Konu:Değişim,Dinamizm ve Din (Kuran’da Toplumsal Değişme Olgusu)
Tarih: 19.2.2020 Çarşamba, Saat:19.30
Yer: İnsan ve Hizmet Vakfı, Gazi Mah. Silahtar Cad., No:54, Yenimahalle/Ankara
Konu:Değişim,Dinamizm ve Din (Kuran’da Toplumsal Değişme Olgusu)
Tarih: 19.2.2020 Çarşamba, Saat:19.30
Yer: İnsan ve Hizmet Vakfı, Gazi Mah. Silahtar Cad., No:54, Yenimahalle/Ankara
1-Sorunun Kaynağı:
İslam’da özel mülkiyet esastır. Mülkiyet, yeteneklerimizin bir uzantısından başka bir şey değildir. Beden, özgür irade, vicdan (ahlak kapasitesi) ve mülkiyet, denenmenin esası ve “emanet” olarak ilahi bağışlardır. Şeriatın maksatları canı (beden), malı (mülkiyet), özgürlüğü (onur), aklı (düşünme) ve din tercihini (“Dinde zorlama yoktur” 2/256) korumaktır. Meşru-helal kazanç yolları emek, üretim/icat, iş/hizmet, ticaret (alış-veriş), hibe ve mirastır. Vergi (zekât), zorunlu; infak, -günümüzde istihdam yaratmak gibi- gönüllü ibadet-ahlaki sorumluluklardır. Helal kazancın esprisi, hakkaniyet ve ötekine zarar vermemektir. Gayri meşru-haram kazanç yolları, para babalarının yoksullara verdiği tüketim kredisine uyguladıkları temerrüt (kat kat) faizi (Riba) olarak tefecilik, şans oyunları (kumar), gasp, hırsızlık ve kara borsa (tekelcilik)dır. Haram kazancın esprisi ise, tembellik, tesadüf, gasp/zorbalık ve spekülasyondur. “Mallarınızı aranızda haksız yollardan yemeyin” (2/188) tavsiyesi, genel bir ilke olarak bunu ifade eder. Kur’an, dönemin genel bir kabulü olan “haklı savaş”ta elde edilen ve genelde menkul mallar olarak “ganimet/enfal”ı helal saymışken (8/1,41…); yoksulların, zenginlerden almak zorunda kaldıkları tüketim kredisi anlamındaki Riba (tefecilik)’yı haram saymıştır (2/275,278, 4/161). Meşru yollardan özel mülk edinmenin herhangi bir sınırı yoktur. Örneğin Karun, mülkiyetinin miktarından dolayı değil-hazinelerinin anahtarlarını birkaç kişi ancak taşıyabiliyordu-; zorunlu vergisini (zekât) vermediği ve gönüllü infak etmediği için eleştirilmiştir (28/76-79). İslam, Mekke gibi bir ticaret şehrinde tüccarların; Medine’de ise, üretime dayalı tarım ve hayvancılık yapan bireylerin önderliğinde kurulmuş bir dindir. Pazar ve piyasa serbesttir: (“Deve, bir akçe; götür oğlum. Deve, bin akçe; getir oğlum.”). Tekelcilik, karaborsa (istifçilik) ve faizcilik haramdır. Arapların başka bir özelliği olan “çapulculuk” yapmaları, ganimet peşinde koşma ve fütuhat yapmada tarih boyu kendini sürdürmüştür.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra fethedilen topraklar, “Ganimet/Enfal” sayılarak, -gazilere özel mülk olarak dağıtılma yerine- , Hz. Ömer tarafından “zenginlik, belli ellerde toplanan bir kartel/tekel oluşturmasın” (8/41) gerekçesi ile “Devlet Malı” statüsüne dönüştürülerek eski sahiplerine “kira”ya verildi (Haraç). Özel mülkiyete önem veren Kur’an’ın genel ilkeleri açısından bakacak olursak, buna gerek yoktu. Bu, yanlış bir içtihattır. Durduk yerde, yani Müslümanları topraklarından çıkarmak üzere veya din yüzünden (müslüman oldukları için) onlara savaş açmamış toplumlara (60/8-9) salt “kâfir-müşrik” olduklarından dolayı sürekli savaş açmak veya onları sürekli “düşman” belleyerek (Daru’l-Harp) ülke-toprak “fehetme”nin ahlaki meşruiyetine (?) girmeden; fethedilen ülkede özel mülkiyete dokunmadan, devlet, özel mülk sahiplerinden vergisini alabilirdi. Oysa yeni durumda “Devlet Mülkiyeti” Tanrı, Sultan ve Herkesin “sahipliği (temellükü)” dolayımı ile tarih boyu korkunç bir gasp-yağma ve istismar kaynağı olmuştur. Oysa Allah, şöyle demişti: “İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek hükümdarlara vermeyin.” (2/188).
Özel mülkiyet, özgürlüğün ön şartıdır. Özel mülkiyeti olmayanın özgürlüğü olmaz. Kendi mülkiyeti üzerinde –meşru yollardan- tasarrufta bulunmak, özel mülkiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. İslam toplumlarında “Kamu Hukuku”nun gelişmemesinin sebebi, devlet mülkiyetini esas alarak özel mülkiyetin sınırlandırılmasıdır. Siyasi irade (İrade-i Şahane), yani Halife veya Sultan, devlet malı üzerinde keyfine göre/serbestçe tasarruflarda bulunmuştur. Hayır görünümlü “vakfetme” ve “peşkeş çekme”, bu keyfiliğin ürünüdür. Siyasi iradenin (halife-sultan) şahsi kararlarının, kamusal alanda “hukuk” sayıldığı bir yapıda; “Hukuk”un anlamının, “örgütlenmiş adalet” olmaktan çıkarak bozulmasının, insanlık tarihi boyunca temel iki saiki olmuştur: “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik” ( Frederic Bastiat, Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S 17).
