Emlak Rantiyeciliği Politikası veya Kendi Etini Yemek

17.6.2017

Hz. Hud, toplumuna şöyle seslendi:
“Siz, her tepeye(aptalca/putperestçe)
tapınaklar/anıtlar mı dikiyorsunuz?
Sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla
Saraylar/Rezidanslar mı yapıyorsunuz?
Başkalarının hukukuna el uzattığınızda,
hep böyle zorbalık mı yapıyorsunuz?”(26/127-129)

İmar bakanımız, eski belediye başkanı Mehmet Özhaseki: “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor… O kadar rahatsız edici ki, hepimizin içi(midesi) dönüyor” dedi. İyi de, kendisi de Kayseri’de yirmi yıla yakın Belediye başkanlığı yaptı. Kayseri’ye gidip “şehircilik” ve “mimarlık” kriterleri ile baktığımızda, şehrin yarısının 30 katlı binalarla dolu olduğunu görüyoruz. Oradaki rantları kimler yediler? İmar rantından para kazanmanın kaynağı(Dikey Mimari) ve geleneği, ta 30 sene öncesine, sayın Cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan’ın İstanbul Belediye başkanı olduğu yıllara gider. İki bin ikide AK parti iktidar olduğundan beri de “İnşaat Ya Resulullah” diye hükümetin rutin ekonomi politikasıdır “Dikey Mimari”: Rezidanslar, TOKİ’ler, AVM’ler, Gökdelenler, Towerlar, Kuleler… Hiç kimse, sanayide Türkiye’nin yeni bir keşif/icad yaptığını, yeni bir ekonomik “ürün” veya “marka” ortaya koyduğunu bilmiyor. Osmanlı döneminde ekonomik olarak üretip de dışarıya bir şey satma(ticaret) yok denecek kadar azdı. Olanlar da gayri müslimlerin elindeydi. Şimdi, ne Osmanlıdaki gibi dışardan “ganimet” alabiliyoruz; ne de modern ekonomilerin yaptığı gibi orijinal bir sanayi ürünü üretip satabiliyoruz. Tarım-Tekstil ve bazı sanayi ara malları satmanın yanında, esas Emlak rantiyeciliği ile kendi bedenimizin etini yiyoruz. Kendi toprağımızı kendimize, -bazen de bizim gibi üretme özürlü petrol satan Körfezli Araplara- satarak para kazanıyoruz. Üretme, keşif/icat çıkarma, yaratma ve dışardan alıp dışarı satma anlamında “ticaret” yanında emlak rantiyeciliği biraz “ensest” bir ilişkiye benzemiyor mu?

İbn Haldun’un tespit ettiği gibi, rızıklarını oklarının gölgesinde arayan; taşlara sadece “ocak taşı”, ağaç ve tahtalara ise sadece “çadır direği” olarak ihtiyaç duyan göçebe yağmacı Araplar (İbn Haldun, Mukaddime. Çev: H.Kendir. İst.2004. c.I/205), Abbasiler döneminde ticaretin ganimetten daha fazla zenginlik getirdiğini keşfederek yeryüzünde ilk defa “Ticari Kapitalizm”in kurucularına dönüştükleri halde (Benedikt Koehler. İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. çev: İsmail Kurum, 2016, Ankara. Özellikle 139 vd.); Abbasilerden siyasal iktidarı devralan göçebe-asker Türkler, Arapların yağmacı geleneğini “fütuhat” ve “ganimet” tutkusu ile sürdürürlerken; 16. yüzyıldan itibaren Batı’da meydana gelen Sanayi devrimini algılayamadılar ve bu yağmacı/fütuhatçı gen bugün kendi devletini/kendi etini -emlak rantiyeciliği ile- yağmalıyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Hintli Müslümanların gönderdikleri para ve altınlar ile Türkiye’yi sanayileştirmek için kurulan İş Bankası’ndan kredi alan tek parti dönemi bürokrat ve siyasetçileri(Affairler/aracılar), atölyelerde üretilen malları dışardan ithal ettirip, atölyelerin kapanmasına sebep olmuşlardır. Böylece Türkiye’nin sanayileşmesine destek verecek banka, tersinden sanayiyi kösteklemiştir.

“Salla başını, al maaşını.”, “Nerde beleş, orda yerleş”, “işi bil, iş yapma”, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, “iş buldun sıvış; aş buldun giriş”… gibi deyimler, bu yağma/ganimet psikolojisinin, üretime dayalı rasyonel ekonomide büründüğü yeni ifadeleridir.

Şehir rantlarının nasıl dağıtılacağı, Avrupa’da ciddi bir hukuki mevzudur. Kişilere haksız yere kazanç sağlamanın kapısı değildir. Kamunun hakkı son derece titizlikle korunur. Merak edenler, ilgili mevzuata bakabilir. Türkiye’de son 15-20 yıldır Belediye Başkanlıkları ve doğal olarak ilgili partinin bürokratik-siyasi ekibi, imar rantlarını “Arpalıklar” olarak paylaşmaktadırlar. Burada da en fazla kazanç “Emsal” denen kat irtifasından yani göğün/havanın satılmasından elde edilir. Tek bir imza ile 350 daire sahibi olunabiliyor. Göğün hiç kimseye ait olmadığı, Allah’ın olduğu düşünülerek muhafazakâr Belediye başkanları ve Partilileri tarafından “daire-daire” parsellenip, satılıyor. Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, belediye meclisleri kararları ile imara açılıp “emsal” ile göğe doğru sivriltip millete satılıyor… Şehirlerin içi ve civarı bitince, şimdilerde koylara, zeytinliklere göz dikildi. Bu, çok kötü bir hastalıktır; bütün “boş”lukları “arsa/emlak” olarak görme sapıklığıdır: 1999-2003 arasında İstanbul’da “Deprem Toplanma Alanı” sayısı 470 iken; bunların 300’ü, AVM ve Gökdelen’e dönüştürülmüştür. Türkiye’nin yarı doğusundan yarı batısına süren göç, 1950’den beri devam ediyor. Arz-talep dengesi, bu rantın daimi kaynağıdır. İmar yetkisinin ülke çapında hukuk veya meslek uzmanlarından oluşan denetim-bilirkişi kurullarına verilme yerine, Belediye başkanlarına veya siyasilere verilmesi, kurda kuzu teslim etmekten başka bir şey değildir.

Paranın birkaç kat (azafen mudaafen/ Faiz) kazanması (3/130) Kur’an’da yasaklanmış iken; toprağın veya boşluğun(Havanın) bin kat para kazanması(emsal) nasıl haram olmuyor? “Emsal”, “faiz”den bin kat daha haram olması gerekmez mi? Faizde ezilen/sömürülen bir kişidir; emlakta gasp edilen ve satılan ise bütünü ile kamu malı veya mekânıdır. Faizde mağdur bir kişi; emsalde mağdur olan bir şehrin bütünüdür. Şehirleri “Güzelyurt” olmaktan çıkarıp “Metropol” denen canavarlığa/cangıl’a/kanser’e dönüştüren bir husus da, “emsal” denen şeytanlıktır.

Hz. Muhammed’in hanımı Ümmü Seleme, Hz. Muhammed’in Mekke’de olmadığı bir anı fırsat bilerek kendi odasına bir ilavede bulundu. Hz. Muhammed, bu durumu görünce bir “tüccar” olarak ona -“inşaat ya Resulullah” diyenlere inat- şöyle çıkışmıştır: “Bir müminin servetini yiyip tüketen en faydasız şey inşaattır” (Benedikt Koehler. Kapitalizmin Doğuşu. s.87). Çok doğru bir teşhis. Zira inşaat sektörü, sanayi veya tarım üretimi ve ticaret gibi yoktan veya dışardan ekonomik(artı) değer yaratan bir sektör değildir.

