Prof. Dr. İlhami Güler – Paçozluk İnsanları Dinden Uzaklaştırıyor – Bidebunuizle Programı – 11.12.19
Türkiyem TV – Politik Magazin Programı – 09.12.2019
Konu: Kamu Vicdanı ve Ahlak
Türkiyem Tv Politik Magazin Programı – 09.12.2019
Kendini Kandırma Girişimi Olarak ‘Muhafazakârlık’
1-Teorik-Teolojik çerçeve
İnsan, genel olarak geçmişine, geleneğine, kültürüne, toplumuna, atalarına, alışkanlıklarına bağlı olarak yaşar. İlahi dinler/peygamberler, insanı bu uyku durumundan uyandırarak kast-ı mahsus, şuurlu, sorumlu, iradeli ve vicdanlı olmaya çağırırlar. Ancak çok geçmeden insanlar yine bildiğini okumaya başlarlar (dogmatizm-taklit). H. Bergson, bu iki farklı tutumu “Statik Din” ve “Dinamik Din” olarak ayırmıştı. Nietzsche, bunu insanın tarihe karşı iki farklı tutumu olarak: “Koruyucu-Anıtsal Tarih” ve “Eleştirel Tarih” şeklinde kavramlaştırmıştı. Spinoza, durumu: “Kitleler, Tanrıyı kandırma peşindedir.” diyerek ifade etti. Ali Şeriati, “İnsanın Dört (Tarih-Toplum-Tabiat-Ego) Zindanı” olarak kavramlaştırdı. Kur’an ise: “Ataların Yoluna Körü Körüne Uyma” olarak telin etti.
Bunu söylemekle, tarihe, topluma, geleneğe, geçmişe, kültüre, atalara kategorik olarak düşman olmayı savunmuyoruz. Bu kategorilere körü körüne (dogmatik-taklidi olarak) teslim olmamayı ve eleştirel olmayı ifade ediyoruz. Dinler, mevcut insani-ahlaki değerlere saygı duymanın yanında, daima vicdanın/şuurun-bilincin, aklın, düşüncenin ve eleştirinin ayık, tetikte, eşikte, külyutmaz, uykusuz olmasını önermişlerdir. “Emr olunduğun gibi, dosdoğru ol” (11/112) emrine muhatap olan Hz. Muhammed’in, her tekil durumda/amelde/ilişkide “doğru olan hangisidir?” kaygısı ile saçları ağarmıştı: “Beni Hud suresi ihtiyarlattı” (Hadis)
İnsanın kendini (vicdanını) kandırmasının örneği Kur’an’da şöyle geçer: “Onlara: “Toplumda kötülük/fesat çıkarmayın” dendiğinde, “Biz, sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat edin, onlar, bozguncudurlar; fakat kendileri, bunun şuurunda/farkında değiller.” (2/71). “Sana, yaptıklarında en büyük zarara uğrayanları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları –dünya hayatı peşinde koşarken- heba olmuş kişilerdir. Fakat kendilerine sorarsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104). Benzer şekilde, içinde bulunduğu toplumun, insanı kandırması ise, insanlara yanlış yaptıkları söylendiğinde: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız.” (2(170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter.” (5/104) derler. Bu durum, genel olarak Şeytan’ın insanı “Allah (dolayımı/zannı) ile aldatması (31/33;35/5;57/14)” olarak ifade edilir.
2-Türkiye’den manzaralar
Politik bir ideoloji ve kategori olarak “Muhafazakârlık”, İngiltere’de Edmund Burke tarafından Aydınlanma ve Fransız Devriminin seküler değerlerine karşı dini değerleri muhafaza ederek modernleşmeyi savunma (piece-mail enginery= parça-başı mühendislik) olarak ortaya çıktı. Avrupa’da politik yelpaze de Liberalizm-Muhafazakârlık ve Sol/Sosyalist/Sosyal Demokrasi olarak şekillendi. Türkiye’de Devrimlerden, Tek Parti döneminden yani 1950’lerden sonra Demokrat Parti ile Sağ-Muhafazakârlık gelişmeye başladı: DP-AP-MSP (ve türevleri)-MHP-ANAP-AKP, Muhafazakâr çizgiyi ifade etmektedir. Bu çizgi, kültür devriminin yarattığı travmayı/kimlik krizini aşma çabasıdır.
Muhafazakârların politik alandaki dini-ahlaki değerler ile ilişkisine baktığımızda ciddi sorunların var olduğunu görürüz. Her şeyden önce, Türkiye Müslümanlığı/Anadolu İslam’ı; Sünnilik olarak “İnancın altı şartı (Amentü)”, “İslam’ın Beş Şartı”, “32 Farz” ve “İlmihal” Müslümanlığıdır. Yani, ibadet-i mersume/ritüeller (Namaz-Oruç-Hac-Zekat-Mevlit-Kandil-Hatim, Cenabet gezmemem, Domuz eti yememe) ve sakal, bıyık, cübbe, sarık, peçe, çarşaf, başörtüsü…gibi “kisve”ler ile “dindarlığın(Kimlik Teknolojileri)” doldurulduğuna ve büyük ölçüde tüketildiğine inanır. Alevilik ise: “Eline-Beline-Diline sahip ol” gibi, Sünniliğin tam tersine ahlaka vurgu yapmasına rağmen; Hz. Ali kültü ve “Cem” ayini etrafında oluşmuş bazı mitolojik inanç-ibadet ve adetlerden oluşur (Bektaşilik). Her hâlükârda, siyaset-iktisat ve hukuk gibi hayatın kallavi/esaslı alanlarında İslam’ın önemli bir parçası olan “Ahlak”a pek fazla rastlanmaz. Buralarda genellikle “Kitabına uydurma”, “Bir yolunu bulma” ve “Hile-i Şeriyye”ler egemendir. Bu üç deyim, Osmanlı-Türkiye toplumunun derin/tarihsel politik-hukuki-iktisadi “Habitus”udur.
Türkiye’de sekülerlik/çağdaşçılık(Atatürkçülük/Kemalizm), içi boşaltılmış veya ters çevrilmiş Sünnilik olarak yeni bir muhafazakârlıktır. Cumhuriyetin başlangıcında seküler ahlaki bir telos yaratılmaya çalışılmış; fakat Şerif Mardin’in belirttiği gibi pek başarılı olunamamıştır. Türk Sünniliğindeki “kişi kültü” ve onun etrafındaki ritüeller ve şekilcilik egemenliğini korumuştur.