2-Ahlaki Yozlaşmanın “Kılıfı” olarak Yasa/Kanun (Hukuk)
19. Yüzyılda yaşamış ünlü klasik iktisatçılardan Fransız Frederic Bastiat, devlet müdahaleciliğinin yaygın olduğu bir ekonomik düzende çıkar gruplarının “rant kollama “ eğiliminin artacağını ve sonuçta bir “yasal soygun” sisteminin toplumda sistemleşeceğini söylemiştir. Böyle bir sistemde maalesef hukuk, bireylerin meşru hakları olan beden, özgür irade ve mülkiyet haklarının kolektif organizasyonu (Hukuk) olmaktan çıkıp; temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır (s. 16). İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve yaşar. Bunu yaparken, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç, mülkiyetin meşru kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek de yaşaması mümkündür. İşte yağma (rant, ganimet, gasp, hırsızlık, soygun…) budur. (s.17). Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu, çalışmaya tercih ettiren beşeri (içgüdüsel) eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, (genellikle) tek bir insan (Başkan-Sultan-Halife-Kral…İG) veya bir grubun (örneğin: Belediye meclisinin. İG) elindedir… İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan (içgüdüsel) ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığında, adaletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun kendisinin, sonunda nasıl adaletsizliğin yenilmez silahı haline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi tespit sayesinde hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü; özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay kavrayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine olup; elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır (s.18). Planlama, düzenleme, koruma ve teşvik bahanesiyle, siyasi irade, “yasal düzenleme” ile mülkiyeti birilerinden alarak başkasına geçirmekte; toplumun tümüne ait zenginliği –veya kamu arazilerini-İG- çiftçi, imalatçı, gemi sahibi, sanatçı, tiyatrocu (ve de cemaatçi, tarikatçı. İG) gibi az sayıda insana aktarmaktadır. Bu şartlarda her sınıfın, hukuku kendi hâkimiyetine alarak gasp etmekten başka ne düşüneceğini sanıyorsunuz? (s. 24) Kardeşlik ve gönüllülük kavramları (İman-İnfak-İG), bir birinden ayrılamazlar. Özgürlük, hukuken yok edilmediği ve adalet, ayaklar altına alınmadığı sürece, “kardeşliğin”, hukuken nasıl dayatılabileceğini anlamak mümkün değildir. (s.32). Tesadüf ettiğiniz her hangi bir felsefe, politika, tarih ( ve de Fıkıh. İG) kitabını açıp bakınız. Klasik erdemlerin çoğu –ve de sosyalizmin anası olan- düşüncelerin, nedenli kökleşmiş olduğunu görürsünüz. Hepsinde işlenegelmiş olan temel fikir, beşeriyetin hayatı, organizasyonu, ahlakı ve refahı, devletin gücünden alan cansız bir hammadde yığını olduğudur. Daha vahimi, bu erdemlerde dejenerasyona mütemayil beşeriyeti kurtaracak tek gücün, kanun yapıcının sihirli ve gizemli eli olarak takdim edilmesidir. Yaygın klasik düşünce, toplumun kendi iradesinin (dışında ve) ardında her zaman –kerâmeti kendinden menkul. İG- “Hukuk” veya “Kanun Koyucu” denilen bir gücün var olduğu düşüncesini sistemli olarak telkin etmiştir. Başka bir terminoloji ile ifade edersek, tartışılmaz etki ve yetkiye sahip bazı isimsiz kişi veya kişilerin temsil ettiği bu güç, insanlığın hareketini sağlayan, denetleyen ve onu geliştiren vazgeçilmez bir güç olarak görülmüştür (s.42).
Bastiat’ın, kitabında işaret ettiği, hukuk yolu ile veya “hukuk” adı altında siyasi iradeye özel mülkiyet üzerinde ekonomik tasarruf yetkisi vermenin doğurabileceği tehlikelerin bir kısmı, özetle böyledir. Merak edenler, -aynı zamanda bir Sosyalizm eleştirisi de olan- bu küçük hacimli kitabı okuyabilirler. Ben, Bastiat’ın görüşlerinin, Kur’an’ın özel mülkiyet görüşü ile paralel olduğu kanaatindeyim.
Osmanlıda devlet arazilerinin padişahlarca istedikleri kişilere “Arpalık”; “Vakıf” adı altında, Tarikatlara ve şeyhlere de “hayır” adına “peşkeş” çekilmesi, devletin güvenliği açısından ciddi sorunlar ve tehlikeler çıkarmıştır. Tarihçi Zekeriya Işık, “Devlet ve Tarikat” (İst.2017), “Tekkedeki İktidar” (İst.2017) ve “Şeyhler ve Şahlar” (İst.2017) adlı bilimsel araştırmalarında bu gerçeği, mufassal ve müdellel bir şekilde genişçe ortaya koymuştur. Işık, “Tarikat” örgütlenmesinin, siyasal iktidar açısından muhtemel tehlikelerini şöyle özetlemiştir: 1- Şeyhin tartışmasız dinî ve dünyevi bir lider (Gavs-Kutup-Mehdi…) olarak bütün saygınlıkları, hürmetleri ve coşkun bağlılık duygularını şahsında toplaması; başka bir deyişle, “ihvan” topluluğu için şeyhe “biat”ın, devlete/sultana olandan çok daha öncelikli ve güçlü olması. 2- Şeyhin, dünyadan elini eteğini çekmiş, mistik bir şahsiyet görüntüsü altında, ne zaman alevleneceği hiç belli olmayan cezbeli bir takım ilahî yetilerle donatıldığına inanılması. 3- Tarikat topluluğunun, toplumun diğer kesimlerinden daha güçlü bağlar ile bir birine kenetlenmiş olmaları ile toplumun tümünden politik olarak ayrılmış, bölünmüş olmaları. 4 – Tarikat ve devlet, aynı dinsel ideolojiye dayanmalarına rağmen; aralarında “teolojik” farklılıkların ortaya çıkması ile iç çatışma ihtimalinin belirmesi. (Fetö ve 15 Temmuz Darbe girişimi hatırlansın. İG). 5- Tarikat topluluğunun sayısının, nerede ve ne kadar olduklarının ve gelecekte neler yapabileceklerinin devlet tarafından tam anlamıyla kestirilememesi. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.102-107). Belli bir organize güce ulaşmış olan tarikatların ancak siyasi hamleler yapma potansiyeli taşıyabileceğini anlamak mümkündür. ”Güç Eşiği” kavramı ile kastedilen, bir tarikatın, bir devlet ve toplum içerisinde yatay ve dikey olarak eriştiği mürit ağı, bu bağların siyasi, askeri ve sosyal statülerinin yoğunlaştığı katmanları, tarikatın ulaştığı sosyal, ekonomik güç düzeyi, coğrafi olarak yayıldığı alan, taraftar ve sempatizan sayısı gibi durumlardır. Eğer bu veriler, istenilen düzeye ulaşmışsa, devlet idaresinden ve toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek tehditlere karşı konabileceği ya da tarikatın önüne çıkabilecek fırsatlara ulaşabileceği kanaati, bu tarikat merkezinde ve çevresinde oluşmakta; dolayısıyla “Güç Eşiği” aşılmış olup, her an siyasi bir isyana dönüşebilmektedir. (Babailer isyanı), Şeyh Bedrettin’in, Erdebil Tekkesi ve Kuleli Vakasının (Nakşilik)…hamleleri, bunun örnekleridir. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.109). Biz, bunlara 15 Temmuz Fetö darbe girişimini de ekleyelim.