Şehircilikte, esas ve evrensel olan mimari kriterlere göre yerleşim yerlerinde en fazla 4-5 katlı binalar/apartmanlar/evler yapmak ise ve esas olan her şehir ve kasabanın güneş, gökkubbe-sema, yıldızlar, bulutlar ve ufukların(dağ-tepe-dere-ova) karartılmaması, kapatılmaması; havasının ve rüzgârının kesilmemesi; ağaç-toprak, park, bahçe-çiçek, kuş, börtü-böcekten uzaklaşılmaması ise; Müslümanlık da, -doğal “ayet”lerden “ibret almak” için- bunu gerektiriyorsa; dikey mimari, bütün bu kul haklarına saldırıdır, gasptır, haramdır. Dikey mimari, Allah’ın Kur’an’da sık sık saydığı ve nimet olarak nitelediği ve bizim imanımızın oluşmasını ve korunmasını sağlayacak “ayet”lerden bizi uzaklaştırmaktadır; “ayetlerden yüz çevirmektir.”(6/4,21/32,36/46) Ayağımızın yerden (doğadan)/ayetlerden kesilmesidir. İnsanları gökdelenler içinde “Daire” diye dikdörtgen hücrelere kapatmak veya onların arasındaki sokaklarda “akmaya” mahkûm etmek, insanları böcekleştirmek modernlik/refah diye insanlara satılıyor. Hud peygamberin, bugünkü şeylerin benzerlerini yapan kavmine vakti ile söylediklerini, biz de hatırlayalım: “Siz, her yüksek yere bir mabed (cami) veya kule yapıp boş şeylerle eğleniyorsunuz? İçlerinde ebedi yaşama ümidiyle saraylar, rezidanslar mı ediniyorsunuz? El uzattığınızda da, çok zorbaca uzatıyorsunuz.”(26/128-129)

Ünlü mimarimiz rahmetli Turgut Cansever’in, Bugünkü duruma gelmememiz için iki binli yılların başlarında mevcut iktidara adeta yalvardığını televizyonlardan hatırlıyorum. Kimse rahmetlinin uyarılarına kulak asmadı. Şehir mimarisi için hazırlamış olduğu raporun bürokraside sümenaltı edildiği bilinmektedir. Çünkü rant hırsı gözleri bürümüştü. Hoca 1943 yılında Şehircilik dersine girdiği Alman mimar hoca Prof. Oelsner’in kendisine: “Dua edelim, Belediyelerin kasalarında mevcut olan planları uygulayacak kimseler çıkmasın” diye serzenişte bulunduğunu söyler. Hoca bu modern şehircilik planlarının Tek parti dönemine ait olanlarını kastediyor elbet. Ancak, Ak Parti döneminde böylesine master bir plan da olmadan salt “rant içgüdüsü” şehirlerimizi bu hale getirdi. Turgut Cansever şöyle diyor: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimal en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı hakkı verirken, diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirlerden toplanan vergi ile vücuda getirilen altyapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek, hasedin doğmasına; hasedin arkasından: “Ben de aynı şeyi niçin yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebep olacağı gayet açıktır. Ticaret sektöründe 2,5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildi. 30 katlı binayı yapıp bütün daireleri satarak aradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini yaptıklarını iddia ederek yalan söylüyorlar; ve bu yalanları sizin tekzip etme imkânınız yok.”(T. Cansever. Kubbeyi Yere Koymak. İst. 2002.s140.)

İnşaat ve Siyaset Kültür ve Sanat Yaratmaz

8.6.2017

Sayın cumhurbaşkanımız, Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şunları söyledi: “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız; ama, sosyal ve kültürel iktidar olamadık. Medyadan sinemaya; bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin olduğunu görüyorum. Elimizde böyle (siyasi iktidar) bir imkân varken, hâlâ pek çok yeri boş bırakıyor olmamız, aklın ve vicdanın kabul edeceği bir durum değildir. Tek eksiğimiz, bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolar.” Tayfun Atay, Cumhuriyet Gazetesi’nde sayın cumhurbaşkanımızın bu sözlerini yorumladığı yazısında bizim başlıkta dediğimizi dedi: 15 senedir temel kaygınız, inşaat/rant ve siyaset(hile/iktidarı uzatma) ise, yoksunluğunu/yoksulluğunu ifade ettiğin(sanat, sinema, bilim, teknoloji ve hukuk..vs) alanlarda olamazsın.

Ak Parti’nin ilk iktidara geldiği yıllarda biz 15-20 ilahiyatçı akademisyen, “İslamiyyat” diye kaliteli bir İlmi-İslami dergi çıkarıyorduk. Başka dergiler de vardı: Divan, Bilgi Hikmet, İslami Araştırmalar, Tezkire… Hepsi kapandı ve ekipleri siyasete-bürokrasiye taşındı/koşuştu. Bilim, Sanat, Teoloji, Hukuk bunların hiçbiri, adına “İslamcı” veya “Muhafazakâr” denen camianın temel merakı-ilgi alanını, tutkusunu, hayretini mucip olmamıştır. Olamazdı da. Sanatın önemli bir dalı olan Şiirde N. Fazıl, muhafazakârlara Seküler Kemalizm’e karşı politik muhalefeti ve iktidar olmayı yegâne ufuk olarak aşıladı: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes; ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es.” Sayın cumhurbaşkanımız da bu şiirleri okuyarak büyüyen nesildendir: Hamaset ve Siyaset.

Türkiyeliler(Kürtler dahil), tarihi süreç içinde düşünmenin “mitolojik-din/mistisizm(Tasavvuf)” aşamasında kalmışlardır. Medreselerde devletin bürokrasi ihtiyacını karşılamak için okutulan Rasyonel Teoloji(Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis), erken dönemde Arapça filizlenmiş olan ve içinde daha sonraları batıda “Bilim” olarak kristalleşen çabayı da barındıran ”Felsefi Düşünmeyi” zaten Nizamiye medreselerinde boğmuştu. Araplar, -İslami İlimleri yaratarak- “teolojik düşünme” aşamasına geçmişlerdir. Yani dini metinleri akıl ile açıklama çabası(Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Felsefe). Ancak Batıda teolojik düşünme aşamasını “Felsefi Düşünme” aşaması takip etti(Aydınlanma-Rönesans). Sanat, kültür, teoloji/reform, hukuk işte bu aşamanın ürünleridir. Bunu da “Bilimsel Düşünme” aşaması takip etti. Batıda tekniği, sanayiyi ve ekonomiyi yaratan bu aşamadır. Finans Kapitalizmi, Sanayi kapitalizminin zorunlu devamıdır.

İslam dünyasında mevcut durum, Sünniliğin uzun süren kültürel-politik hegemonyasında taşımış olduğu potansiyelleri bütünüyle açımlaması, çiçeklenmesi, meyvelerini vermesi ve akabinde tükenmesidir. Son üç yüz yıldır Dünyanın hem alt yapısı(ekonomi-sanayi-teknoloji) hem de üst yapısı(İnsan Hakları, Milliyetçilik/Ulus Devlet, Demokrasi, Hukuk Devleti, Laiklik, Üniversite/Bilim…vs) Batı tarafından belirleniyor. İslam Dünyası(Şeriat), geçen yüz yılın başlarında kurumsal olarak, kültürel olarak, hem de fiziksel olarak çökmüştür; Milliyetçilik/Ulus Devlet benimsenerek yarı bağımsız diktatörlükler olarak yeniden kuruldu. Şimdi de özgürlük, sağlık, üretim, eğitim sorunları ile boğuşuyor. Batı kendini hayatın bütün alanlarında(Sanat-Kültür, Bilim-Teknoloji, Din/Teoloji, Hukuk, Ekonomi) yeniledi ve sonuç olarak da elde ettiği silah-ekonomik güç ile dünyaya –yarı gönüllü, yarı zorla- kendini kabul ettirdi; dünyayı kendine benzetti.

Şu anda Batı da, sahip olduğu potansiyelleri çiçeklendirerek tüketmiştir. Ancak hegemonya küresel ölçekte olduğu için bitiş görünmüyor. Post-modernizm(nihilizm), aslında bu bitişin bir semptomudur.

Sayın cumhurbaşkanımızın “iktidarsızlığını” itiraf ettiği alanlar, Sünniliğin yaşama ilişkin üretmiş olduğu kültürel-kurumsal kalıpların tükendiği alanlardır. İslam’ın genetik/tohum özünün sağlamlığı, tarihsel açılmış gövdesinin(Çınar/Sünnilik) yaşlılığını, meyve vermezliğini ve belki de çürümüşlüğünü ortadan kaldırmıyor. Yalnız bu alanların ikamesi veya doldurulması, ima ettiği gibi zorla veya “adanmış” kadrolar yani politik militanlık ile olmuyor. Oturup Avrupalının yaptığı gibi Felsefi ve Bilimsel olarak veya alternatif bir “düşünme tarzı” ile kafa patlatmak, dirsek çürütmek, göz nuru dökmek, alın teri silmek ile olacak alanlardır. Yoksa Tayfun Atay’ın dediği gibi, İstanbul’un Fethinin yıl dönümünde gâvurdan aldığın kamyonlardan 1453’nü “gösteri” amaçlı olarak bir yere toplamak veya reytingi 50. sırada izlenen “Kur’an okuma yarışması” düzenlemekle olmuyor.