Tarihten/Osmanlıdan gelen saltanat sistemi ve ganimet tutkusu ve fütuhattan gelen devletin toprak mülkiyeti (Miri Arazi-Tımar-Has-Zeamet), siyasi-bürokratik elitte “Kamu-Hukuk” nosyonunu geliştirmediği, tersine yok ettiği için; devlet malı üzerinde “keyfi tasarruf” yapma alışkanlığı/geleneği doğurmuştur (Arpalık, Vakıf, Ulufe, Haraç…) Bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Herkesin malı=Hiç kimsenin malı=Devletin malı= Sultanın mülkü=Allahlık (“Haydan gelen, huya gider”, “Devlet malı deniz; yemeyen keriz”). “Vakıf” sistemi, bunun değişik bir kod adıdır. Devlet malı, siyasi ve bürokratik elit/ekip tarafından yakınlara, yandaşlara hem de “Hayır” adı altında peşkeş çekilmektedir. Bu durumda “Bağış” ile “Rüşvet” çoğu durumda birbirine karışmaktadır. Bu gelenek, Cumhuriyet döneminde ve hâlâ devam etmektedir. Siyasetin Türkiye’de “cazip” olmasının arkasında devlette yoğunlaşmış iktidar-itibar ve ekonomik (gayri menkul-emlak) rant elde etme potansiyeli yatmaktadır. Oysa kamu hakkı, Kur’an’da “Hududullah-Hukukullah (Kul Hakkı=Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olarak İslam’ın bel kemiğini oluşturur. Lafa geldiği zaman, -Tanrı kast edilerek: “Bana her türlü günah ile gelin; fakat, “kul hakkı” ile gelmeyin” kutsi hadisi sık sık tekrarlanır. Fakat, etkisi pek yoktur.
Cumhuriyet, Osmanlı bakiyesi etnik ve dini topluluklardan organik bir vatandaş, millet/toplum yaratamadığından dolayı, toplumsal ve siyasi-hukuki-iktisadi hayatta “Biz”, genellikle etnik, dini (cemaat-tarikat-mezhep), hemşehri, akraba ve partizanlık olarak mafyöz ilişkiler tecelli etmektedir. Bürokraside “Biz”e çalışmayan veya “göz yummayan”lara aktif görev verilmemektedir. Son dönemde muhafazakârların kamu kaynaklarına karşı aşırı ihtirası, sekülerlere oranla geç kalmış olmaktan doğan bir “görmemişlik (mağduriyet-maduniyet)”tir. Askeri “Vesayet” rejimi dolayımı ile iki binlerin başına kadar kamu kaynakları onların kontrolündeydi. Olup-biten, bir el değiştirmekten ibarettir: “Biraz da biz ölelim”. Muhafazakârlar, rant uğruna Müslüman “Mahalle”yi, “TOKİ/Site/Rezidans-AVM’lere; merkezinde cami ve çarşı-pazarın olduğu namuslu/masum, orta boy “Kasaba” ve “Şehir”leri ise, tarımı öldürerek göç ile arsız “Kent”lere/Metropollere (Tecno-City) dönüştürdüler. Rahmetli Mimar Sinan ve Turgut Cansever’in mezarda kemikleri sızlıyordur.
Kemalist Devrim, yaptığı baskılarla 80 yılda Sünniliği güçlendirerek bir “Cemaat(Fetö)” ve bir “Parti(AK Parti) ile iki binlerde iktidara taşıdı. Yirmi yıllık iktidar performansı ise, onun içini boşaltarak ipini çekti ve devrimin ideolojisi ve kahramanı(Atatürk) yeniden keşfedilmeye başlandı.
3-Sonuç
Anadolu’ya pek gelemeyen Maveraünnehr’in (Türkistan) rasyonel teolojisi (Maturidilik-Hanefilik) ve Kazan(Kazakistan) ulemasının, onu geçen yüz yılın başlarında yenileme (Tecdit Hareketi) çabalarına rağmen; Sovyet-Rus devrimi, bunu akim bırakmıştır. Anadolu’ya gelen Tasavvuf ve Tarikatlar ile kurulmuş Osmanlı (“Derviş Devlet”) ve Anadolu halk İslam’ı ise, “Şeriat”a pek sıcak bakmaksızın, duygusal-hamasi kişi kültü (şeyh, veli, mehdi, kutup, gavs, baba, dede, fakı, hoca, efendi,lider…), yatır-türbe-anıt-mezar tapınımından kurtulamamıştır. Mehmet Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, bu çöküşün acı bir terennümüdür. Hâsılı, İslam’ın “İman”ı (akait-inanç değil) ve “Ahlak”ı, merhum Akif’in özlemi olarak (Asım’ın Nesli) –bir tecdit ile- diriltilmeyi beklemektedir. Merhum, Necip Fazıl (Türk İslam’ı) ile buraya kadar.
“Tanrı Öldü?” Allah Ne Durumda?”
Tanrı neden öldü?
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, miladi 4. yüzyıldan itibaren Roma imparatorluğu ve Kilise aracılığı ile Batı toplumlarına egemen olan Hristiyan Tanrı imgesinin (Teslis=Baba-Oğul-Kutsal Ruh) öldüğünü, çürüdüğünü, itibarını ve otoritesini yitirdiğini ifade eder. Bu (ölüm-öldürülme-çürüme) süreç sekülerleşme-modernleşme olarak ifade edilir. Heidegger, bu söz üzerine bir kitapçık yazmıştır ( Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü, çev: L. Özşar, Bursa, 2001). Heidegger diyor ki: “Bu söz, Batı tarihinin iki bin yıldır süregelen yazgısını dile getirir.” (s.15) Nietzsche’nin, Hristiyanlığı şöyle anladığını söyler: “Nietzsche için Hristiyanlık, Kilisenin tarihsel, dünyevi, politik bir görünümüdür. Kilisenin egemenlik iddiası Batı insanlığını ve Yeniçağ kültürünü biçimlendirmeyi de içerir. Bu anlamda Hristiyanlık, Yeni Ahit’e inananların Hristiyan’ca yaşaması ile aynı değildir. Hristiyan’ca olmayan (Latin-Pagan=Roma) bir yaşam, Hristiyanlığı onaylayıp onu güç aracı olarak kullanmıştır.” (s.20) Tanrı’nın ölümü ile meydana gelen değişmeyi de şöyle özetler: “Tanrı’nın ve Kilise Babalarının (papazların) sarsılan otoritesinin yerine “vicdan” otoritesi geçirilir. Aklın otoritesi, zorla kabul ettirilir. Toplumsal içgüdü ayaklanır. Duyuüstü (aşkın-metafizik) dünyanın yerini tarihsel ilerleme alır. Ahiretteki ebedi mutluluğun yerini çoğunluğun dünyadaki mutluluğu alır. İbadet istenci, yeni bir kültür yaratma ya da uygarlığın yayılması için cesaretlendirmeler ile çözülür. Bir zamanlar Tanrı’ya has olan yaratıcılık, insan eylemlerinin ayırt edici niteliğine dönüşür. Daha sonra da bir sıçrayışla işletmelerdeki girişimciliğe dönüşür.” (s. 21).