3-Türkiye’de Emlak ve Emsal Rantiyeciliği
Osmanlının bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, Devlet arazisi ve vakıf mülkiyeti hayli fazla/büyük bir devlet olarak kurulmuştur. Özel mülkiyetin hayli zayıf olduğu bu yeni yapıda siyasi irade (Tek Parti), bir taraftan KİT’leri kurarken; bir taraftan da özel sektörü geliştirmek için yani kanun kılıfı ile –istediklerine- finansal kaynak (teşvik-sübvansiyon) ve arazi ve emlak transferleri yapmıştır. 1950 sonrası sağ-muhafazakâr iktidarlar da, bir taraftan sanayileşmeyi sürdürürken; diğer taraftan popülist kaygılarla bu devlet arazilerini kendi yandaşlarına vermeye devam etmişlerdir. İki binler sonrası Ak Parti iktidarında inşaat sektörü ağırlıklı ekonomi politikasında kamuya ait arazilerin taraftarlara (partili, tarikat, cemaat) devri ile (“Ne istediler de, vermedik?” sözü hatırlansın) emlak rantı devam ettiği gibi; bir de “Emsal (Kat Yüksekliği)” rantı yaratılmıştır. Siyasi İktidar (politikacılar, bürokratlar ve taraftarlar) merkezi yönetimde ve belediyelerde “Emsal” denen hukuki kılıf ile “havadan” para kazanılmaya başlanmıştır. Bir işadamının itirafı ile belediye meclisinden geçirilen “Emsal “artırımı kararı (hukuki kılıf) ile bir anda yüzlerce daire sahibi olunabilmektedir. Emsal kılıfı ile şehirlere yapılan şey, Tanrı’nın hibesi ve herkesin hakkı olan gökyüzünün, ufkun, sonsuzluk imgesinin, ışığın, güneşin, ayetlerin, rüzgârın, temiz havanın gök-delen/söken, gök-örten, gölge eden, ufuk karartan… binalar ile satılması ve şehre-halkına ihanet edilmesidir. Tipik bir “rant” mekanizması olan “TOKİ’ler ile yapılan, insanların ayağının yerden/topraktan, bahçeden kesilmesi; İslami ve insani bir formasyon olan, ve yüz yıllar boyunca geliştirilen iskân/mesken, ikâmetgâh yeri olan “Mahalle”nin yani komşuluğun (“Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”-“Komşusu aç olduğu halde, tok yatan bizden değildir.”), dayanışmanın, yardımın, sosyal kontrolün yok edilmesidir. “Gecekondu”, -mimari olarak kötü-, yoğun göç akınının-sökümünün yoksul/çaresiz, fakat hâlâ insani ve mahallenin devamı idi. TOKİ, 1930’ların Fransız taklidi olan “Apartman”ın “Blok”, “Site”, “Rezidans” olarak daha da yabancılaşması ve sosyalliğin kaybıdır/katlidir. Mimar düşünür rahmetli Turgut Cansever, iki binlerin başında bu emlak rantiyeciliğini şöyle eleştirmişti: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunun en yaygın şekilde ahlaki değerlerinin dışına iten rüşveti, her türlü suiistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla bir arada yaşamaya mahkûm edildi. Sonra her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp, bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini inşa ettikleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanlarını sizin tekzip etme imkânınız yok.” (Turgut Cansever. Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. S. 140)
Kur’an emek, üretim, ticaret, miras ve gönüllü bireysel hibeye dayanan özel mülkiyeti kabul etmiş; rant’a dayanan “Riba”yı yasaklamıştır. Hilafet ve Saltanat rejimleri “Fütuhat” ile elde edilen toprakları devlet mülküne dönüştürerek, istismara açık muazzam bir “Rant” kapısı açmışlardır. Bunun üzerine yaratılan “fıkıh” adaleti, özgürlüğü ve ahlakı yok eden ve yozlaşmayı doğuran bir “Hukuki kılıf” olmuştur. İmparatorluklar tarihi, böyle geçmiştir. Bugün de aynı durum devam etmektedir. Oysa elin gavuru (Batı-Avrupa), kamu rantları alanında kılı kırk yaran muazzam bir “Hukuk” geliştirmiştir. Bir ev sahibi olmak için devlet bankasından alınan kredinin faizini “Riba” sanan dünün “Hayız-Nifas Uleması” ve bugünün İlahiyatçıları, Emlak ve Emsal rantları, emek sömürüsü ve sendikal haklar söz konusu olunca, dut yemiş bülbüle dönmektedirler.
1- Sorun
Sayın Cumhurbaşkanımız, sarayda muhtarlara yaptığı bir konuşmada şöyle dedi: “Değerli kardeşlerim, çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım. Sevgililer sevgilisi peygamberimiz: “Küllüküm râin ve küllüküm mesulün an raiyyetihi (Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinden mesulsünüz)” buyuruyor. Mesele bu. Bunu, anlayan anlar; anlamayan anlamaz. Anlamayanların geldiği yer belli. Biz, işimize bakarız.”
Sünnilerce “Sahih” kabul edilen Buhari, Neseî, Ebu Davut ve Ahmet b. Hanbel’in Hadis kitaplarında geçen bu Hadis, İslam toplumlarının 1400 yıllık ve hâlâ devam eden siyasal kodudur. Bu kodun, Türk siyasal hayatında etkin bir tarihi vardır: “Türk siyasal iktidarında başka bir şeyi ifade etmek üzere kullanılsa da “Çoban Sülü” diye bir deyim var; ama çobanlık, yapılan işin niteliği anlamak için yerinde. Yerinde, çünkü sağ muhafazakârlığın “lider imgesi” ve liderin yapıp ettikleri kitle ile ilişkileri ile çobanın “kendi” sürüsüyle kurduğu ilişki neredeyse benzeştir. Sürüdeki her ferdin adını, meselesini, ilişkilerini, akrabalık bağlarını bilir; bunu önemser ve hissettirir. Sürü, ilgilenildiğini bilir; kendisine uzatılan elin dönemlik değil, sürekli olduğunun farkındadır. Burada Greklerin aksine, çatışma ve çelişkileri önlemek üzere “norm ve kuralları” geliştirmek değil; sorunun ortaya çıkmasını baştan engellemek üzere koşulan bir enerjinin varlığı söz konusudur. (Ahmet Çiğdem, Mucizenin Etik Uğrağı. Ank. 2019. S 97) Siyasal atmosfer ve iklim, islam dünyasında olduğu gibi, Türkiye’de de bu kod altında çalışmaktadır.
2- Sorunun Kaynağı,
Âbid Cabiri, “İslam’da Siyasal Akıl” adlı çalışmasında Fransız siyaset felsefesi düşünürü M. Foucault’dan esinlenerek Yunan-Batı ve Doğu-Ortadoğu toplumlarında siyasal kodun farklılığı üzerinde durur. Câbiri, şöyle diyor: “Foucault, hükümdar veya başkandan “sürü”yü güden “çoban” üreten tasavvurun, Yunan veya Roma düşüncesindeki yaygın tasavvurlardan olmadığını belirtiyor. O, Fransızca metninde koyun, sığır ve sürü terimlerini kullanıyor. Biz ise, Arapçada aslında hayvan güden anlamında “Ra’î” ve güdülen hayvan anlamında “Ra’iyye” sözcüklerini kullanıyoruz. Bununla birlikte, Homeros’a nispet edilen bazı metinlerde bu tasavvurun bazı izleri bulunuyor. Ancak, siyasetle ilgili temel Yunan ve Roma metinlerinde kesinlikle yoktur. Öte yandan bu tasavvuru, eski Doğu uygarlıklarında, Mısır, Asur, Filistin’de çok yaygın olarak görüyoruz. Sözgelimi Firavun bir çoban olarak görülüyordu: Taç giyme törenlerindeki özel kutsamalar çerçevesinde “çoban” sopasını kuşanırdı. Babil hükümdarı ise, çeşitli sanlar arasında “insanların çobanı” sanını da kullanırdı. ”Çoban” sanı, sadece Hükümdarlara özgü değildi; Tanrı için de kullanılırdı. Babil’iler, Tanrılarını, insanları otlağa götüren ve beslenmesini sağlayan bir çoban olarak görüyorlardı. Firavun Mısırında, tanrıya yaptıkları dualardan biri de şuydu: “Ey bütün insanlar uyurken uyanık kalan tanrı, sürünün en iyisi ile doyuran sensin.” Foucault, şu eklemeyi yapıyor: “Burada hükümdar ile tanrının her ikisine de “çoban” sözcüğünün kullanılarak birlikte söz konusu edilişi, zorunlu bir şeydir. Çünkü ikisi de aynı işi yapıyordu; güttükleri sürü aynıydı. Hükümdar, en büyük çoban olan tanrının yaratıklarının işlerini yürütmek üzere uykusuz kalan bir çobandır. Bunun için dualarında tanrılarına şöyle sesleniyorlardı: “En büyük koruyucu! Yeryüzünün korunmasını ve beslenmesini sağlayan sensin! Bizi otlağa götüren sensin. Her iyiliği sağlayan sensin.” (M. A. Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl. çev: V. Akyüz. İst. 1997. S.75)
a- Câbiri, M. Foucault’nun Doğu toplumlarında siyaset alanında işleyen “çoban-sürü ilişkisi” ile Yunandaki siyaset düşüncesinin arasındaki farkı dört madde halinde aşağıdaki gibi özetlediğini söyler:
b- Öncelikle eski Doğu düşüncesindeki çobanın otoritesini, bir sürüye uygulandığı halde; eski Yunan düşüncesinde ise, “sürü”ye uygulanmamakta; yeryüzüne uygulanmaktadır. Böylece, Tanrılar ile insanlar arasındaki ilişki iki coğrafyada birbirinden ayrılıyor. Yunan düşüncesinde tanrılar, yeryüzüne maliktirler ve bunun sayesinde insanların kaderlerine hükmederler; oysa eski Doğu düşüncesinde tanrı, kullara maliktir, onlara yeryüzünü verir veya vadeder.