Üniversite sayısını artırmak, mağaza zinciri veya AVM açmaya benzemez. Felsefi merak/düşünme, keşif/icad çıkarma ve bilimsel araştırma tutkusu yoksa; buralar “iş bulma” mekanlarına döner. “İcad çıkarma”nın  ve “eski köye yeni adet getirme”nın lanetlendiği bir kültürden geliyoruz. Şu anda birkaç özel üniversite dışında devlet ve vakıf üniversitelerinin yegâne misyonu, meslek edindirmek veya işsiz genç mezun etmektir. 15 yıldır devlet aracılığı ile çoğunlukla “inşaat/rant”tan para kazanan muhafazakâr burjuvazinin sanatsal hobileri oluşmadı. “Çukurambar” bunun kanıtıdır. Göğü delen dikey mimari ile “Havadan(emsal) para kazanma”; dört çekerli araçlarla kafe ve restoran önlerinde trafiği tıkamak, kafelerde iş bağlamak, nargile-okey masalarında duman altı olmak, hepsi bu kadar.

“Vicdansız Dindarlık” Olarak Güncel Müslümanlık

27.5.2017

“Hayır, insan bir takım mazeretler ileri sürse de; kendinin ahlaki görme yetisinin olduğuna şahittir”(75/14-15).

                                               “Vicdanın kınayan sesine and olsun”(75/2)

Peygamberlerin vahiy ile yapmaya çalıştıkları şey, yaratılışta Allah’ın insana vermiş olduğu ahlaki vicdan kapasitesini tahrik etmek, uyandırmak ve işler hale getirmektir. Çünkü insanlar toplum içinde tarih, gelenek ve kültürel etkiler ile mayalanarak taklit, alışkanlık ve içgüdü saikleri ile bu kapasitesini kaybeder. Kur’an’ın kitap, ilim, hikmet, nur, hidayet, tezkire, furkan, şifa, besair, rahmet, beyan… sıfatlarını olması, bu iddiamızın kanıtıdır. Vahyin yöneldiği muhatabın ise insandaki akıl, kalb-ı selim, lübb, ruh, basiret, fuad… yani şuurluluk, düşünme, duygu, sezgi, idrak, izan, ifham/anlama veya vicdan kapasitesi olması, ikinci bir kanıttır. Kur’an’da az sayıdaki “fetva isteme (yeselûneke 2/215, 219, 5/4, 8/1…)” anlamında soru sormanın ötesinde, düşünmeye teşvik anlamında soru sorma (E-raeyte? 25/43, 107/1, 6/46, 10/59…),- Heidegger’in dediği gibi- :“düşünmenin takvasıdır”. İnsanları soru sormaya teşvik eden bir kitap, – tarihsel bir bağlamda verdiği cevaplar mutlaklaştırılarak- Sünni Fıkıh Usulü sayesinde (Edille-i şeriyye) yeni sorular sormayı ve cevabını aramayı haram hale getiren bir kitaba dönüştürüldü. Kur’an’da Allah, kendini her bir insan teki ile daima “beraber/me’a= in relation with…” onu eğiten bir Mürebbi/Rabb/Pedagog olduğunu ifade ederken; Fıkıh usulü, bu canlı ilişkiyi koparıp,  nasslara kesin itaati “din” olarak vazetti. Birinci yol, mutasavvıfların kontrolsüz “Batınîlik”ine terkedilirken; ikinci yol, “Selefilik/Vahhabilik/DAİŞ”de ideal pratiğine kavuştu. Sözüm ona mutedil “Sünnilik” ise, bu iki ekstrem uç arasında gerili kalmıştır: “Bir o yana, bir bu yana; hem o yana, hem bu yana; ne o yana, ne bu yana.”

Dini bilinç, dinin kaynağında aşkın, mutlak ve kutsal bir Tanrı fikrine dayandığı için, bunun dış dünyada mevcut olmamasına dayanamaz ve onu daima tecelli, tezahür (İnkarnasyon ve hiyorefani) ile bir biçimde mücessem hale getirmeye çalışır. Putçuluk/Paganizm, tipik olarak budur. Hz. İbrahim, bu zaafı aştığı için “peygamberlerin babası” sayılmış; putperest kavmi tarafından ise: “Hanif (sapkın-dönek)” olarak nitelenmiştir. Tersinden o, Allah’a dönmüştü(tahannuf). Hz. Musa ise, bu yoksunluğa dayanamadığı için: “Tanrım, bana kendini göster”(7/143) deme zaafında bulunmuştur. Bu zaaf, Yahudilikte sık sık putçuluğa geri dönme (Samiri’nin Buzağısı, 7/148) ve muvahhit olduklarında ise “Ahit Sandığı” (Tabut-2/248) aracılığı ile tezahür etmiş; Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın mucizevi doğumu, “inkarnasyon” (Teslis) şeklinde kutsalın/ulûhiyetin “tezahürü/tecessümü” olarak algılanmıştır. Daha sonra kilise, Hz. İsa’nın bedeni ve tecessümü olarak; papalar da kilisenin tecessümü olarak yorumlanmıştır.

İslam dini, tevhide ve tenzihe aşırı vurgu yaparak mutlak ve kutsal olanın hiçbir surette tecelli ve tezahürünün/tecessümünün mümkün olmadığını ısrarla vurgulamıştır (112/1-4, 42/11). Bu bağlamda baştaKur’an olmak üzere Ka’be ve Hz. Muhammed, tamamen anlam-ahlaki duygu (maneviyat) taşıyıcısı araçlar(medya) olarak vazedilmiştir. Ancak zamanla Müslümanlar da bu soyutluğa katlanamamışlar ve Ka’be başta olmak üzere, Hacerü’l Esved ve Rıdvan Biatı’nın altında yapıldığı ağacı “kutsama”ya başlamışlardır. Hz. Ömer’in Hacerü’l Esved taşı (tavaf başlangıcını işaretlemek için konulmuş göktaşı) hakkında söylediği: “Senin kara bir taş olduğunu biliyorum; Hz. Muhammed seni selamlamasaydı, seni kaldırıp parçalardım” demesi ve bahsi geçen ağacı kestirmesi, kitlelerin bu zaafından duyduğu kaygıyı ifade eder. Bu tehlike zamanla ortaya çıkmış ve Kur’an başta olmak üzere (Kelam-ı Kadim) Ka’be, Hz. Muhammed; Tasavvufta “Veli-Şeyh” ve Şia’da “İmam”lar, hatta “Ayetullah”lar, kutsiyetin/ulûhiyetin nübüvvet üzerinden bir biçimde kendilerinde tecelli ettiği (Hiyorefani) kişiler olarak algılanmışlardır. Benzer bir algı, daha önce Yahudi ve Hristiyan din adamları olan “Ahbar” ve “Ruhban” sınıfının mutlak otorite olarak “Rabb” edinilmesi ve bu statü ile insanların mallarını yemelerinde ortaya çıkmıştır (9/31, 34). Oysa önce Yahudilikte (Rasihun, Rabbaniyyun, Ehlu’z-Zikr) ve İslam’ın Sünni geleneğinde teşekkül eden “Ulema” grubu (Muhaddis, Mütekellim, Müfessir ve Fukaha) otoritesini ilim ve takvadan alan açık, şeffaf, denetlenebilir, sorgulanabilir insani(ilmi-ahlaki) birer kategoridir. İslamiyet’i resmi “temsil” yetkisi olmayan “tebliğ” görevlileridir. Görevlerini yerine getirmedikleri takdirde –Yahudilikte olduğu gibi- ağır bir şekilde eleştirilmişlerdir(62/5). Ulemanın görevi, itikadı ve bilgiyi (epistemoloji) esas alan bir “Ortodoxi= doğru bilgi” üretmekten çok; Hz. Muhammed’e emredildiği gibi: “Sen, af yolunu tut; örfü emret; cahillerden olma.”(7/199) buyrukları doğrultusunda daima hakkaniyet üzere olmayı tavsiye etme, yani “ortopraxi”dir.