Bu ölümün nedeni üzerine E. M. Cioran, “Yeni Tanrılar” (çev: M. Erşen, İstanbul, 2017) adlı kitabında şöyle diyor: “Kilise, sadakat ruhu ile “yoldan çıkmışlar”ı yok etme yoluna gitti ve dört asır boyunca işkence gördükten sonra, on dört asır işkenceci olmaya soyundu. Uzun ömrünün sırrı/mucizesi budur. Şehitlerin öcü, hiç bu kadar sistemli, bu kadar şevkle alınmadı.” (s. 33-34), “Gaddarlık sermayesini çarçur eden bir Tanrı’dan artık kimse çekinmez; kimse ona saygı duymaz.” (s. 38), “Hristiyanlık, kendisi olmayan her şeye duyduğu nefretle teşekkül etti ve serpildi; bu nefret, kariyeri boyunca onu ayakta tuttu; kariyer sona erince, nefreti de sona erdi.” ( s. 39). C.G. Jung ise, Hristiyanlığın, insandaki hayvansı tabiatı aşırı derecede baskı altına aldığını ve Hz İsa’nın kendi içgüdüsel/doğal yanını yaşamayarak “psikolojik günah” işlediğini söyler. (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, çev: H. Aral, Ank., 2019, s. 284)
Ölümün faturası
Tanrının ölümünü, Nietzsche, “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” diyerek “çölleşme” olarak niteledi. (Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu. Çev: T. Oflazoğlu, İstanbul, 1997, s. 358). Martin Buber, “Tanrı Tutulması” olarak; K. Marx, “Katı olan her şeyin buharlaşması”, T.S. Eliot “Çoraklaşma” olarak niteledi. Tanrının yerinden edilmesinden sonra o boşluğu Hümanizm, Güç İstenci ve Aydınlanma olarak insan doldurdu. Bu dönemde yaratılan modern Teknoloji, “Ge-stelle=çepeçevre kuşatma (Heidegger)” olarak insanlığı “Tekno-city”lerde ipekböceği kozası gibi kafese kapattı. Batı, kolonyalizm/emperyalizm ile dünyayı sömürgeleştirdi. Kapitalizm yaratmış olduğu narsizm, şizofreni ve depresyon ile insanlığı kendi özüne yabancılaştırdı. Altmış milyon insanın öldüğü iki Dünya savaşı yaşandı. Faşizm ve Komünizm gibi iki insanlık dışı ütopya yaratıldı. Son olarak da paganizme-nihilizme (postmodernizm) teslim olundu.
Allah’ın durumu
a- Tarihte-teolojide Allah
Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna” (99 isim-sıfat) ile müminlere “Adalet ile yoğrulmuş Rahmet (Rahman)” olarak tanıtılan Allah, daha sonra teşekkül etmiş olan İslam İlahiyatında (İslami ilimler) değişik şekillerde tasavvur edilmiştir. Kelam ekollerinden Eş’arilik Allah’ı “Hikmetinden sual olunmaz” bir kral gibi tasarlamış (Kadercilik); Mutezile O’nu “Adalet” ile tasavvur etmeye çalışmış; Maturidilik ise, “Hikmet” kavramı ile bir tasavvur yaratmıştır. Tasavvuf, -Eş’ariliğe bağlı olduğu nispetle- Kâdir-i mutlak, Âlim-i mutlak ve Mürîd-i mutlaklığına bir de Merhamet eklemiştir. Felsefe, O’nu “Vacibu’l-Vücut” sıfatı ile -Yunan Felsefesinin etkisi ile- daha ziyade “ontolojik” bağlamda ele almıştır. Fıkha gelince, orada daha ziyade otoriter bir “Kadı” imgesi egemen olmuştur. Kelam, Fıkıh ve Felsefede ilişki, kavramlar aracılığı ile (itikat) kurulurken; Tasavvufta ilişki, canlı (ahval-makamat) kurulmuştur. Yalnız, Tasavvuf da öncelikle bir kavram/tasavvur barındırdığı için (Mutlak irade-Vahdet-i vücut), ilişkinin Kur’an çerçevesinde olduğu şüpheli/tartışmalıdır.
Kur’an’da Allah, değişik isim, sıfat ve fiiller ile insanlara tanıtılırken; O’nun ile kurulacak ilişkinin de ahlaki duygusal değerlilik yaşantılarına (huşu, haşyet, şükran, sevgi, korku, güven…) dayanan canlı bir “iman” ilişkisi olması gerektiği vazedilir. Bu ilişkiye ihtimam gösterilmediği takdirde yok olacağı ihtar edilir: “İman edenlerin Allah’ı düşünerek zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi gerekmez mi? Siz, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçtiğinden dolayı- kalpleri katılaşan gibi olmayın. Zira onlardan birçoğu fasık oldular.” (57/16). Kitap Ehli (Yahudiler ve Hristiyanlar), gerek Tanrı imgesini –yorum yolu ile- tahrif etmek; gerekse, zamanın geçmesi ile imanlarını “Akait” e dönüştürerek kaybetmeleri gibi, benzer bir durum Müslümanların başına da gelmiştir. Jung’un dediği gibi: “Bir içsel durum, bilinçli hale gelmediğinde, dışta “kader” olur.” (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, s. 273) Kur’an’da Allah ile kurulan canlı iman-amel ilişkisi “Takva” kavramı ile ifade edilir.