c- Çobanın görevi, sürüyü toplamak ve yönetmektir. Hiç kuşkusuz, Yunan düşüncesindeki siyasi başkanın görevi, “kent” içinde barış ve güvenliğin yürürlükte olmasını sağlamak, birlik ve uzlaşmayı sağlamaktır.
d- Doğu düşüncesindeki çoban, sürünün esenliğini sağlar; Yunanlılar ise, tanrıların kenti kurtardığını söyler. Çoğu kez, erdemli başkanı, gemiyi kayalardan uzakta tutup karaya oturmaktan kurtaran kaptanla karşılaştırırlar.
Greklerdeki kent başkanının kararları herkesin yararı için olmalıdır. Başkan olarak görevi, ona bunu zorunlu kılıyor. Görevinden sapıp, kendi çıkarlarını gözetirse, kötü bir başkan oluyor. Kamu çıkarlarını gözetmesinin sonucu olarak eriştiği karşılık, halkın onu ölümsüzleştirmesidir (kahraman-hero). Çoban ise, sürü için, “görev” düşüncesinden değil; “içtenlik (bağlılık-sorumluluk)” dürtüsüyle hareket eder. Sürüsüne bağlıdır. Onun için uykusuz kalır; sürekli işi budur.
Foucault, Hristiyan ortaçağ Avrupa’sında Kilise kontrolündeki devletin ve ona başkaldırarak kurulan modern “Ulus-Devlet” mantığının, -Hristiyanlık ve Kilise aracılığı ile (İG)- Doğu düşüncesindeki “çoban-sürü ilişkisi”ne hâlâ derinden bağlı kaldığını belirtir. (Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl. S. 76-80). Nitekim bu kodun genel hegemonyası altında olan Hz. İsa’da: “Ben, yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim” (Matta.15. Bölüm. 24. Cümle/ayet.) demiştir. Peygamberimizin mezkûr hadisi de, aynı kodun dile gelmiş halidir.
3- Sorunun Çözümü
Arap yarımadasının derin tarihi olan Güney Arabistan’da, Yemen bölgesinde Yunan koduna yakın siyasal bir kod daha mevcuttu. M.Ö II veya III. bin yıllara dayandığı rivayet edilen ve Sebe Krallığından da önce gelen “Main Krallığı”nda siyasal yönetim tarzı Yunan site yönetimlerine ve Roma devlet yapısına yakındı: Kur’an’da Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara tavsiye edilen “Şura” ilkesi, bu geçmişten geliyor olmalı: “Krallık yönetiminde şehirlerin özel bir yeri vardı. Bu sistemde her bir şehir küçük bir krallık gibidir. Kendine has ilahları ile anılan bu şehirler, merkezi yönetime bağlı olarak işlerini “istişare” meclisleri aracılığı ile yürütmekte idiler. Başkent Main dışında Berakış, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harîm, Lûk, Kumne, Beydâ, Nesca, Nestum, Magusum, Yemendeki önemli şehirlerden sayılmaktadır. Bunların dışında “Kebir” unvanını taşıyan ve doğrudan kralı temsil yetkisine sahip yöneticilerin yer aldığı “Eyalet” vardır. Bu kimseler, siyasete doğrudan müdahale etmeyip, yetkilerini sadece krallığın ve halkın hukuki meselelerinin çözümünde kullanmaktadırlar. Ayrıca devlet yöneticilerinin katıldığı ve siyasi mali ve hukuki işlerin görüldüğü “Müseddet” adı verilen “Senato” meclisleri vardı. Nitekim ortaya çıkarılan kitabeler, ülkede kralın otoritesi yanında, halk ve kabile meclislerine temsil gücü tanıyan bir düzenin geçerli olduğu görülmektedir.” (Mehmet Kelpeten, İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan. İst. 2016. S. 33)
Main krallığından sonra kurulan “Sebe Krallığı”nda da benzer bir yapının olduğu Kur’an’dan anlaşılıyor. Bir Yahudi Kralı olan Hz. Süleyman’ın mektup yazarak tehdit ettiği Sebe Melikesi, tipik Doğu despot krallarının neler yapabileceğini tahmin ederek (27-Neml/34), “senato”yu toplantıya çağırmış ve onlara şöyle demiştir: “Ey yetkililer, durum hakkında bana görüşlerinizi söyleyin. Sizler olmadan, sizlere danışmadan ben bir karar veremem.” (27-Neml/32).
Kur’an’da Hz Muhammed’e kamu işlerinde “istişare” yapmasının tavsiye edilmesi (3-Âl-i İmran/159) ve Müslümanların bütününe kamusal işleri aralarında “Şura” ile çözmelerinin emredilmesi (Şûra-42/38), kamusal/politik işlerin (emr) ehline/uzmanına, liyakatlisine (Nisa-4/58) verilmesi, böyle bir politik atmosfer ve geçmişten geliyor olmalı. Ayrıca Bakara suresinin 104. ayetinde müminlerin Hz. Muhammed’e “Bizi güt (ra’inâ)” deme yerine, “Bize ihtimam göster, gözet, bak (unzurna)” demelerinin tavsiye edilmesi, yine bu politik atmosferin ve geçmişin yansımasıdır. Ancak, Müslümanlar, Pers ve Bizans’ın etkisi ile Muaviye ihtilalinden sonra Doğu’nun ve Ortadoğu’nun kadim ve etkin “çoban-sürü ilişkisi”ne (saltanat) tekrar geri dönmüşlerdir: “Bizde “çoban”ın bir tek olduğuna pek az dikkat edilir. Sayıları az bile olsa, bir tek sürüye karşı çobanların sayısının artması, çoğunlukla tanrıların çoğalması gibi algılanır. Dolayısıyla, din alanındaki “şirk”in kabul edilebilir ve makul olmayışı gibi; yönetici de, yönetilen de, yönetimde “ortaklık”a siyaset alanındaki küfür ve ilhad olarak bakarlar.” (Cabiri, İslamda Siyasal Akıl,81). 1400 yıl boyunca İslam toplumlarında ve yakın Osmanlı tarihinde bu kod etkinliğini sürdürmüştür.