Kur’an, Allah’ın insan aklı, insan dili (Arapça) insan aracılığı (Hz. Muhammed) ile insanlara (Araplara) hitabıdır. Mutezile’nin ifade ettiği gibi, Allah’ın mahlûk/muhdes kelamıdır. Kutsalın (Hristiyanların sandığı gibi Hz. İsa’nın) aramızdaki tezahürü gibi değildir. Ka’be, aslında bir ibadet mekânı (Mabed, 2/125); ikincil olarak da, Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesinden anılar taşıyan (Kurban, Safa-Merve arasında karısı Hacer’in çocuğuna karşı duyduğu şefkat ve merhameti ifade eden sa’y… vs.) sembolik bir mekândır. İnsanlar için emniyet, dayanak, destek (2/125, 5/97) merkezidir. Haccın menasikleri (rükünleri) de bağlı olarak tamamen sembolik anlamlılıklardır. Namaz, Allah’a karşı saygı/huşu ifade eden anlamlı davranışlardır. Oruç, nefis tezkiyesine yönelik bir temrindir. İbadetler, “antreman” yapmaya benzer; amaç, insanı yarışmaya (salih amel: adalet/dürüstlük/hakkaniyet-merhamet) hazırlamaktır. Günümüzde Hacc-Umre ziyareti, “miting” zevkine-turizme; Namaz, Allah’a karşı şükran ve saygıyı ifade etme ve insanı kötülüklerden alıkoymadan, kendinde/kendisi için “sevap/kontür aracı”na; Oruç ise, iftar sofrasındaki nefis yemeklere saldırma işlevine/şehvetine dönüşmüştür (hedonizm).

Dinsel bilincin zaafı, kökeninde tamamen “anlam” çerçevesinde konulan veya tezahür eden olgu ve şeyleri, zamanla anlamdan yoksun hale getirip “kendinde-kendisi için” şeylere veya eylemlere dönüştürmesi yani körleşmesidir. Bunun temel sebebi, düşünmeye-şuura dayanan soyutluğa (anlama) tahammül edememesi ve alışkanlık, tembellik ve içgüdü-taklit ile somuta (kendinde/kendisi için şeye) kaymasıdır. Dinlerde ahlak-vicdan ve şuur yerine ibadetlerin öne çıkması ve zamanla şuursuz halde taklit ve alışkanlığa kayması bundandır. Bugün İslam dünyasında Ka’be, Kur’an ve Hz. Muhammed, medyatik ve manevi unsurlarını kaybedip “pagan” benzeri hale dönüşmüşlerdir. Bundan dolayı da ibadetler hiçbir manevi ve ahlaki bilinç-şuur ve vicdan rikkati yaratamamaktadır. Bir Hac organizasyonu şirketinin reklamında, -otel odasının konforunu kasten- söylediği: “Ka’be, ayağınızın altında” cümlesi, bu durumu net olarak ifade eder. İbadet esnasında insanların anlamı kaybolmuş rükünleri yerine getirmek için bir birlerini ezmeleri ve zaman zaman telefatın ortaya çıkması, yine aynı ilkelliğin (pagan bilinç) tezahürüdür. Ahlak, hakkaniyet, liyakat, ehliyet yerine; kamu sorumluluk ve menfaatlerini yaptıkları ibadetten “gafil/bilinçsizce alnı secde gören”(107/5) kişilere “peşkeş çekilmesi”, aynı durumun (ritüel dindarlığı) başka bir tecellisidir. Beş vakit namazına müdavim dindar/muhafazakâr milletvekili, imar müdürünün bir imzası ile elli daireye birden sahip olabiliyor. Hem de günahını Allah’a iftira ederek: “Cenab-ı Allah’ın takdiri ile”.

Bu arada kitlelerin hayatına katılan binlerce insanı ahlaki bağlamda memnun etmenin zorluğuna katlanma yerine, dinin merkezinde olan Tanrıyı yani bir kişiyi –ibadetle- memnun ederek kısa yoldan zahmetsizce cenneti garantileme uyanıklığını da unutmamak gerekir. Oysa aslında ibadetlerin ikincil bir anlamı da, insanı hemcinsine karşı emin hale getirmektir. Fakat bu pratikte geri teper. İbadetler, müminleri ahlaklı olmaya karşı bağışıklı hale getirir. Vahyin buyruklarının zamanla müminler tarafından Tanrı’yı memnun edecek yegâne emirler ve hakikatler olarak görülüp mutlaklaştırılması, mumyalanması ve dondurulması, onlardaki hakikati sürekli görme vasıtası olan vicdan kapasitesini dumura uğratmasının, köreltmesinin en büyük vesilesi haline gelir (İşlemeyen demir pas tutar). Bazı dindarların, coşku ile (bağnazca-yobazca-fanatikçe/cahilce)  kötülük işlemelerinin nedeni budur.

Vicdanı dumura uğratan ikinci önemli bir durum, kişilerin ekonomik-politik veya kültürel süreçlerde güçlü, meşhur, önemli (iktidar) pozisyonlara gelmeleridir. Kur’an şöyle der: “Her ülkenin önde gelenlerini (Ekâbir) hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız; ama çevirdikleri entrikalar, kendi aleyhlerine döner; fakat onlar bunu anlayamazlar.” (6/123). M. Esed, bu ayete şöyle bir yorum getirmiştir: “Önemli kimseler olmaları, onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, önde gelenler (Ekâbir), kural olarak kendi davranışlarının ahlaki yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar. Bu durumun sonucu olarak, kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder.” Hele buna bir de “İbadet dindarlığı” maskesi takılmış ise, vicdansızlık iki katına çıkacak demektir.

Yahudilerdeki “seçilmişlik”, Hrıstıyanlardaki “kurtulmuşluk” ve Müslümanlardaki “hakikat tekelciliği”, kendilerini müstağni bir pozisyona iterek, kendinden olmayanları sapık, aşağılık, zavallı varlıklar olarak görmeye sevk ediyor. Oysa bütün peygamberler, müntesiplerini hakikate karşı “kör, sağır, lal” (2/18, 171) yani kapalı/dogmatik bir “cemaat (hizip-şia)” (30/32) oluşturmaya değil; müntesiplerinin hakikate karşı daima “kulak kesilmelerini (üzünün va’iyeh)” (69/12), “kendilerini eleştirmelerini (nefs-i levvame/özeleştiri)” (75/2) yani “hidayet ve dalalet” te olma pozisyonlarının herkes ile eşit mesafede olduğunu kavramaları gerektiğini vazeder: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” İslam, diğer din ve mezheplerde olduğu gibi, okyanusta korunaklı bir gemide (Nuh’un Gemisi) yolculuk değil; antrenmanlı yüzücü olmayı başarmaktır. Herkesin “sürü” olması değil; Hz. Muhammed’in dediği gibi, herkesin “çoban/sorumlu” olmasıdır (küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi).

Devlet Yönetimi: Kurumsal Siyaset mi Kahramanlık/Karizma mı?