İslam’ın “Tevhit” vurgusu, siyasal alanda hilafet ve saltanat olarak (Zıllullahi filard) Sünnîlikte; İmam ve Ayetullah olarak da Şiilikte “Tek Adamlık”ın meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Oysa Kur’an, siyasette şirk koşmayı/şûrayı önermişti. (3/159,42/38). İbadet-i mersume/ritüeller (Namaz-Oruç-Hac) ile Ahireti satın alma itiyadında olan müminler, “kul hakkı”na pek fazla ihtimam göstermezler. “Hikmetinden sual olunmaz” yani “Kader” ve “Tevekkül” inancı ile kendinin birçok günahını Allah’a yüklemekten çekinmeyen müminler, “Haşâ” diyerek bazen de vicdanının sesini dinleyerek iftiradan kaçınır.
b- Günümüz İslam dünyasında Allah
İslam’ın özü/cevheri ile geçen yüzyılın başındaki mesafeyi Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum eserinde şöyle tasvir ediyor:
“Şehamet(yiğitlik) dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır;
Hakiki Müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.
Korkaklık, meskenet, dünyada sığmaz ruh-u İslam’a,
Kitabullah’ı şahit eyledim –gördün ya- dâvâma.
Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın!
Ne müthiş bir cesaret(hamaset) çarpıyor göğsünde Kur’an’ın!
O vicdan nerededir, lakin? O iman kimde var?…Heyhat!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyat!
O imandan velev pek az nasip olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!
O iman ittihat isterdi bizden, vahdet isterdi…
Nasıl “Bünyan-ı mersus(perçinlenmiş)” olmamız lazımsa gösterdi.
Peki, bizler ne yaptık? Kol kol olduk, tarumar olduk!
Nihayet bir basit bir çarpma ile düştük, yerle bir olduk!
O iman kuvvet hazırlamayı emretmişti… Lakin biz
“Tevekkelna(Sana tevekkül ederiz)” deyip, yattık da kaldık böyle aciz.
O iman, farz-ı katidir diyor tahsil –i irfanın…
Ne cahil kavmiyiz biz Müslümanlar, şimdi dünyanın!
O iman, güzel ahlakın en büyük hâmisi olmuşken…
Nemiz vardır faziletlerden; nemiz eksik reziletlerden?
…”(Mehmet Akif, Safahat. İst.1981.s 323)
Akif’in bunları söylediği tarihten itibaren yaklaşık yüz yıl geçti. Allah ile ilişkileri (iman içeriği-Allah tasavvuru) problemli olan Müslümanlar, o imanlarının gücü ile bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da; Tanrının ölümünün sonucu olarak ortaya çıkan atmosfer, iklim, çağın ruhu (zeitgeise) ve topoğrafya bütün yeryüzünü kaplamıştır: Teknoloji, ulaşım-iletişim, ekonomi (kapitalizm), şehir-mimari (metropol-tekno-city), toplumsal-politik örgütlenme tarzları olarak ulus devlet, milliyetçilik, kültürel psikoloji (kimya-halet-i ruhiye) olarak postmodernizm (paganizm-nihilizm). Böyle bir dünyada doğal olarak Allah, Müslümanlar için de büyük ölçüde “tutulmuş” veya “unutulmuş”tur. Yani canlı iman etmenin maddi (ayetler-doğa) ve manevi (mana-düşünme-duygu) koşulları zayıflamıştır. Hafızalarda mevcut olan tarihsel/teolojik Allah imge/tasavvurları ise, Batı tarafından politik ve ekonomik olarak sıkıştırılmış Ortadoğu’da-Selefîlikte “Orduların Rabbi” (Tevrat-Yahwe)’ne benzer hale evrilmiştir. Böyle bir Allah imgesine sahip olan İŞİD/DAİŞ, “Allahu Ekber” nidaları ile ibadethaneleri (Cami-Havra-Kilise) havaya uçurmaktadır. Diğer yerlerde ise, zayıf imgesellik (itikat-akait) olarak varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’ye gelecek olursak, burası, Allah’ın/İslam’ın/Şeriatın 1400 yıldır egemen olduğu coğrafya ile öldürülen Tanrı’nın (Batının) coğrafyasının sınır hattı ve savaş alanıdır. Burada Allah, seküler çevrede yaşlı/sakallı bir bilge (deizm); muhafazakârlarda “Bilge Kral” olarak hafızalarda varlığını sürdürüyor. Minarelerden okunan ezanlar, günde beş kez Allah’ı halkımıza hatırlatmaktadır. Halkımızın günlük konuşmalarında sık sık kullanmış olduğu: “Allah, Allah!”, “Allah var”, “Allah Kerim”, “Allah göstermesin”, “Allah geçinden versin”, “Allah yardım etsin”, “Allah kolaylık versin”…gibi ifadeleri, Allah’ın ülkemizde yardım, merhamet, misafirperverlik, adalet gibi ahlaki iyiliklerin kaynağı olarak insanların kalbinde yaşamaya devam ettiğini gösterir. Ancak canlı iman olarak O’nunla “ilişkiye” girmenin maddi ve manevi (psikolojik) koşulları büyük ölçüde zayıflamış durumdadır. Kur’an’da mevcut olan “Rahmet ile yoğrulmuş adalet (Rahman)” tasavvurunu, “Hikmetinden sual olunmaz” tasavvuru ile değiştirme sorunu, âlimlerin-düşünürlerin görevi/sorumluluğu olarak ortada durmaktadır. “Şah damarımızdan bize daha yakın olan” (50/16) O’nun ile canlı iman ilişkisine girmek ise, -zor koşullara rağmen- insanımıza kalmıştır.
Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme
Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme, “Bir Kitap, Bir Yazar’ programı, 5.10.2019, Server Vakfı, Ankara
Türkiye’de Zayıf ‘Kamu’ Bilincinin Teolojik Kökleri Üzerine
– TANIM
Kamu kavramı, hem hukuki hem de siyasal bir kavramdır. Siyasal anlamı politik süreçte kerameti/kutsiyeti, otoritesi kendinden menkul “kişiler (Papa-Kral)” yerine, herkesin/toplumun doğrudan politik süreçte sorumlu-aktif olmasını ifade eder. Hukuki olarak da, herkesin, eşitlik ve adalet prensipleriyle, haklarının hukuki/yasal kurallar ve kurumlar ile garanti altına alınmasıdır. “Siyasi kamu, vatandaşların oluşturduğu bir kamusal topluluğun, müzakereye dayalı kanaat ve irade oluşumunu sağlayacak iletişim koşullarını temsil eder. Kamusal tartışma, devletin uygulamaları ile bağlantılı konularla ilişkili olduğunda, bir siyasi kamudan söz ederiz. Devlet, “kamusal” olma vasfını kamuyu gözetme, yani bütün hukuki toplulukların ortak iyiliğini sağlama görevine borçludur… Siyasi meşruiyetin kaynağı, bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değildir; daha ziyade, bu iradenin (özgürce) oluşması, yani bizzat müzakere edilme sürecidir. Meşru bir karar, sadece genelin iradesinden çıkmış olmasından dolayı değil; genelin müzakeresinden çıkmış olmasından dolayı meşrudur.” (M. Erdoğan. “Kamu Alanı ve Liberalizm” Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm, Ankara, 2006. s. 278-279). Avrupa’da bu sürecin Kilise ve Krallıkların mutlak monarşilerine karşı gerçekleşen Fransız İhtilali ve Demokrasi teorisinin gelişmesinden sonra gerçekleştiği bilinmektedir.
– TEORİ/TEOLOJİ VE TARİH
Kur’an’da kamuyu ilgilendiren politik sorunların, toplumun iştiraki ile çözülmesi gerektiği tavsiye edilmiştir: “Onların kamusal işleri (emruhum), aralarında (beynehum) şura (ortak müzakere ve oydaşma) iledir.” (42/38). Hilafet döneminde bu tavsiyeye, tereddütlü bir uyma çabasından kısa süre sonra, Bizans ve Sâsani devlet geleneğine yani Saltanata/Padişahlığa kayıldığı bilinmektedir. Ekonominin büyük ölçüde tarımsal üretime bağlı olduğu bu dönemde Hz. Ömer’in fethedilen toprakları gazilere/ahaliye dağıtmayıp, devlet mülkiyetine vermesi, halkın yönetim sürecine katılmasını zayıflatırken; siyasi iktidarın/saltanatın gücünü alabildiğine artırmıştır. Devletin kendini Din (Tanrı) ile dolayımlaması (Zıllullah), herkese ait olan mülkiyeti ve devleti Halifenin/Sultanın emrine vermiştir. Özel mülkiyet, özgürlüğün ve hukukun temelidir. İslam imparatorluklarında toprak mülkiyetinin devlet ağırlıklı olması, bireysel özgürlüklerin ve Hukuk Devletinin gelişmesini engellemiştir. Bunların, Avrupa’da Burjuva sınıfının Feodalite/Derebeyliği, Kilise ve Krallığa karşı verdiği mücadele ile geliştiği bilinmektedir.
Kamu, hukuki bağlamda Kur’an’da “Hududullah/Hukukullah” kavramı ile ifade edilir. Sanıldığı gibi “Hukukullah”, iman ve ibadetler olarak Allah’ın hakları değil; kamunun, halkın, herkesin hakkı (Kul hakkı-Tüyü bitmemiş yetimin hakkı) bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu alanda da adaletin gerçekleştirilmesi talep edilmiş ve bu adalet dağıtma işi (Dağıtıcı adalet), bir “emanet” olarak “ehil” kişilere verilmesi istenmiştir. (4/58). Tarihsel olarak, politik ve ekonomik/mülkiyet bağlamında olmasa da, hukuki bağlamda “Kamu” alanı ve hukuku ilk defa Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Wael Hallaq’ın ortaya koyduğu gibi, “Şeriat” kavramı ve kurumu, hukuk alanında İslam toplumlarında her dinden, mezhepten ve ırktan insanın haklarını devletten bağımsız olarak Rahman olan Tanrının tavsiyesine uygun olarak Ulema ve Kadılar tarafından korunmuştur. (W. Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. S 173 vd.)
İmparatorluk yıkılıp “Ulus Devlet” icat edildikten sonra siyaset de hukuk yapmak da egemen politik iradenin (ulusun) eline geçmiştir. Batıda yaklaşık yüzyıl süren totaliter ulus devlet aşamasından sonra Avrupa’da demokrasiler gelişmeye başlamıştır. Bu aşamada geliştirilen “Kuvvetler Ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı)” ilkesi, Kamu kavramının ve bilincinin temelidir. İslam imparatorluklarında Yürütme/siyaset, saltanatın tahtında; yargı, ulemanın; yasama ise, ulemanın ve sultanların ortak yetkisindeydi. Avrupa’da Burjuva sınıfının öncülüğünde Ulus-Devlet ortaya çıkınca, Kilise ve Krallık devre dışı kaldı ve bu süreçler önce totaliter devlet döneminde siyasi erkin kontrolündeydi; sonradan birbirinden ayrıldı. Avrupa’da Hukuk Devletinin gelişmesinde Aristo’dan beri Avrupa’nın felsefi gündeminde olan “Dağıtıcı Adalet” fikrinin önemli bir katkısı olmuştur. Adalet idesi, dağıtıcı adalet ile özdeş görülmüştür: “Bu özdeşleştirme, öncelikle dağıtım fikrine ekonomi alanını aşan bir kapsam verildiğini varsayar. Adalet açısından bakıldığında bütün toplum rollerin, görevlerin, hakların ve ödevlerin, avantajların ve dezavantajların, yararların ve yükümlülüklerin dağılımı olarak görülür… Meselenin tarihinin diğer ucunda ise John Rawls’u aynı girişim içinde buluruz. O da, en elverişli durumda olanın avantajının artmasının en elverişsiz durumda olanın dezavantajının azaltılmasıyla telafi edilmesini talep ederek, eşitsiz paylaşımlardaki adalet ile eşitlik denklemini kurtarmak ister. Rawls’a göre yasa karşısında eşitlik ilkesini tamamlayan ikinci ilke budur… Böylelikle, adaletin meşru biçimciliğini/kesinliğini ikinci kez nitelemiş ve onu yalnızca yargı pratiği olarak değil; hakların ve yararın herkesin avantajına hakkaniyetli biçimde paylaşım ideali olarak tanımlamış oluyoruz.” (P. Ricoeur, Sevgi ve Adalet, çev: A.U. Kılıç. İst. 2016. S 23- 24.) İşte Avrupa’da ve Amerika’da devlet kuvvetleri olan yasama, yürütme ve yargıyı “dağıtan” gerekçe budur.