Cumhuriyet döneminde de Saltanat ve Hilafeti lağv ettikten sonra geçtiğimiz “Tek-Parti” dönemi, arkasından gelen “Askeri Vesayet” ve onu illegal yollardan yıkıp yerine geçmek isteyen bir “Korsan Çoban(mehdi(fetullah)” olayı, hep bu kodun değişik tecellileridir. Oysa Kurumsal-Hukuki “norm” geliştirme olarak ortak akla dayanan Anayasal Demokrasi, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik ve Hukuk Devleti, Avrupa’nın ve ABD’nin, uzun süren ve acılı deneyimlerden sonra geliştirdikleri, toplumsal maslahata uygun siyasal aparatlardır. Yönetimin kültürel ruhu ise, yönetenlerin ve yönetilenlerin kimliğine göre değişebilir. Örneğin, eğer Müslüman iseler, “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” olur. “Makasidu’ş-Şeria/Şeriatın maksatları” (Malın, Canın, Din özgürlüğünün, Aklın/düşüncenin, Onurun korunması) ile “Devlet”in meşruiyeti (rejön de ta) aynileşir.
İlhamice
Bir zamanlar akademisyendim; şimdilerde daha ziyade düşünür oldum. “Filozof” olmanın kibrini biliyorum. Atina’nın/Yunan’ın/Batı’nın “ontolojik/metafizik” düşünme tarzıdır. Kendime yakıştırmam; ancak Kur’an’ın, tefekkür, taakkul, tezekkür, tedeb-bür, tafakkuh ve ibret alma fiilleri ile sıradan sokak insanını ahlak/din konularında “düşünür” yapmaya çalıştığını bilerek, sıradan “düşünür” olduğumu iddia ediyorum. Bu düşünme tarzı, Hz. İbrahim ile başlayan Kudüs’ün-Mekke’nin “ahlaki” düşünme tarzıdır. Buna Heidegger’den esinlenerek: “Şükreden Düşünme” diyorum.
Teorik/Tarihi/Teolojik Çerçeve
İtibar, tek kelime ile saygınlık demektir. Tek tek insanların, kurumların, devletlerin ve milletlerin saygınlığı. Bunun, ne ile ve nasıl temin edileceği hususunda insanlık tarihinde iki yol belirlenmiştir. 1- İtibarın zenginlik, ihtişam, görkem, şatafat, dev-âsâlık, gösteriş, mağrurluk, görgüsüzlük ile. 2- Hakikat, adalet, tevazu, merhamet, diğerkâmlık ve tabii/doğal, sade, özlü, dürüst, otantik, basit, yalın, naiv, asîl olmak ile. Birincisi, ontolojik; ikincisi, etik itibar anlayışıdır. Birincisi, şöhretli olmayı; ikincisi, şerefli/onurlu olmayı hedefler.
Kur’an’da kıssaları anlatılan politik figür olarak Firavun (Piramitler), ekonomik figür olarak Karun (Hazineler) ve dinsel bürokrasi figürü olarak da Hâman (Mabetler) birinci tarz itibar anlayışının sembolleridir. Örneğin, Hz. Musa’nın kendine –mucizeler ile- uyarıcı olarak gönderildiği Firavunlardan biri: “Hz Musa’yı yalanladı ve isyan etti; sırtını dönüp, hızla uzaklaştı; adamlarını topladı ve onlara: “Ben, sizin en yüce rabbiniz değil miyim?” dedi.” (79/21-24). Karun olayını ise, Kur’an şöyle anlatır: “ Karun, ziynet ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: “Keşke Karun’a verilen ihtişam-servet, bize de verilseydi; şüphesiz o büyük bir görkem-ihtişam sahibidir.” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi ameller işleyenler için Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır; ona da ancak sabredenler kavuşur.” dediler.” (28/79-78). “Malı biriktirmeyi sevmek” (89/20), “Yığınla mal harcamakla övünmek” (90/6), “Kendini ölümsüzleştireceği vehmi ile mal toplayıp onu sürekli hesaplamak” (104/2-3) ve “tekâsür (çokluk-bolluk-zenginlik) ile övünmek” (102/1-2) bu itibar anlayışının tezahürleridir.
Dini “temsil” ettiğini iddia eden “Hâman” figürünün Yahudilikteki temsilcileri olan “Haham”ları Hz. İsa şöyle eleştirmişti: “Din bilginleri ve Ferisiler, Musa’nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerimin tümünü yerine getirin; ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri, kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması zor yükleri, başkalarının omuzlarına koyarlar da; kendileri, bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin: muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye; Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda (halkı) selamlamaktan ve insanların kendilerini “Rabbi” diye çağırmalarından zevk alırlar…” (Matta-23. Bölüm). Ne yazık ki, Kilise ve Papazlar, Hahamların içine düşmüş oldukları durumun aynısına kendileri de düşmüştür: “Papazlar: “Haklıyım, çünkü burada (böyle) yazıyor.” diyorlar ve bunu arkadan utanmazca yapılan yorumlar izliyor. Bu yorumları bir filolog duyduğu zaman, öfke ile gülme krizine tutulup kendine tekrar tekrar soruyor: “Bu, mümkün mü? Bu gerçekten yakışık kalır mı? Bu doğrultuda hâlâ Protestan minberlerden ne namussuzluklar yapılıyor. Vaiz, nasıl da kimsenin sözünü kesmemesinin avantajlarını terbiyesizce sürdürüyor. Burada olduğu gibi, İncil, nasıl da oradan buradan kırpılıp, her türlü berbat okuma (tefsir) sanatı ile halka öğretiliyor.”(F. Nietzsche. Tan Kızıllığı. Çev: H. Salihoğlu-Ü. Özdağ. Ankara. 1997. s. 71)
İslam filozofu el-Kindi de, kendi döneminin din adamlarını şöyle eleştirmiştir: “ Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde ettikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı şey ise, artık kendinde değildir. Kim din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Gerçek varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onları “küfür” ile itham edenin, din ile ilişkisi kalmamıştır.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. çev: M. Kaya. İst, 2006, s.142). Ünlü Türk halk bilgesi Nasrettin hoca ise, bu tarz itibar arayışını: “Ye kürküm, ye” deyimi ile kınamıştır.
Hz. Musa’nın muakkipleri olan İbrani/Yahudi Kralları Davut ve oğlu Süleyman, -kendileri, hikmet verildiği için- Tevrat’tan ve Kur’an’dan takip edebildiğimiz kadarı ile güç ve zenginliklerini doğru kullanmaya gayret etmişlerdir. Hataları da yok değildir. (21/78-82, 38/21-26)
İkinci itibar anlayışının temsilcileri ise Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve onların izinden giden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali… dir. Örneğin: İran’dan gelen bir heyet, Halife Hz. Ömer’i –Sarayda bulabileceklerini sanarak- ağaç gölgesinde uyurken gördüklerinde, şok olmuşlardır. Bu itibar anlayışını, bilge Lokman şöyle ifade eder: “ Yavrum, yapılan iyilik hardal tanesi kadar olsa, bir kayanın için de olsa, göklerde, yerin dibinde de olsa; Allah, onu hesaba katar. Yavrum namazını kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle, başına gelen musibetlere sabret… , insanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme, sokaklarda böbürlenerek yürüme, mütevazı ol, eşekler gibi anırarak/bağırarak (yüksek sesle=çünkü içgüdü-kızgınlık-hınç alametidir) konuşma…”(31/16-19). Hud peygamber de, kavminin birinci tarz “itibar” anlayışını şöyle eleştirmiştir: “Siz, her yüksek tepeye bir anıt yapıp boş şeyler ile eğleniyorsunuz; içinde ebedi olarak yaşayacakmış gibi sağlam kaleler/yapılar/saraylar yapıyorsunuz; (düşmanlarınızı)tutup yakaladığınız zaman, zorbaca yakalıyorsunuz.” (26/128-130). Özetle, Tanrı-Din, nicelik peşinde değil; nitelik (ahlak) peşindedir.