17.5.2017

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi üzerine Modern bir “Ulus Devlet” Olarak kurulmuştur. Kanun-i Esası yerine Anayasa; Meclis-i Mebusan’ın devamı olarak “TBMM”;Askeriyye’nin yerine Ordu; Medresenin yerine Üniversite ve Milli Eğitim; Teşkilat-ı Mahsusa yerin MİT;Şeyhu’l-İslamlık yerine Diyanet; Kadılık yerine çeşitli Hukuk kurumları(Danıştay, Sayıştay, Mahkemeler…vs şeklinde kurumsal bir yapı olarak doğmuştur. Devletin ideolojisi “şeriat” yerine “sekülerlik” ile değiştirilmiştir. Kuruluşun, bir “Kültür Devrimi” içermesi(ideoloji), bürokratik kurumlar ile halk arasında bir ihtilaf yaratmıştır. 1950 den itibaren çok partili hayata geçmek, bu ihtilafı su yüzüne çıkarmış ve bürokratik oligarşi, siyasi iktidara karşı değişik zamanlarda “Darbe”lervurmuştur. Kuruluştaki ve kurtuluştakiM.Kemal Atatürk’ün Karizma ve Kahramanlığı, azınlık bir kesim tarafından onanırken; muhafazakâr kesim devlete belli oranda “küsmüştür”. Bu ideolojikliğe rağmen, adı geçen kurumlar, toplum nezdinde belli oranda zamanla saygınlık ve meşruiyet kazanmıştır. Kuruluş esnasında muhafazakâr kitlelerde oluşan mağduriyet(içerleme-uçuklama), “Nurculuk” ve “Milli Görüş” adlarında dinsel içerikli biri “Cemaat”, diğeri “Siyasi Parti” olan başlıca iki hareket yaratmıştır. Birinci hareket iki karizma/kahraman(S.Nursi-F.Gülen); ikincisi de iki karizma/kahraman(N.Erbakan-R.T.Erdoğan) yaratmıştır. Her iki hareketin birinci liderleri devlete ve kurumsal yapısına dokun(a)mazken; ikinci liderleri devletin kurumlarına dokunmayı ve içeriğini ideolojik olarak değiştirmeyi düşünmüşlerdir.Fetullah Gülen, “Takiyye” ile devletin kurumlarına “Paralel Yapı” olarak sızmayı tercih etmişken; Erdoğan, siyasi mücadele yoluyla açık olarak bu kurumları kendi muhafazakâr ideolojisi doğrultusunda değiştirmeyi tercih etmiştir. Bu “ideolojik mücadele” esnasında kurumların saygınlığı ve meşruiyeti oldukça zayıflamıştır. Siyasi/ideolojik kahramanlık/karizma(F.Gülen ve R.T.Erdoğan) yükseldikçe, devlet kurumları zayıflamış ve itibarsızlaşmıştır.S.Nursi ve F.Gülen, siyasi özü olan “dini” figürler iken; N.Erbakan ve T.Erdoğan, dini özü olan siyasi figürlerdir. Weber’in yaptığı analiz bağlamında birincilerde “karizma(dinsel esin ve yardım)” inancı ağır basarken; ikincilerde siyasi mücadeledeki “kahramanlık” ları ağır basar. Gandi ve Humeyni “karizma”nın ideal tipleri olduğu oranda, bizimkiler “sönük” kalır.

Kuruluş aşamasındaki kahraman/karizma, toplumun işlevsizleşmiş-eskimiş ve yer yer çürümüş dini kurumlarını(şeriat, tarikat ve hilafet) ilga ettiği için, ona karşı muhafazakâr kitlede bir kırgınlık, nefret ve hoşnutsuzluk doğmuştu. Yenilenmenin “Islah” yerine, “Devrim” ile gerçekleşmesi, bu durumu doğurmuştur. Son kahramanların yükselişinde bu açığa çıktı. Kurumlar, mantık ve hakkaniyet ilkeleri ile geliştirileceği yerde, bir “rövanş” duygusu ile itibarsızlaştırılmıştır.

Kurumlar, veya devlet, özünde “Makasidu’ş-Şeria”nın(mal, can, din, akıl ve namus/onurun korunması) yani kamunun “maslahat” ve “zarurat”ının karşılanmasıdır. Öngürülebilir gelecek perspektifleriyle toplumun kimliğini, devamını ve korunmasını sağlar. Kurumsal yapılar, biriktirdiği hafıza ve tecrübe ile -örf, töre, gelenek, sünnette olduğu gibi- toplumun kimliğini ve fiziki varlığını korur. Kitlelerin devlete olan güvenini kurumlar sağlar. Devlet çarkını kurumlar, yani ortak akıl, çoğunluğun kararına göre(oylama) yürütür. Kurumlar da hangi niteliklere(ehliyet-liyakat) haiz insanların istihdam edileceği yasa ve gelenek ile oluşturulur. Buralara salt siyaset kaygısı ile “bizden/partiden” adam atanması, kurumları çökertir.

Kurum ve hukuk, toplumun ortak ruhu, umudu, güveni ve geleceğidir. Kurumların ve hukukun zayıflaması, toplumu zaafa sürükler, toplumu böler ve dağıtır. “Devlet adamı”, ister bürokrat ister siyasetçi olsun, bu hususlara dikkat eden insan demektir. “Derin Devlet” kavramı ise, mafyatik bir tür illegaliteyi imlemektense, toplumun kriz anlarında onun var kalma sezgisi ve içgüdüsünün kurumlarda ve siyasal kategoride devreye girmesidir. Siyasetçi, kurumları rantabl işleten kişi demektir. Siyasetçi, kurumları ıslah edebilir; ancak onların itibarını sarsamaz. Siyasette kurum yerine kahramanlığa, karizmaya dönmek, riske girmektir. Kurumsal akıl yerine tek kişinin hata yapma oranı artar. İç politikada iktidarda kalma ihtirası uğruna, kamu/ülke zararına olabilecek kararlar alınabilir. Duygular ve ihtiraslar, devlet “iş”ine karıştırılabilir. Kahramanlık, savaşta ve ülkenin kurtarılmasında anlamlıdır; ancak, devletin kurumsal yapıya kavuşturulması ve kurumların karakteri, uzlaşma/icma ve konsensüs ile oluşturulmalıdır. Ebeveyn, çocuk üzerinde “sahiplik” hakkına haiz olmadığı gibi; bir kişinin toplumun kimliği, kaderi ve geleceği üzerinde insiyatif hakkına sahip olduğunu iddia etmesi, çılgınlıktır. Bu karar, bir kişiye/kahramana/karizmaya bırakılmayacak kadar karmaşık ve büyüktür. Güven, devletten/kurumdan “kişi”ye kayarsa, kurumlar itibarsızlaşır. Ehliyet, liyakat ve hakkaniyet kurumların karakteri iken; yalakalık, iki yüzlülük ve sadakat kahramanın hanesine düşer.

Son on beş yılda iki İslamcı siyasi kahramanın devleti ele geçirme mücadelesinde, hukuk kurumunun önce birilerini “suçlu” ilan ettiğini ve hakimler tarafından tutuklandığını; sonra, bu tutuklama kararını veren hakimin “suçlu” ilan edilip tutuklanmasını ve ilk suçlunun beratını; daha sonra, ikinci suçlunun beratına karar veren üçüncü hakimleri gördük…Böyle bir durumda halkın hukuk kurumuna karşı güveni doğal olarak sarsılır. “Diyanet” kurumunun vaktiyle yeni kurulan devletin ideolojik karakterine göre şekillendirilmek istenmesi, muhafazakâr halk kesiminde ona karşı benzer bir güvensizliği doğurmuştu. Güven/itibar oluşturmak zor ve uzun zaman alırken; güven kaybı anlık ve kolaydır: Bir bardağın yapılış ve kırılış süreci gibi.

Bir “Makina-Örgüt”e Dönüşmüş Olarak Ak Parti’nin Son Hali

3.5.2017

“Dost, acı söyler”