– İSLAM DÜNYASI VE TÜRKİYE’DE DURUM
İslam toplumlarındaki ulus devletler, Avrupa’nın yüzyıl önceki totaliter devlet aşamasında kalmışlardır. Ne Demokrasi, ne de Hukuk devleti gelişebildiği için “Kamu” kavramının siyasi ve hukuki boyutları olabildiğince zayıftır. M.A. Cabiri’nin dediği gibi: “Hz Osman’dan Kaddafi’ye kadar egemen olan kod, zorla gelip zorla (öldürülme) ile gitmektir.”
Türkiye’ye gelecek olursak, İmparatorluk çöktükten sonra bir Ulus Devlet olarak kurulmuştur. Tek Adam, Tek Parti dönemlerinden sonra, bürokratik askeri vesayet, kamunun hem siyasi hem de politik alanlarını etkisi altına almıştır. İki binlerden sonra legal ve illegal (kumpaslar) yollardan askeri vesayet bertaraf edildikten sonra, ilk on yılda nispi olarak kamunun siyasi ve hukuki alanı genişlemiştir. (Demokratik seçimler-Avrupa Birliği uyum yasaları). Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ve başkanlık sistemine geçişten sonra tekrar bu alanlar zayıflamaya-daralmaya başlamıştır. Karizmatik kişi/lider kültü büyüdükçe, kuvvetler ayrılığı ilkesi zayıflamaya başlamıştır. Politik hayatımız ‘adam tutmak’, hukuki hayatımız ise, devlet dairelerinde ‘adam bulmak’ üzerine kurulmuş durumda. Önünde herkesin (kamu) eşit olduğu kanun, yasa, hukuk, kurum ve kurallar oluşturmayı başaramıyoruz vesselam.
Türkiye’de Dinin Ocağı Sönüyor mu?
Teolojik Arka plan
Dinî duyarlılığın (iman-amel) biri bireysel-ahlaki, öteki sosyolojik-kurumsal olmak üzere iki ocağı mevcuttur. Bireysel ahlaki ocağın kaynağı insanın vicdanı-kalbidir. Dinin temeli olan “İman” , “ibadet” ve “ahlak” buradan neşet eder. İkincisi ise, dinin toplum hayatında kurumsallaşması sonucu oluşan mezhep, tarikat, cemaat veya bürokratik olarak Kilise, Havra, Şeyhu’l-İslamlık, Diyanet…dir. Birinci kaynağın aktif olması, müminlerin sürekli düşünsel, duygusal, sezgisel (teemmül, tedebbür, tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür) bir çaba göstermelerini gerektirir. Şu Kur’an ayeti, bu gerçeği ifade eder: “İman edenlerin, Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikati(düşünmekten) dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine Kitap verilip de (Yahudiler-Hristiyanlar) üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların birçoğu fasık kimselerdir.” (57/16) Mezhepler teşekkül edip, aradan 1400 sene geçince İslam’ın başına da aynı şey gelmiştir. Müminler, -biraz çaba gerektiren- sürekli iman tazeleme-etme yerine, belirlenmiş “itikad”lara salik olmuş; amellerini de vicdanlarına göre (düşünerek-gerekçeli ve duyarak) değil; “fetva”lara ve “kitaptaki yerlerine” göre taklit yolu ile ezbere ve alışkanlık ile işlemişlerdir: İlmihal dindarlığı(İslam’ın Beş Şartı, Amentü ve 32 farz). Bu tarz bir dindarlık, hiç yoktan iyidir; fakat, aktif vicdanın ortaya koyması gereken/ideal dindarlık(Takva) değildir.
Mutlak hakikate kesin olarak ulaştığına inanç veya bir yoruma körü körüne/dogmatik olarak bağlılık (entegrizm, fanatizm, bağnazlık, yobazlık, partizanlık, militanlık…) ile dini metinleri hiçbir (gramatik, mantıki-ahlaki) kurala bağlı kalmadan, keyfine göre köpürterek yorumlamak, dinlerin üstesinden gelemediği başlıca iki büyük felakettir. Duvarı nem, insanı gam, dinleri din adamları-dindarlar ve teologlar çürütür.
Peygamber/Vahiy ile kurulmuş dini tecrübelerin başına gelen iki büyük tehlike daha vardır: 1- Kurucu tecrübe döneminden sonra araya uzun zaman girince canlı “İman”ın, ölü (dogmatik-kör) “itikada(Amentü)” dönüşmesi. İtikat/inanç-tasdik ile canlı imanı Kur’an şöylece birbirinden ayırır: “Araplar dediler ki: “İman ettik”. De ki: “Henüz iman etmediniz; “Teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz sizin kalplerinize girmemiştir.” (49/14). 2- Zamanla yorum yolu ile sahih öğretinin “tahrif” edilmesi. Şu ayetler, bu gerçeği ifade eder: “(Yahudiler ve Hrıstıyanlar), dinlerini parçaladılar; her mezhep de kendi yorumundan emindir.” (23/53) “ Şu dinlerini (yorum yolu ile tahrif edip) parçalayanlar var ya, senin (Hz. Muhammed) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” (6/159). Bu olgusal durum, evrensel İslam’ın her üç fraksiyonunun (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) başına gelmiştir.
İmanın “canlı” olması gerektiği gibi, bir de “sahih/doğru (hak-sırat-ı müstakim) olma problemi vardır. Yahudilere yapılan şu eleştiri, bu gerçeği ortaya koyar: “Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” (2/93). Bu durum, yanlış yorumlarla Hristiyanlık ve İslam’ın da başına gelmiştir (mezhepler). Dinler mezhep/yorum olmadan tarihsel yolculuklarına devam edemezler. Ancak, yorumu dondurmak-mumyalamak, dinlerin hakikatini öldürür. Sürekli yorum (içtihat) yolu ile tecdit (update) edilmeleri gerekir. Bu durum, akarsu ile durgun (göl) su arasındaki farka benzer: “Akarsu, pislik tutmaz.”; ancak, durgun su kokar.