Muaviye’den itibaren İran ve Bizans’ın siyaset ve itibar anlayışı -“Saltanat/Krallık” olarak- Müslümanlara geçmiştir. Bugün de İslam ülkelerindeki yönetimler, Muaviye’nin izinden gitmektedirler. Câbiri’nin teşhis ettiği gibi “Kabile-Ganimet ve Akide” İslam siyasal aklının bin dört yüz yıllık genetik kodu haline gelmiştir. İslam Dünyasında milyonlarca insan acından kıvranırken; müslüman olan Brunei sultanının, kendini altın ile tartması; Suud ve Körfez krallıklarının ve sayın Erdoğan’ın “itibar” anlayışları, bunun göstergeleridir.
Muhafazakâr İktidardan “İtibar” Örnekleri
İstanbul’da bir sürü saray, Ankara’da mevcut bir “Köşk” varken; Ankara’da yeni bir “Saray” yapmak, ilk tezahürdü. Marmaris’e ve Ahlat’a birer saray daha eklemek, bu itibar anlayışının devamı olarak geldi. Saraya 108 metrekare yek-pare Hereke halısı sermek, Sarayın bahçesine kışın donmayı engellemek için alttan elektirikle ısıtılan tropikal ağaçlar dikmek… ve bilumum saray/protokol harcamaları, “itibar” örnekleri olarak kabul edilmektedir. Katardan 450 milyon dolarlık özel uçak satın almak, her biri 3.5 milyon Avroluk, özel çelik zırhlı Mercedes otomobiller almak… yine bu itibar anlayışının tezahürleridir.
Devâsa Havaalanları, Köprüler ve Şehir hastahaneleri yapmak, bir yanıyla bu ihtişam-görkem-dev-âsalık (itibar) anlayışının tezahürüdür Sanayi-Üretim-Yatırım-Teknoloji veya Burjuva sınıfı yaratma ihtimalinin olmadığı bir zeminde (Bunlara geç kalmış bir ülkede) bu yönelim, anlaşılır bir tutumdur. Bu inşaat/rant ekonomisinde “akide/hizmet-kabile ve ganimet” iç içedir. Halka “hizmet” olsun diye –yap, işlet, devret modeli ile- yapılan bu yatırımların “Rantabl=kârlı” olmadıkları -çünkü zararlarını halk vergileri ile ödemektedir-; ancak, siyasi-bürokratik ekip ve müteahhitler için oldukça “rantabl” olduğu görülmektedir.
İletişimin geldiği mevcut aşamada hâlâ “Dev” mitingler düzenlemeye devam etmek, devasa kapalı konferans salonları inşa etmek ve buralarda nutuk atmak, Çamlıca tepesine “Kubbesi miğfer; minareleri süngü; cemaati asker” olduğu düşünülülen devasa Çamlıca camisi ve benzerleri inşa etmek; dünyanın üçüncü büyük eğlence parkı olarak inşa edilen ve geçenlerde elektrik faturalarını ödeyemediği için kapılarını kapatan “Anka-Park”; Antalya’da inşa edilen- ve bugün âtıl durumda olan- dünyanın en büyük “Expo-Fuar”ı; Türkiye veya –en azından- İstanbullular ile konuşmadan, onlara sormadan (istişare etmeden), 4-5 milyon insanı Anadolu’dan koparıp deprem kuşağına, 16 milyonluk İstanbul’a ekleyecek olan devâsâ/Çılgın “Kanal İstanbul” rant projesi…., itibarı, görkem-şatafat olarak görmenin ürünleridir. Bunların yerine, Güney Kore’nin yaptığı gibi, icad çıkarma veya imitasyona dayalı iki üniversite kurup, bunları iki şirkete(Samsung-Hundaı) monta etselerdi, üretim yapmış ve ekonomik gelir elde etmiş olurduk.
Sonuç
Sonuç olarak, ekonomisi kırılgan, son derece düşük asgari ücretle ve düşük emekli maaşı ile hayata tutunmaya çalışan milyonlarca insanın ve hiç iş bulamayan milyonların yaşadığı bu ülkede, siyasi ve bürokratik elitin, bu tarz bir “itibar” anlayışı, “israf”tır.
Prof. Dr. İlhami Güler – Paçozluk İnsanları Dinden Uzaklaştırıyor – Bidebunuizle Programı – 11.12.19
Konu: Kamu Vicdanı ve Ahlak
Türkiyem Tv Politik Magazin Programı – 09.12.2019
1-Teorik-Teolojik çerçeve
İnsan, genel olarak geçmişine, geleneğine, kültürüne, toplumuna, atalarına, alışkanlıklarına bağlı olarak yaşar. İlahi dinler/peygamberler, insanı bu uyku durumundan uyandırarak kast-ı mahsus, şuurlu, sorumlu, iradeli ve vicdanlı olmaya çağırırlar. Ancak çok geçmeden insanlar yine bildiğini okumaya başlarlar (dogmatizm-taklit). H. Bergson, bu iki farklı tutumu “Statik Din” ve “Dinamik Din” olarak ayırmıştı. Nietzsche, bunu insanın tarihe karşı iki farklı tutumu olarak: “Koruyucu-Anıtsal Tarih” ve “Eleştirel Tarih” şeklinde kavramlaştırmıştı. Spinoza, durumu: “Kitleler, Tanrıyı kandırma peşindedir.” diyerek ifade etti. Ali Şeriati, “İnsanın Dört (Tarih-Toplum-Tabiat-Ego) Zindanı” olarak kavramlaştırdı. Kur’an ise: “Ataların Yoluna Körü Körüne Uyma” olarak telin etti.
Bunu söylemekle, tarihe, topluma, geleneğe, geçmişe, kültüre, atalara kategorik olarak düşman olmayı savunmuyoruz. Bu kategorilere körü körüne (dogmatik-taklidi olarak) teslim olmamayı ve eleştirel olmayı ifade ediyoruz. Dinler, mevcut insani-ahlaki değerlere saygı duymanın yanında, daima vicdanın/şuurun-bilincin, aklın, düşüncenin ve eleştirinin ayık, tetikte, eşikte, külyutmaz, uykusuz olmasını önermişlerdir. “Emr olunduğun gibi, dosdoğru ol” (11/112) emrine muhatap olan Hz. Muhammed’in, her tekil durumda/amelde/ilişkide “doğru olan hangisidir?” kaygısı ile saçları ağarmıştı: “Beni Hud suresi ihtiyarlattı” (Hadis)
İnsanın kendini (vicdanını) kandırmasının örneği Kur’an’da şöyle geçer: “Onlara: “Toplumda kötülük/fesat çıkarmayın” dendiğinde, “Biz, sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat edin, onlar, bozguncudurlar; fakat kendileri, bunun şuurunda/farkında değiller.” (2/71). “Sana, yaptıklarında en büyük zarara uğrayanları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları –dünya hayatı peşinde koşarken- heba olmuş kişilerdir. Fakat kendilerine sorarsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104). Benzer şekilde, içinde bulunduğu toplumun, insanı kandırması ise, insanlara yanlış yaptıkları söylendiğinde: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız.” (2(170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter.” (5/104) derler. Bu durum, genel olarak Şeytan’ın insanı “Allah (dolayımı/zannı) ile aldatması (31/33;35/5;57/14)” olarak ifade edilir.