Ak Parti, 10 milyondan fazla “üye”si olan bir örgüttür. Ancak bu örgüt, Demokrasilerde olduğu gibi kendi aklı, iradesi, inisiyatifi olan bir örgüt değildir. Kurulduğunda böyle değildi; giderek bu hale geldi. Bugün aklını, iradesini ve inisiyatifini bir kişiye (R. T. Erdoğan) bağlamış ve devretmiş bir örgüttür. Demokrasilerde “Parti”, bir toplumsal (iktisadi-kültürel/ideolojik) kesimin taleplerini iktidara taşıyan siyasi bir aparat ve aygıttır. Parti, oluşturduğu tartışma ve seçim kurumları/kurulları ile kendisi düşünür, ortaya program, öneri, çözüm ve sorun koyar. Parti aklı, organlarının aktif çalışması ile oluşan; parti başkanı da, bu aklın sözcüsü ve temsilcisidir. Bunun sebebi, partinin talip olduğu “yönetim” işinin çoğul bir toplumda çoklu ve sofistike bir süreç olmasıdır. Yönetim işleri, uzmanlık ve –kamuyu ilgilendirmesi dolaysıyla da- ahlaki bağlamda hakkaniyet ve dürüstlük gerektiren alanlardır. Parti, ekonomideki “şirket” yapısına benzer. Ortakların her birinin şirkette hissesi olduğu gibi; partide de üyelerin her birinin kurullar-kurumlar yoluyla sözünü (fikrini), talebini ifade ve icra etmenin kanalları ve yolları vardır. Demokrasilerde “Parti” ve “Devlet”, Tevhit esasına göre değil; “Şirk” esasına göre dizayn edilmiştir. Yani otoriteleri birbirine indirgenemeyen (Kuvvetler ayrılığı-Fren ve Denge) kurumlar vardır. Kamusal sorunları istişare (şûra) ile çözmek (3/159, 42/38) ve görev dağılımı yaparken “emanet” olarak nitelenen kamusal sorumlulukları “liyakat”a göre dağıtmak (4/58) ve emanetlere hıyanet etmemek (8/27), İslam dininin de siyasal prensipleridir. Siyasal alanda “Tanrı/Tevhit” ilkesinin geçerli olmamasının nedenlerinden biri, insanın Tanrı gibi “mükemmel” olmaması, tersine “zayıf” olması (4/28); ikincisi ise, yönetim işlerinin doğası gereği uzmanlık ve çok akıl gerektirmesidir. İnsanda Tanrısal bir akıl olamayacağına göre, evrende olduğu gibi devlette/yönetimde “Tevhid” geçerli değildir. Müslümanlar, ta başından beri bu İslami ilkeyi ihlal etmiş ve Muaviye’den itibaren çağın/komşularının ruhu olan “saltanat/krallık” rejimini taklit etmişlerdir. Kur’an’da Hz. Muhammed’e transfer edilen ve mutlak olmayan ilahi otorite, Allah’ın gözetiminde devam ediyordu. Yanlış yapıldığında da Allah tarafından ikaz edilerek düzeltiliyordu (17/74, 80/1-10). Kaldı ki, Hz. Muhammed döneminde de kamusal/siyasal sorunların çözümünde sadece Hz. Muhammed’e yetki verilmemiştir. Doğru hüküm verecek ehliyet/liyakat-hakkaniyet sahibi (yestenbitûna) başka yetkililerin/uzmanların olduğu da vurgulanmıştır (4/83). Oysa Saltanatta, “Lailahe illellah” (Tevhit) ilkesi, metafizikten “siyasi” alana sirayet etmiştir. İslam toplumu, bu durumu “kurumsal” olarak önleyemediği için, sadece “tavsiye” ile yetinmiştir: “Gururlanma padişahim; senden büyük Allah var.” Sultanlar da halka “hesap verme” yerine, Tanrısal otoriteyi “temsil” ettikleri veya kendilerine “intikal” ettiği vehmi ile “sübjektif” olarak Allah’a hesap vereceklerini söylemişlerdir.

Ak partinin örgütlenme tarzı bir “makine-örgüt” haline dönüşmüş durumdadır. Örgüt, Karizmatik (Tanrısal/Mistik) bir Liderin aklına/kararına bağlı olarak işlemektedir. Bunu söylemek, yönetim sürecinde bütün kararların lider tarafından alındığı anlamına gelmiyor; sadece genel/büyük kararların alıcısı ve “nihai” merciinin o olduğunu ifade etmektir. İcra yetkisi olan siyasi ve bürokratik ekip, “İrade-i Şahane”nin ima, ihbar ve işaretine bakarlar. İrade-i Şahane, her ne kadar Fetö, PKK, Obama ve Davutoğlu tarafından kandırılabilen bir “fani” olduğu ispat edilmiş olsa bile, bu böyledir. Lider “İstişare” yapıyor olabilir; verilecek önemli kararların oluşturulacak kurum ve kurullarda çoğunluğun (oy çokluğu) kararı ile alınıp alınmadığıdır önemli olan. Makine, bir insan tarafından çalıştırılan ve işletilen mekanik bir yapıdır: Bir şoför tarafından kullanılan “otobüs” gibi. Makinanın aksamlarının her birinin bir “işlevi” vardır; ancak parçaların kendi başına bir irade-karar ve inisiyatifi yoktur. Partide bu parçaların inisiyatifsizlik durumunu bireylerin, kurulların veya tarikat/cemaat yapılarının Lidere “sadakat”e dayalı itaatleri ifade eder: “Reis var; yeis yok” sözü, bu koşulsuz/kesin sadakati ifade eder. Hatta “Pelikancılık” ve “Karadenizcilik” gibi değişik tarzlarda “Reisçilik” mezhepleri bile oluşmuş (A. Hakan. Hürriyet. 24.4.2017). Sadakat, doğru bir şeydir. Ancak, koşulsuz olması yanlıştır. Hudeybiye Anlaşması’nın yapıldığı anda Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed’e karşı “sadakat”i seçmişti. Ancak Hz. Ömer ve Hz. Ali, sonuna kadar sorgulamayı ve itirazı seçtiler ve Allah, onların bu tutumunu eleştirmedi. Dönüş yolunda “Fetih” suresi nazil olduğu haberi Hz. Ömer’e ulaştırıldığında: “Ne fethi?” diye çıkışarak radikal muhalefetini sürdürmüştür. Hz. Muhammed’in bu kararının doğruluğu, onun kendi başına verdiği her kararın doğruluğunu gerektirmez. Nitekim –insan olması hasebi ile- başka bazı kararları da yanlış olduğu için uyarılmıştır: “Eğer seni tutmasaydık, az kalsın müşriklere biraz meyledecektin. Eğer bu durum gerçekleşseydi; hayatta ve ölümden sonra sana kat kat azap ederdik ve bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.”(17/74-75)

Ak Parti’de –seküler partilerden- farklı ve fazla olan bir husus daha vardır: Partinin ideolojisinin ve tabanının “Türkiye İslamı” (Tarikatçılık) bağlamında “din”e dayanması hasebi ile yetkilerin partide ve devlette (yönetimde) lidere devredilmesi, Lideri -teşbihte hata olmaz- “Lâyüsellik/Tanrı-benzerlik” pozisyonuna/rolüne kendiliğinden itmektedir. Lider, “Hikmetinden sual olunmaz”, adeta mutlak bir pozisyona gelmektedir. Bu Tanrılık rolünün, -liderin farkında olmadığı- bir göstergesi, kendi görüşüne uymayan her uzman ve otoriteyi: “profesörmüş…, sanatçıymış…, hukukçuymuş…,” diye aşağılayıp, her konuda kendinin “nihai otorite” olduğunu ortaya koymasıdır.

Liderin bu “Tanrılık” durumunu, onun kendinin ve temsil ettiği kitlenin varsayılan “düşmanları” ile girdiği çatışmalarda ölümü göze alması, savunduğu kitle ile aynı dini/mezhebi değerlere sahip olması ve kitlenin tarihi mağduriyet ve zayıflığı (mustazaf) durumu doğurur. Lider, muhafazakâr kitlelerin duygusuna (İslam-Osmanlı) ve dürtülerine(menfaat) hitap eden bir dil ile bu kitleyi konsolide etmektedir. Türkiye’de bu konsolidasyonun oluşmasında tarihten gelen haklı sebepler olduğu gibi; örgütlenme yapısının böyle oluşmasında tarihi-kültürel (teolojik) ve pratik-psikolojik nedenler mevcuttur. Bunu biraz açmak gerekirse, muhafazakâr çoğunluk, cumhuriyetin kuruluşundan sonra yirmi beş yıllık yaşadığı –din bağlamında- yoğun aşağılanmadan (irtica) sonra, ilk serbest seçimlerde sadece “Allah” diyen (Ezanın Türkçeleştirilmesi) birini (A. Menderes) seçti. Onun 1960’da asılmasından sonra, bir içerleme ve uçuklama modunda kendinden “görünen” devşirilmiş birini seçti (S. Demirel). Daha sonraları ondan bir “tık” daha kendine yakın olan T. Özal’ı seçti. Kendine daha yakın olan başka birine (N. Erbakan), -hem onu korumak hem de kitlenin kendi korkaklığı yüzünden- fazla desteğini vermedi.  Şartlar müsait olunca, kendinden olan çatal yürekli bir yiğidi uzun süreliğine ve sahici olarak destekledi (R.T. Erdoğan). Sorun, Muhafazakârların hâlâ sorumluluk alma makamında olmayıp, kendine bir “bodyguard(korucu)” veya “Çoban” tutma sorumsuzluğunu(sürü) sürdürmeleridir. Ayrıca bu partide düşünen, eğitimli-şehirleşmiş orta sınıf seçmen ve siyasetçinin olduğunu da biliyorum. Ancak, ortaya –lidere rağmen- bir inisiyatif koyamadıkları da bir gerçek. Şimdiye kadar, özgül ağırlığı olan herkes lider tarafından harcandı. Bu “makine-örgüt”ün “canlı/ortak akıllı-örgüt”e dönüşmesi gerekiyor(Parti); başı/beyni olan “canlı organizma”ya değil(“Vücutta bir kalp vardır; gerisi teferruat/Gemide bir kaptan vardır; gerisi mürettebat”). İnsanı-seçmeni sadece oy veren-onaylayan-destekleyen-itaat eden değil; aynı zamanda akıl veren-yaratan-icad çıkaran, soru soran, sorun çıkaran-çözen bir varlık olarak görmek gerekir. Doğu ile Batı arasındaki “fark” biraz bu olsa gerek.