Türkiye’de Pratik Durum
Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde, İslam’ın kurumsallaşmış hali olan hilafet (siyaset), hukuk (şeriat) ve tarikat (tekke-zaviye) da çökmüştü. Merhum Mehmet Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, bu çöküşün terennümüdür. Yapılan kültür devrimleri ile bu kurumlar ilga edildi. Ancak, tarikatlar, yeraltına çekildi. Halkın Namaz-Oruç-Hac gibi dini ibadetlerini deruhte etmek için de “Diyanet” teşkilatı kuruldu. Halkın yaşadığı dini mağduriyeti ikame etmek için “Cemaat”ler kuruldu (Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık…). 1949 da İlahiyat Fakültesi, 1950’lerden itibaren “İmam-hatip” liseleri kurulmaya başlandı. Yetmişlerden itibaren siyasette de din kristalleşmeye başladı (Milli Görüş). Cumhuriyet döneminde din, Türkiye’de Tarikat-Cemaat, Diyanet, İlahiyat, İmam-Hatip ve Siyasette varlığını sürdürmektedir. Bu kategorilerde dinin varlığını sürdürme şekilleri kabaca şöyledir:
1- Tarikat ve Cemaatlerde din, kişi kültü etrafında, taklit yolu ile zikir-ibadet ve grup dayanışması-çıkar saikleri ile varlığını sürdürmektedir.
2- Diyanette din, örgütsel düzeyde bürokrasi-meslek; halk düzeyinde ise ritüel/ibadetler (Namaz-Oruç-Hac-Zekât) düzeyinde varlığını sürdürmektedir. Ancak, bu ibadetlerin rutine/alışkanlığa bağlanması, onların doğurması gereken kamusal ahlakı intaç etmemektedir. Tersinden, “İslam’ın Beş Şartı”nı doldurduğu için, Ahlaka yer kalmamaktadır.
3- İlahiyat Fakültelerinde din, meslek (Akademisyen) olarak icra edilmekte ve düşünce üretme, geleneksel dini düşünceye kritik olarak bakma yerine, onun tekrarı ve estetize edilmesi olarak sürmektedir. Bendeniz, doksanlardan itibaren kaleme aldığım “Allah’ın Ahlakîliği Sorunu”, “Sabit Din Dinamik Şeriat”, “Sünniliğin Eleştirisine Giriş”, “Dine Yeni Yaklaşımlar”, İtikattan İmana”… adlı kitaplarımda kritik bir kaygıyı taşımaktayım.
Geleneksel “Âlim-Ulema” tipi, daha organik iken (“Allim, mecceanen; kemâ ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi; karşılıksız öğret.”); Akademisyen tipi, daha profesyoneldir.
4- Siyasette din, Devrimlerin yaratmış olduğu mağduriyeti dile getirerek, muhafazakârların “rövanş” duygusunu tatmin etmekte; İktidar olmaya vesile olduğu için de, iktidardakilerin devletin ekonomik imkânlarına erişmesini sağlamaktadır. Muhalefette/siyasette dindarlık söylemi, “dürüstlüğü” ifade-îmâ ederken, etmiş iken; iktidara gelince elemanların iman ve ahlak performansına göre, görece epeyce bir vatandaş nezdinde bozulmayı-fiyaskoyu ortaya çıkarmıştır.
Dinin Türkiye’de taşıyıcı teolojisi ve kurumları taklide dayalı olarak arkaik, taklidi olduklarından dolayı, yeni kuşaklarla iletişim kuramamakta ve yeni kuşaklar, yaşlılara oranla dine fazla itibar etmemektedirler. Bunun sebebi gayet basittir. Çünkü Sünni teolojinin kavramları yenilenmemiştir (Tecdit). Genç kuşaklar sosyal medya ve internet yolu ile din konusunda çeşitli ve yeni bilgilere ulaşmakta; oysa sosyolojik çevrelerindeki kişiler ve onların din dili ve dinsel kurumlar, hayli arkaik kalmaktadır. Felsefe ve Bilimin dili karşısında din dili yani teolojik dil, bunların meydan okumalarına gerekli cevabı üretebilmiş değildir. Dindar olduğunu iddia edenlerin, gerek iktidarda, gerekse sosyal ortamlarda ortaya koydukları iman ve ahlaki performansı da, yeni kuşakların dine olan ilgisini azaltmada önemli bir rol üstlenmiştir: “Bunlar, müslümansa; ben, müslüman değilim” sözünü sık duymaya başladık.
Küresel düzlemde Teknolojinin gelişmesi ve insanları çepeçevre kuşatması, kapitalist-seküler yaşam tarzının yaygınlaşması, postmodern (nihilist) felsefelerin revaç bulması, son iki yüz yıldır dünyadaki dini atmosferi (zeit-geise=çağın ruhu) giderek zayıflatmaktadır. Yüz yıl önce Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ve “çöl (sekülerlik-dinsizlik) büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin” sözleri; Marx’ın: “Katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey sekülerleşiyor.” uyarısı; Martin Buber’in “Tanrı Tutulması” kavramı; Alman şair Hölderlin’in dile getirdiği : “Tanrıların göçüp gitmesi” ve İngiliz şair T.S Eliot’un “Çorak Ülke” şiiri… bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Dinin bireysel ahlaki ocağı insanın kalbi-vicdanı olduğu için, Kur’an’ın kavramsallaştırması ile kalbin katılaşmasının, paslanmasının, hastalanmasının, taşlaşmasının… “geçici/dönemsel” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kurumsal ocaklarından Hristiyanlığın kilise ocağı söndüğü gibi; İslam (Sünni-Şii) dünyasındaki ocakların (tarikat-cemaat, camii, diyanet, ilahiyat, imamet, siyaset) da alevi-ateşi (imanı-ahlakı) sönmüş; insanları ısıtmayan-ışıtmayan; ancak boğucu kara dumanlarının tütmesi-tütsüsü sürmektedir. Kur’an, insan vicdanını alevlendirecek bir potansiyele sahiptir; ancak Türkiye’de ve İslam dünyasında İslam’ın ocaklarının da sönüp sönmeyeceği, müminlerin kalplerinin, vicdanlarının, bilinçlerinin performansına bağlı olacaktır.