2-Türkiye’den manzaralar
Politik bir ideoloji ve kategori olarak “Muhafazakârlık”, İngiltere’de Edmund Burke tarafından Aydınlanma ve Fransız Devriminin seküler değerlerine karşı dini değerleri muhafaza ederek modernleşmeyi savunma (piece-mail enginery= parça-başı mühendislik) olarak ortaya çıktı. Avrupa’da politik yelpaze de Liberalizm-Muhafazakârlık ve Sol/Sosyalist/Sosyal Demokrasi olarak şekillendi. Türkiye’de Devrimlerden, Tek Parti döneminden yani 1950’lerden sonra Demokrat Parti ile Sağ-Muhafazakârlık gelişmeye başladı: DP-AP-MSP (ve türevleri)-MHP-ANAP-AKP, Muhafazakâr çizgiyi ifade etmektedir. Bu çizgi, kültür devriminin yarattığı travmayı/kimlik krizini aşma çabasıdır.
Muhafazakârların politik alandaki dini-ahlaki değerler ile ilişkisine baktığımızda ciddi sorunların var olduğunu görürüz. Her şeyden önce, Türkiye Müslümanlığı/Anadolu İslam’ı; Sünnilik olarak “İnancın altı şartı (Amentü)”, “İslam’ın Beş Şartı”, “32 Farz” ve “İlmihal” Müslümanlığıdır. Yani, ibadet-i mersume/ritüeller (Namaz-Oruç-Hac-Zekat-Mevlit-Kandil-Hatim, Cenabet gezmemem, Domuz eti yememe) ve sakal, bıyık, cübbe, sarık, peçe, çarşaf, başörtüsü…gibi “kisve”ler ile “dindarlığın(Kimlik Teknolojileri)” doldurulduğuna ve büyük ölçüde tüketildiğine inanır. Alevilik ise: “Eline-Beline-Diline sahip ol” gibi, Sünniliğin tam tersine ahlaka vurgu yapmasına rağmen; Hz. Ali kültü ve “Cem” ayini etrafında oluşmuş bazı mitolojik inanç-ibadet ve adetlerden oluşur (Bektaşilik). Her hâlükârda, siyaset-iktisat ve hukuk gibi hayatın kallavi/esaslı alanlarında İslam’ın önemli bir parçası olan “Ahlak”a pek fazla rastlanmaz. Buralarda genellikle “Kitabına uydurma”, “Bir yolunu bulma” ve “Hile-i Şeriyye”ler egemendir. Bu üç deyim, Osmanlı-Türkiye toplumunun derin/tarihsel politik-hukuki-iktisadi “Habitus”udur.
Türkiye’de sekülerlik/çağdaşçılık(Atatürkçülük/Kemalizm), içi boşaltılmış veya ters çevrilmiş Sünnilik olarak yeni bir muhafazakârlıktır. Cumhuriyetin başlangıcında seküler ahlaki bir telos yaratılmaya çalışılmış; fakat Şerif Mardin’in belirttiği gibi pek başarılı olunamamıştır. Türk Sünniliğindeki “kişi kültü” ve onun etrafındaki ritüeller ve şekilcilik egemenliğini korumuştur.
Tarihten/Osmanlıdan gelen saltanat sistemi ve ganimet tutkusu ve fütuhattan gelen devletin toprak mülkiyeti (Miri Arazi-Tımar-Has-Zeamet), siyasi-bürokratik elitte “Kamu-Hukuk” nosyonunu geliştirmediği, tersine yok ettiği için; devlet malı üzerinde “keyfi tasarruf” yapma alışkanlığı/geleneği doğurmuştur (Arpalık, Vakıf, Ulufe, Haraç…) Bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Herkesin malı=Hiç kimsenin malı=Devletin malı= Sultanın mülkü=Allahlık (“Haydan gelen, huya gider”, “Devlet malı deniz; yemeyen keriz”). “Vakıf” sistemi, bunun değişik bir kod adıdır. Devlet malı, siyasi ve bürokratik elit/ekip tarafından yakınlara, yandaşlara hem de “Hayır” adı altında peşkeş çekilmektedir. Bu durumda “Bağış” ile “Rüşvet” çoğu durumda birbirine karışmaktadır. Bu gelenek, Cumhuriyet döneminde ve hâlâ devam etmektedir. Siyasetin Türkiye’de “cazip” olmasının arkasında devlette yoğunlaşmış iktidar-itibar ve ekonomik (gayri menkul-emlak) rant elde etme potansiyeli yatmaktadır. Oysa kamu hakkı, Kur’an’da “Hududullah-Hukukullah (Kul Hakkı=Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olarak İslam’ın bel kemiğini oluşturur. Lafa geldiği zaman, -Tanrı kast edilerek: “Bana her türlü günah ile gelin; fakat, “kul hakkı” ile gelmeyin” kutsi hadisi sık sık tekrarlanır. Fakat, etkisi pek yoktur.
Cumhuriyet, Osmanlı bakiyesi etnik ve dini topluluklardan organik bir vatandaş, millet/toplum yaratamadığından dolayı, toplumsal ve siyasi-hukuki-iktisadi hayatta “Biz”, genellikle etnik, dini (cemaat-tarikat-mezhep), hemşehri, akraba ve partizanlık olarak mafyöz ilişkiler tecelli etmektedir. Bürokraside “Biz”e çalışmayan veya “göz yummayan”lara aktif görev verilmemektedir. Son dönemde muhafazakârların kamu kaynaklarına karşı aşırı ihtirası, sekülerlere oranla geç kalmış olmaktan doğan bir “görmemişlik (mağduriyet-maduniyet)”tir. Askeri “Vesayet” rejimi dolayımı ile iki binlerin başına kadar kamu kaynakları onların kontrolündeydi. Olup-biten, bir el değiştirmekten ibarettir: “Biraz da biz ölelim”. Muhafazakârlar, rant uğruna Müslüman “Mahalle”yi, “TOKİ/Site/Rezidans-AVM’lere; merkezinde cami ve çarşı-pazarın olduğu namuslu/masum, orta boy “Kasaba” ve “Şehir”leri ise, tarımı öldürerek göç ile arsız “Kent”lere/Metropollere (Tecno-City) dönüştürdüler. Rahmetli Mimar Sinan ve Turgut Cansever’in mezarda kemikleri sızlıyordur.
Kemalist Devrim, yaptığı baskılarla 80 yılda Sünniliği güçlendirerek bir “Cemaat(Fetö)” ve bir “Parti(AK Parti) ile iki binlerde iktidara taşıdı. Yirmi yıllık iktidar performansı ise, onun içini boşaltarak ipini çekti ve devrimin ideolojisi ve kahramanı(Atatürk) yeniden keşfedilmeye başlandı.
3-Sonuç
Anadolu’ya pek gelemeyen Maveraünnehr’in (Türkistan) rasyonel teolojisi (Maturidilik-Hanefilik) ve Kazan(Kazakistan) ulemasının, onu geçen yüz yılın başlarında yenileme (Tecdit Hareketi) çabalarına rağmen; Sovyet-Rus devrimi, bunu akim bırakmıştır. Anadolu’ya gelen Tasavvuf ve Tarikatlar ile kurulmuş Osmanlı (“Derviş Devlet”) ve Anadolu halk İslam’ı ise, “Şeriat”a pek sıcak bakmaksızın, duygusal-hamasi kişi kültü (şeyh, veli, mehdi, kutup, gavs, baba, dede, fakı, hoca, efendi,lider…), yatır-türbe-anıt-mezar tapınımından kurtulamamıştır. Mehmet Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, bu çöküşün acı bir terennümüdür. Hâsılı, İslam’ın “İman”ı (akait-inanç değil) ve “Ahlak”ı, merhum Akif’in özlemi olarak (Asım’ın Nesli) –bir tecdit ile- diriltilmeyi beklemektedir. Merhum, Necip Fazıl (Türk İslam’ı) ile buraya kadar.