Muhafazakârların sayın R. T. Erdoğan’ın arkasında durmalarının sebebi, seküler asker-sivil bürokratik oligarşiye karşı verdiği mücadeledir (Milli İrade-Demokrasi). Bu irade ve bu mücadele genel olarak doğru olsa da, bu iradenin “Parti” aracılığı ile (ortak akıl) verilmesi gerekir. Kahramanlık, kurumsal hale dönüştürülmelidir. Birinci Dünya savaşını yürüten “TBMM” de olduğu gibi. Kahramanlıktan kararların tekleştirilmesi (KHK) çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin stratejik konumu, siyasi sosyolojisi, demografik ve ekonomik ağırlığı, bir kahraman ile taşınamayacak kadar “ağır”dır.

Dindarlar (partililer), Tanrı’nın (Liderin) iradesine uygun hareket eder hale geldikleri gibi; kendiliğinden bir “münafıklar” gurubunun oluşması da kaçınılmazdır. Tanrı’nın otoritesinden ve hoşnutluğundan “pay” alan parti veya devlet yönetiminde görev verilen birileri, Tanrı’nın adına veya onun gözüne girmek için kendi zannınca amel etmeye başlar. Tanrılık rolü, başta muti siyasi ekip olmak üzere bürokratik ekibinin bir kısmına –yetkisi oranında- sirayet eder. Ak Partisi, çekirdeğinde “Parti” değil, bir dini cemaatler koalisyonu ve Şeyhi/lideri (Gavs’ı?) olan bir “Tarikat”; kabuğunda/periferisinde ise menfaat talebi olarak “Parti”dir. Müritler/mutiler ise Liderden emir, devletten/kamudan iane/iaşe alırlar/temin ederler.

Son referandumda “Din-Millet-Vatan-Devlet” diye bütün “ortak” değerler kullanılmış olduğu halde; toplumun ancak % 50’sinin ikna edilebilmiş olması, toplumun bu değerlerin “anlamı” hakkında bölündüğünü ortaya koyar. Bu bölünmeyi görmeden, sonuçları “Maç kazanma” ve daha da kötüsü, -hiç ilgisi yok iken- “gasp” ima eden “Atı alan, Üsküdar’ı geçti” sözleri ile yorumlamak, tek kelime ile talihsizliktir. Niyazî Mısrî’ye atfen (Nadânı terketmeyen, yarânı bulamaz) kendine oy verenleri “Yarân”; vermeyenleri de “Nadân” olarak nitelemek, 1950’lerin “soğuk savaş” dilini iç politikada sürdürmektir. “Cumhur”un başı olan bir siyasi figürün, böyle cümleler kurması, toplumu parçalamaktadır.

Tanrının ve müminlerin bir “açık” –iç ve dış- düşmanları vardır: müşrikler ve Yahudiler; bir de “görünmeyen” düşmanları vardır: Şeytan. Benzer şekilde, siyasal düzlemde Ak Parti’nin açık düşmanları PKK, DAİŞ, DHKP-C, Batı ve kısmen CHP’dir. Dış ve görünmeyen Şeytan mesabesindeki düşmanı “Üst Akıl”, iç düşmanı ise FETÖ’dür. FETÖ’nün ihaneti açık ve kesindir; ancak bu örgütün tabanında “ibadet” kastıyla bulunmuş insanları, tepedekilerle aynı tutup şeytanlaştırılması doğru değildir.

Partide “Gemisini yürüten, Kaptandır” sözünün “oportünist” iması fehvasınca her dönemde profesyonelce adapte olma kabiliyetine haiz (hesabî), dini dille bir “münafık/ikiyüzlü” gurubun oluşması da gayet doğaldır.

Başarısızlıklar, zaman zaman kolayca dış (Üst Akıl) ve iç düşmana (FETÖ) izafe edilmektedir. Karizmatik lider, kendini Tanrının davasının “temsilcisi” olarak gördüğü veya bağlıları tarafından öyle göründüğü için (şeyh uçmaz; müritler uçurur) “yanlış/hata/günah” işlemesi düşünülemez. Her yaptığında bilinmeyen bir “hikmet” aranır.

Nisa Suresi’nin 94. ayeti şöyle der: “Ey müminler, Allah yolunda sefere çıktığınızda (ilişkiye girdiğiniz kişiler hakkında) gerekli araştırmaları titizlikle yapın. Size selam veren bir kimseye menfaat (ganimet) tutkusu ile: “Sen, mümin değilsin” demeyin (onu ötekileştirmeyin). Hâlbuki Allah katındaki menfaatler daha çoktur. Hatırlayın, daha önce de siz, güç bakımından zayıf durumdaydınız; Allah size lütufta bulundu. O nedenle, sizden olmayanlara karşı titiz davranın…” FETÖ’nün daha önce kendilerinden olmayanlara karşı nasıl hoyrat davrandığı bilinmektedir. Akıbetleri de, bu suçun cezası olsa gerek. Ak Parti, kendinden olmayanlara karşı tutumunu, FETÖ’yü göz önünde bulundurarak, bu ayetin önerileri doğrultusunda ayarlamalıdır. Sadakat ve Lidere bağlılık noktasında da, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin Hz. Muhammed ile ilişkisini örnek almalılar. Partiyi ve Devleti, Demokrasilerde olduğu gibi “çok başlı/çok akıllı” yani “Şura” ve “Şirk” esasına göre, yani “ortak akıl” (kuvvetler ayrılığı) ve kurumsal akıl ile yönetmeliler. Aksi tutum (kuvvetler birliği), “Bütün yumurtaların bir sepete konulması” saflığıdır. Kara sevda (liderin partiye, partinin lidere) ve aşk (“Bana her şey seni hatırlatıyor”), aşığı da maşuğu da yer bitirir; matah bir şey değildir. Esas olan sevgidir. Din ve imanın ön şartı, herkesin ve her kesimin -duygularını kontrol ederek- aklı başında ve sorumluluğunu müdrik olmasıdır. Siyasette bu, daha da böyledir. Kurtlarla (Türkiye düşmanları?) dansı (siyaset) bir kişinin kontrolüne vermek veya seksen milyonun taleplerinin karşılanmasını ve sorunlarının çözümünü bir kişiye havale etmek haksızlıktır. Bunu, bu kişi –velev ki samimiyet ile- isteme “gafletinde” ve “güç istencinde” bulunsa da (bu nitelikler kesindir; diğerleri zann olduğu için kullanmıyorum) onu sevenlerin, buna razı olma hakları yoktur. Birini gerçekten sevmek, onu, kendine (nefsine) karşı korumayı da içermelidir.

İslam Neden Barış ve “Güven” Dini Olmaktan Çıktı?

25.4.2017

İslam, Habil’in kendisini öldürme niyetinde olan kardeşi Kabil’e karşı pasifliği(barışı) seçmesi çizgisini Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler aracılığı ile en fazla adalet(misilleme) çizgisine kayarak sürdürmüş İlahi dinin adıdır: “Eğer cezalandıracak iseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın.”(16/126). Allah’a iman(güven) ve Ahiret’in gerçekleşeceğine(Vakı’a,56/1-2) iman(güven), bu dinin temelidir. “Fani” şeylerden ve kötülüklerden “Allah’a sığınmak”(4/146,50/51) ve “O’nun ipine sarılmak”(3/103) insanın nihai kurtuluşudur. Halk arasında kullanılan: “Duvara yaslanma, yıkılır; insana yaslanma, devrilir; Allah’a yaslan.” sözü, bu hakikati ifade eder. Ancak yine bir işin ve ilişkinin sağlam ve güvenilir olmaktan çıkmasının “Allahlık”, “İşimiz Allah’a kaldı” veya “İnşallah” deyimleri ile ifade edilmesi de son derece manidardır. Oysa Kur’an’da “İnşallah” ve “Tevekkül” kavramları Allah’a karşı sağlam bir güveni ifade ederler. Tevekkülün de zaman içinde Allah’a karşı nasıl “yersiz” bir güvene(Kadercilik) dönüştüğü bilinmektedir.

İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önce “Muhammedu’l-Emin” lakabı ile tanınması, onun “peygamber” olduğuna güveni ve imanı kolaylaştırmıştır. Güven, güvenilen zatın/kişinin dürüstlüğünden kaynaklanır. Yani kandırmamasından. Allah ve peygamberleri kimseyi kandırmamışlardır. Maide Suresi’nin ilk ayetinin ilk cümlesi: “Akitlerinizi/sözleşmelerinizi(anlaşma-söz verme) yerine getirin”dir. Müslümanlar da, “muttaki” oluşları oranında insanlıkta bir güven yaratmışlardır. Allah, Mekke döneminde toplumsal barışı koruyarak İslam’ın yayılmasını istemiştir. Müşrikler, önce Müslümanlar ile “düşmanlık” durumu yarattılar; Medine’ye iltica etmek zorunda kalan müminler ile daha sonra “savaş” durumu ortaya çıktı. Allah da, müminlerin kendilerini korumak maksadı ile savaşmalarına izin verdi. Ancak “Barış”, temel gaye olarak sürekli korundu, savunuldu ve teşvik edildi. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arapların kültürel genetiklerinde var olan kabilecilik ve çapul yapma tutumu, müminler arasında tekrar nüksederek uzun süren “iç savaş” yaşamalarına sebebiyet verdi.

İslam toplumlarının yaklaşık 1200 senesi, dinsel bağlamda ibadet, adalet ve fütuhat ile geçti. 16. yüzyılda Batı’da Rönesans/Aydınlanma ve Reform ile gerçekleştirilen Endüstri/Bilim/Teknoloji devrimi ile bütün yeryüzünün ve insanlığın kaderi değişti: 1-Yaşamın uzatılması ile nüfus arttı.2-Ekonomi, tarım ve ticaretten -teknoloji sayesinde- sanayi üretimine geçti. 3-Sınırsız üretim ve sınırsız tüketim(Kapitalizm) yeryüzüne egemen oldu. 4-Şehirler büyüdü. 5-Mimari farklılaştı. 6-Ulaşım ve iletişim arttı. 7-Hazlar çoğaldı ve insanlar hızlandı(aculiyet arttı; sabır azaldı). 8-Kültürel patoloji olarak depresyon, şizofreni ve narsizm arttı(kibir, duyarsızlık, umutsuzluk, bağımlılık ve yabancılaşma ve nihilizm). Müslümanlar da “insan” olmaları hasebi ile, bu gelişmelerden nasibini aldı.

Batı, kendi içinde yaşadığı din(kilise), ırk, sınıf ve ekonomik paylaşım savaşlarından sonra(örneğin: I. ve II. Dünya savaşları), menfaatin altın kuralı olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini keşfederek “İnsan Hakları”nı geliştirerek kendi evinde(ABD ve AB) demokrasi, laiklik ve kuvvetler ayrımı aparatları ile “Hukuk Devleti”ni kurdu. Avrupa ve Amerika kendi içinde “Hukuk” sayesinde “Barış ve Güven Yurdu” haline geldi. Batı, kendi dışındaki dünyaya karşı “Gavurluğunu(zulüm)” yapmaya dış politikada yer yer devam ediyor. Bunun sebebi, genetik olarak seküler metafiziğin/ontolojinin(“Huzur Metafiziği”-Derrida) varlığı daima dikotomik/ikili olarak kurmasıdır(siyah-beyaz, doğru-yanlış, cevher/öz-araz, pozitif-negatif, barbar-medeni…). Ötekini tanımada bu bakış açısı özürlüdür. İbrahimi monoteist öğreti, gerçekliği hakikatin peçesi olarak görüp “Hareketli Özcülük” ile bu “körlüğü” aşar: Allah, Ahiret, Ahlak.

Modernleşme sürecinde İslam dünyası da dahil, dünyanın büyük bir bölümü önce sömürgeleştirildi. İslam dünyası, seküler ideolojilerle(sosyalizm-kapitalizm) bağımsızlıklarını kazandı. Bu süreçte dindarlara baskı yapıldı ve “İslamcılık”, İslam ülkelerindeki seküler diktatörlüklere karşı bir direniş hareketi olarak gelişti. Batı’nın İslam dünyası üzerindeki askeri-ekonomik ve siyasal baskısı ve yerli diktatörlerin yaratmış oldukları baskılara karşı İslamcı hareketler, Kur’an okuyarak kendi durumları ile “Medine koşulları” arasında bir benzerlik görüp, Allah adına(fisebilillah) ve cennet uğruna(şehitlik) “Kutsal Savaş(Cihat)” adı altında şiddete –hatta teröre- kaydılar(Taliban, El-Kaide, Daiş, Boko-Haram, Eş-Şebab….) Bu yeni koşullarda Medine’deki durum üzerine nazil olmuş şiddet ve savaş içeren ayetlerin okunması ve içselleştirilmesi, ciddi yorum sorunları taşımaktadır. Ayrıca “terör” eylemi yapanların %90’ının “Arap” ve “Kuzey Afrika(zenci)” kökenli olmaları dikkate alınmalı ve bunu itiraf etmek, “ırkçılık” ile yaftalanmamalı. İslam dinine müntesip başka bir sürü etnisite/ırk/dil gurubu mevcut. Ancak bu durum, Müslüman gençlerin şiddete kaymasında Batı ve İslam dünyasındaki bazı yönetimlerin yarattığı baskıyı-ezmeyi ve üzerlerindeki sömürgeci tutumu görmezlikten gelmeyi gerektirmez.

Böylece İslam’a olan “güven” dünyada kaybolmaya başladı; sarsıldı(İslamofobi). Bu güvensizlik ve korkunun oluşturulmasında Batı medyasının “art-niyetli” çabalarının rolünün de olduğunu biliyoruz. Batı toplumlarında giderek yükselen ırkçı ve öteki düşmanlığının, az önce hatırlattığımız “genetik” ile ilişkisi açıktır. Bu güven kaybının, Müslümanlardan gelen dini-teolojik nedeni, -Kitap Ehlinin başına geldiği gibi- aradan uzun zaman geçince Müslümanların Allah’a ve Ahiret’e olan güven(iman)lerinin zayıflaması(57/16) ve inançlarında(teolojik yorumlarında) meydana gelen tarihsel/teolojik kaymalardır(Allah, Kur’an, Sünnet, Kader, Siyaset teorilerinde/teolojilerinde…).

Türkiye’de kendini “yüzyılın iyilik hareketi” olarak tanıtmış, barış-hoşgörü ve “Ilımlı İslam” olarak yorumlayan bir mistik kökenli hareketin(The Cemaat), sonunda “Darbe” yapmaya karar vermesi ve bunu gerçekleştirmeye kalkması, sadece Batı’ya atılabilecek bir suç/günah değildir. “Takiyye” yani “kandırma”yı teolojik olarak meşrulaştırmış müminlerin(Şia-Sünni) “güven” den bahsetmeleri ne kadar anlamlıdır? Bu gerçek, İslam düşüncesinin ve müslümanların kendilerine karşı kendi içlerinde bile “güvenilmez” hale geldiklerinin bir ifadesidir. İslam dünyasındaki mezhep kavgalarını Batı’ya izafe etmeye hiç kimse kalkışamaz her halde. Müslümanların kendilerine karşı dahi güvenleri kalmadığına göre, ilk yapılması gereken iş, Hz. Muhammed’in Medine’de yaptığı veya Batı’da olduğu gibi, güven ortamını din dışı bir saik, direkt “güvenlik” saiki ile bir “Hukuk Devleti” kurmaktır. İman’a dayalı güvenin geri gelip gelmeyeceği –Allah’a değil- kendilerine bağlıdır. İmanlarını önce doğrultup sonra da tazelerler iseler, neden gelmesin?