Toplum ve Devlet Hayatında Siyaset ve Hukukun Yeri
Siyaseti, yeni bir toplumsal formasyon-devlet oluşturma ve onu koruma-kollama faaliyetlerinin bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Hukuk ise, bu toplumsal formasyonun kalıcı iç düzeni ve nizamıdır. Toplumsal yaşam için siyasetin zorunluluğu ve lüzumu ne ise, hukukunki de odur. Örneğin, Allah, yedinci yüzyılda Arap yarımadasında (Mekke-Medine civarında) Hz. Muhammed öncülüğünde Vahiy (Kur’an) aracılığı ile yeni bir toplumsal formasyon (Müslümanlık-Müslüman toplum) oluşturma girişiminde bulunmuştur. Bu yapı, -siyasal bağlamda- kendi dışına karşı tebliğ ve cihat-kıtal faaliyeti ile oluşurken; kendi içinde emaneti ehline (liyakat) vermek, şura, adalet ve maslahat ilkeleriyle oluşmuştur. Hukuki bağlamda ise yeni toplum Allah ile bir sözleşme (Misak); müminlerin kendi aralarında ahlaki-hukuki bir nizam (Hududullah-Hukukullah) ve gayri müslimler ile yine bir hukuk (ahit-akit) oluşturmuştur. Gayri müslimler ile Medine’de ‘Birlikte Yaşama (Ümmet)’nın raconu ise, yine bir hukuk metniyle tescil edilmiştir (Medine Vesikası).
İslam tarihinde “Hilafet-Saltanat” siyasi faaliyeti ifade ederken; “Şeriat” siyasal iktidardan bağımsız olarak sivil ulema tarafından “Hukuk”u ifade ve ifa-icra etmiştir (“Şeriat’ın kestiği parmak, acımaz”). Müslüman toplumların tarihi, bir yandan siyasetin hukuku baskılama çabası olarak gerçekleşirken; diğer taraftan da Hukukun(Şeriat), siyaseti baskılama tarihi olarak görülebilir.
Avrupa toplumları -siyasal bağlamda- kendi içi ve aralarında uzun süren din, ırk, sınıf, çıkar savaşlarından sonra, “Toplum Sözleşmesi” teorisiyle İnsan Hakları, Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Devleti formasyonlarını geliştirerek bugünkü nispî barış ortamına kavuşmuşlardır. Yani Avrupa (AB) ve ABD, -dünyanın gerisinden farklı olarak- kendi içinde “Hukuk Devleti” yaratmayı başarmış politik formasyonlardır.
Osmanlı imparatorluğu dağıldıktan sonra kurulan ve halkı Müslüman olan devletler, siyasal birer formasyon olmayı başarırken; toplumlarının gönüllü iç barışını oluşturacak hukuki nizamlar oluşturamamışlardır. Siyaset, hepsinde dominant, ana belirleyici unsurdur. Bu devletler, Avrupa’nın başardığı gibi, siyaset yapmanın uzlaşımsal bir raconunu da (Demokrasi-Laiklik, Kuvvetler ayrılığı…) geliştirememişlerdir. Siyaset kişi kültü, kabile, ordu, din, aile, tek parti gibi “Kuvvet-Karizma” unsurları ile yapılmaktadır. Siyaset, doğası itibarıyla ‘Güç istenci’nin aktüelleşmesi ve “Şeytanlığın (Kibir)” kolayca içeriğine nüfuz edebileceği bir faaliyet türü iken; hukuk, Rahmaniyetin (adalet-insaf) yeryüzünde tecelli etmesidir. Siyaset, olay ve icat çıkarır, yaratır; hukuk, ona şekil ve nizam verir. Bir futbol maçında takımların ‘başarı’ için kıran kırana mücadelesi, siyasete benzerken (güç istenci); ‘hakemlik’ müessesesi, hukuku ifade eder.
Türkiye’ye gelecek olursak, -politik bağlamda- Cumhuriyet, bir dizi radikal siyasal kararlar (devrimler) ile yeni ve seküler bir toplum oluşturmak için kurulmuştur. Toplum, yerli ahali (Türk-Kürt) ile birlikte Balkanlar ve Kafkaslardan Anadolu’ya sığınmış Müslüman anasırdan oluşmuş; etnik olarak hetorejen bir yapıdadır. 1924-1950 arası Tek-Adam ve Tek Parti ile geçmiştir. Daha sonra 1960-2000 arası yarı demokratik-laik bir askeri ‘vesayet’ dönemi olmuştur. Devrimlerle içerlemiş olan katı muhafazakâr halk, bir taraftan cemaat ve tarikatlar ile rejimin sek laik tutumuna karşı kendi kadim kimliğini korumaya çalışırken; diğer taraftan da, 1970’lerden itibaren “Milli Görüş” adıyla kendini siyasette görünür kılmaya çalışmıştır. İki binli yılların başından itibaren gömlek değiştirerek (takiyye) AK Parti’yi oluşturan muhafazakârlar (cemaat ve siyaset), siyaset ile vesayet rejiminden ‘rövanş’ almaya başlamışlardır. Daha sonra da aralarında politik-teolojik ihtilaf vuku bulmuş, ‘Cemaat’ kanadı, ‘Parti/Siyaset’ kanadına askeri bir saldırıda bulunmuştur (15 Temmuz). Bu saldırıyı savuşturan siyasal parti kanadı, ondan sonra siyasal erkin “istisna (Olağanüstü Hal)” oluşturma yani parlemanto dışı kanun koyma hakkını kullanarak katı bir ‘siyasal’ refleks içine girerek, kendi siyasal müttefikleriyle (Cumhur İttifakı), siyasal muhaliflerine (Millet İttifakı) karşı mücadeleye girişmiştir.
Bu arada, 1980’lerden itibaren PKK terör örgütü, devlete karşı silahlı-siyasi bir başkaldırı hareketine kalkışmış; devlet de, bu terör hareketi ile mücadele etmeye devam etmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye devleti ve toplumu, ideolojik, etnik ve mezhepsel olarak hetorojen bir yapıda olduğu için, sonuna kadar ‘siyasal’ makamda kalmakta ve bir türlü iç barışını oluşturacak bir ‘hukuk düzeni’ kuramamaktadır. Umarım, Hz. Muhammed’in Medine’de ve Batının kendi içinde kurduğu gibi bir ‘Toplum Sözleşmesi’ ve ‘Hukuk Nizamı’ kurmayı başarabiliriz. Medeni olmanın raconu ‘siyaset’ değil; ‘Hukuk’ nizamı kurmaktır. Benim ‘Rahmani Siyaset’ veya ‘Evrensel Ümmetçilik’ dediğim şey, siyasetle birlikte evrensel bir hukuk oluşturma çabasıdır.
Din ve Devlet İlişkisi
Din ve Devlet İlişkisi 28.12.2018, Telakki Sosyal Bilimler Platformu, Ankara
Şükreden ve Küfreden Düşünme
Şükreden ve Küfreden Düşünme Üzerine, Ankara Düşünce Atölyesi, 28.7.2019