veya tembellik halinin yönlendirdiği bu eğilimi H. Bergson, dinsel ve ahlaki bağlamda “Statik Din” ve “Statik Ahlak” olarak kavramsallaştırmıştır. Bu tip ahlak ve din, içtimai, muhafazakâr, gayri şahsi ve alışkanlıktan doğmuştur. Bu din ve ahlak kapalı toplumların bir meziyetidir: “Grup tek başına yaşayan ferdin benliğinde hazır ve nazırdır, onu teşvik veya tehdit eder; kendisini dinlemesini, buyruğuna boyun eğmesini ister. Cemiyetin gerisinde de grubun bağlandığı ve ferdin hareketinden cemiyeti sorumlu tutan tabiatüstü kuvvetler vardır…”(9) Bireyin çoğu kez kendine ait olduğunu sandığı düşüncelerin aslında topluma ait olduğu gerçeğini E. Fromm şöyle ifade etmektedir: “Düşüncenin yabancılaşması, kalbin veya duyguların yabancılaşmasından hiç de ayrı değildir. Kişi çoğu zaman bir fikir bulduğunu, bu fikrin kendi keşfi ve ürünü olduğuna inanır; oysa gerçekte benliğini kamuoyunun, gazetelerin veya devletin yarattığı putlara ya da bir lidere kaptırmış, düşüncesini onlara aktarmıştır. Bu putların kendi inançlarını simgelediğini sandığı halde, gerçekte, bu simgeleri bilgi ve bilgelik tanrıçaları olarak benimsediği için onların düşüncelerini kendi düşünceleri olarak kabul etmektedir. Ve salt bu nedenle tanrılarına bağımlı bir köle durumuna gelir. Çünkü kafasını, düşüncelerini onlara aktarmıştır.”(6) Dikkat edilirse Fromm, geleneksel kapalı toplumlardan değil, modern sözüm ona ‘açık’ toplumdaki bireyin içinde bulunduğu vicdan durumundan bahsetmektedir. Bireyin kişisel, bireysel vicdanını aktüelleştirememesi bakımından modern toplumların geleneksel toplumlardan geri kalır hiçbir yanı yoktur.

Kur’an’ın “Ataların yaşam yollarına uyma”, Kuçuradi’nin “Değer biçme”, Freud’un “Süper ego”, Bergson’un “Statik Din” ve “Statik Ahlak” olarak isimlendirdiğini, Fromm “Otoriter Vicdan” olarak isimlendirmektedir. Otoriter vicdanı Fromm şöyle tanımlıyor: “Otoriter vicdan, içselleştirilmiş bir dış otoritenin, ana-babanın, devletin, toplumun ya da içinde yaşanılan kültürdeki başka bazı otoritelerin sesidir. İnsanların otoritelerle olan ilişkileri, ahlaksal yaptırımlar olmaksızın dışsal kaldıkları sürece vicdandan söz edemeyiz. Böyle bir davranış, cezalandırma korkusu ve ödüllendirilme umudu aracılığı ile yönlendirildiğinden, sadece caydırıcı olup, her zaman söz konusu otoritelerin varlığına, onların insanın ne yapmakta olduğuna ilişkin bilgilerine, cezalandırılma veya ödüllendirilme güçlerine bağlıdır.”(10) Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan”da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir.(11) Bu ‘iyi’ler, kendi erdemini kendi vicdanı ile keşfedenleri çarmıha gererler. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan iki tanesi “tarih” ve “toplumdur” (kültür): “Demek istediğim, bir ‘canlı’ türü olan insan toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. “İnsan’ olma sürecine girmiş ise, giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan(zindanlardan) kurtulur ve özgür olur.” (12)

c) Putlar ve Tağut’un Otoritesi

Putlar, müşriklerin kendilerinin kendilerine yabancılaşarak ve atalarının uydurdukları “boş” isimlerden başka bir şey değildir. (53/23) Allah, onlara herhangi bir “otorite (sultan)” vermiş değildir (3/151, 6/81, 22/71, 30/35). Müşrikler, onları Tanrı ile kendileri arasına “torpilci aracılar (şüfeâuna, 6/94)” olarak koymuşlardır. Tağut ise, “Şeytani Güçler” anlamında Hz. Musa’nın mücadele ettiği ekonomik(Karun), politik (Firavun) ve dini (Hâman) güç odakları(29/39) ve Ondan sonra gelen ve Hz. Musa’nın din davasını sürdüren kral Süleyman, oğlu Davut ve komutanı Tâlut’un mücadele ettiği aynı şeytani güç odağı olarak Câlut’tur (2/246-251). Bugün, Uluslararası şirketler (Kapitalizm) Karun’un; ABD-NATO, BM’nin 5 Daimi Üyesi ve İsrail, Firavun’un; Vatikan, Haman’ın rollerini oynamaktadırlar. Buralarda aktüelleşen otorite, “Efendi”nin zorba/tiran otoritesidir. Hukuktan, Adaletten, denetimden, sorgulamadan-gerekçeden (vicdan) kaçmaya çalışan her otorite taslamanı, -adı-sanı ne olursa olsun- sıfatı zorba/tirandır (Tağut).

d) Din Adamları ve Kilise’nin Otoritesi

Ulemanın şeffaf, anlama, iknaya, takvaya, delile (gerekçeye) dayanan otoritesinden farklı olarak; Yahudilik ve Hristiyanlıkta Tanrının dışında O’nu “temsil (Rabb)” ettiğini iddia eden Haham ve Ruhban sınıfı (Kilise), kendinde Tanrısal bir yetki vehmedip insanları sömürmüşlerdir (9/31, 34). Bunlar, bir takım özel kisve ve giysiler ile bu yetkiyi taşıdıklarını ima etmişlerdir. İslam’da aynı yetkiyi İmam, Veli, Şeyh, Mehdi, Gavs, Kutup… gibi şahıslar iddia etmişlerdir. Burada aktüelleşen otorite, Yargıcın (ulema) otoritesi değil; “Baba”nın otoritesinin istismarıdır.

5-Sonuç:

Otorite, -Tanrı dâhil- salt kişide, varlıkta (ontoloji-fizik-güç) değil; onun niteliklerinde ve eylemlerinin yüklemindedir. Kaynağı da, -Tanrı yaratmış olsa da- kendinin de onda tartıldığı vicdandır. Tanrı ise, kendi yarattığı vicdanın sigortasıdır. Tanrı, varlığın; vicdan, insanlığın tuzudur. Teolojiler, trajik olarak bu tuzu daima kokutur; varlık ve insanlık da bozulur. Tarihte ve günümüzde olduğu gibi…

KAYNAKLAR:

1-Bu teorik çerçeve, Alexandre Kojeve’nin Otorite Kavramı, çev: M. Erşen, 2004. İstanbul adlı kitabının 13-66 sayfalarında yaptığı otorite analizine dayanılarak yapılmıştır.

2-Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki Otoritesinin Sünnilik, Şia ve Haricilikteki kristalleşme şekilleri için bkz: Hamit Dabaşi, İslamda Otorite, çev: S. Gündüz, 1995, İstanbul. Ayrıca Bkz: Ali Mebruk, Teolojiden Tarih Felsefesine Nübüvvet, çev: M. Coşkun, 2014, İstanbul.

3-Kuçuradi, İonna, Etik, 1988, Ankara, s. 8.

4-Şeriati, Ali, İnsanın Dört Zindanı, çev: H. Hatemi, İstanbul, 1984, 78vd.

5-Roth, Prıscılla, The Superego, Cabridge, 2001, 17.

6-Kuçuradi, Etik,18.

7-Bergson, H. Ahlak ile Dinin İki Kaynağ, çev: M. Karasan, İstanbul, 1986, s.86.

8-Kojeve, Otorite Kavramı, s.21.

9-Fromm, Erich, Çağımızın Özgürlük Sorunları, çev: B. Güvenç, İstanbul, 1973.73.

10-Fromm, Kendini Savunan İnsan. çev: N.Arat, İstanbul, 1991, s.145-146.

11-Fromm, a.g.e.148.

12-Şeriati, İnsanın Dört Zindanı. 69,56.vd.

http://islamianaliz.com