Tanrı neden öldü?
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, miladi 4. yüzyıldan itibaren Roma imparatorluğu ve Kilise aracılığı ile Batı toplumlarına egemen olan Hristiyan Tanrı imgesinin (Teslis=Baba-Oğul-Kutsal Ruh) öldüğünü, çürüdüğünü, itibarını ve otoritesini yitirdiğini ifade eder. Bu (ölüm-öldürülme-çürüme) süreç sekülerleşme-modernleşme olarak ifade edilir. Heidegger, bu söz üzerine bir kitapçık yazmıştır ( Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü, çev: L. Özşar, Bursa, 2001). Heidegger diyor ki: “Bu söz, Batı tarihinin iki bin yıldır süregelen yazgısını dile getirir.” (s.15) Nietzsche’nin, Hristiyanlığı şöyle anladığını söyler: “Nietzsche için Hristiyanlık, Kilisenin tarihsel, dünyevi, politik bir görünümüdür. Kilisenin egemenlik iddiası Batı insanlığını ve Yeniçağ kültürünü biçimlendirmeyi de içerir. Bu anlamda Hristiyanlık, Yeni Ahit’e inananların Hristiyan’ca yaşaması ile aynı değildir. Hristiyan’ca olmayan (Latin-Pagan=Roma) bir yaşam, Hristiyanlığı onaylayıp onu güç aracı olarak kullanmıştır.” (s.20) Tanrı’nın ölümü ile meydana gelen değişmeyi de şöyle özetler: “Tanrı’nın ve Kilise Babalarının (papazların) sarsılan otoritesinin yerine “vicdan” otoritesi geçirilir. Aklın otoritesi, zorla kabul ettirilir. Toplumsal içgüdü ayaklanır. Duyuüstü (aşkın-metafizik) dünyanın yerini tarihsel ilerleme alır. Ahiretteki ebedi mutluluğun yerini çoğunluğun dünyadaki mutluluğu alır. İbadet istenci, yeni bir kültür yaratma ya da uygarlığın yayılması için cesaretlendirmeler ile çözülür. Bir zamanlar Tanrı’ya has olan yaratıcılık, insan eylemlerinin ayırt edici niteliğine dönüşür. Daha sonra da bir sıçrayışla işletmelerdeki girişimciliğe dönüşür.” (s. 21).
Bu ölümün nedeni üzerine E. M. Cioran, “Yeni Tanrılar” (çev: M. Erşen, İstanbul, 2017) adlı kitabında şöyle diyor: “Kilise, sadakat ruhu ile “yoldan çıkmışlar”ı yok etme yoluna gitti ve dört asır boyunca işkence gördükten sonra, on dört asır işkenceci olmaya soyundu. Uzun ömrünün sırrı/mucizesi budur. Şehitlerin öcü, hiç bu kadar sistemli, bu kadar şevkle alınmadı.” (s. 33-34), “Gaddarlık sermayesini çarçur eden bir Tanrı’dan artık kimse çekinmez; kimse ona saygı duymaz.” (s. 38), “Hristiyanlık, kendisi olmayan her şeye duyduğu nefretle teşekkül etti ve serpildi; bu nefret, kariyeri boyunca onu ayakta tuttu; kariyer sona erince, nefreti de sona erdi.” ( s. 39). C.G. Jung ise, Hristiyanlığın, insandaki hayvansı tabiatı aşırı derecede baskı altına aldığını ve Hz İsa’nın kendi içgüdüsel/doğal yanını yaşamayarak “psikolojik günah” işlediğini söyler. (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, çev: H. Aral, Ank., 2019, s. 284)
Ölümün faturası
Tanrının ölümünü, Nietzsche, “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” diyerek “çölleşme” olarak niteledi. (Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu. Çev: T. Oflazoğlu, İstanbul, 1997, s. 358). Martin Buber, “Tanrı Tutulması” olarak; K. Marx, “Katı olan her şeyin buharlaşması”, T.S. Eliot “Çoraklaşma” olarak niteledi. Tanrının yerinden edilmesinden sonra o boşluğu Hümanizm, Güç İstenci ve Aydınlanma olarak insan doldurdu. Bu dönemde yaratılan modern Teknoloji, “Ge-stelle=çepeçevre kuşatma (Heidegger)” olarak insanlığı “Tekno-city”lerde ipekböceği kozası gibi kafese kapattı. Batı, kolonyalizm/emperyalizm ile dünyayı sömürgeleştirdi. Kapitalizm yaratmış olduğu narsizm, şizofreni ve depresyon ile insanlığı kendi özüne yabancılaştırdı. Altmış milyon insanın öldüğü iki Dünya savaşı yaşandı. Faşizm ve Komünizm gibi iki insanlık dışı ütopya yaratıldı. Son olarak da paganizme-nihilizme (postmodernizm) teslim olundu.
Allah’ın durumu
a- Tarihte-teolojide Allah
Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna” (99 isim-sıfat) ile müminlere “Adalet ile yoğrulmuş Rahmet (Rahman)” olarak tanıtılan Allah, daha sonra teşekkül etmiş olan İslam İlahiyatında (İslami ilimler) değişik şekillerde tasavvur edilmiştir. Kelam ekollerinden Eş’arilik Allah’ı “Hikmetinden sual olunmaz” bir kral gibi tasarlamış (Kadercilik); Mutezile O’nu “Adalet” ile tasavvur etmeye çalışmış; Maturidilik ise, “Hikmet” kavramı ile bir tasavvur yaratmıştır. Tasavvuf, -Eş’ariliğe bağlı olduğu nispetle- Kâdir-i mutlak, Âlim-i mutlak ve Mürîd-i mutlaklığına bir de Merhamet eklemiştir. Felsefe, O’nu “Vacibu’l-Vücut” sıfatı ile -Yunan Felsefesinin etkisi ile- daha ziyade “ontolojik” bağlamda ele almıştır. Fıkha gelince, orada daha ziyade otoriter bir “Kadı” imgesi egemen olmuştur. Kelam, Fıkıh ve Felsefede ilişki, kavramlar aracılığı ile (itikat) kurulurken; Tasavvufta ilişki, canlı (ahval-makamat) kurulmuştur. Yalnız, Tasavvuf da öncelikle bir kavram/tasavvur barındırdığı için (Mutlak irade-Vahdet-i vücut), ilişkinin Kur’an çerçevesinde olduğu şüpheli/tartışmalıdır.
Kur’an’da Allah, değişik isim, sıfat ve fiiller ile insanlara tanıtılırken; O’nun ile kurulacak ilişkinin de ahlaki duygusal değerlilik yaşantılarına (huşu, haşyet, şükran, sevgi, korku, güven…) dayanan canlı bir “iman” ilişkisi olması gerektiği vazedilir. Bu ilişkiye ihtimam gösterilmediği takdirde yok olacağı ihtar edilir: “İman edenlerin Allah’ı düşünerek zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi gerekmez mi? Siz, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçtiğinden dolayı- kalpleri katılaşan gibi olmayın. Zira onlardan birçoğu fasık oldular.” (57/16). Kitap Ehli (Yahudiler ve Hristiyanlar), gerek Tanrı imgesini –yorum yolu ile- tahrif etmek; gerekse, zamanın geçmesi ile imanlarını “Akait” e dönüştürerek kaybetmeleri gibi, benzer bir durum Müslümanların başına da gelmiştir. Jung’un dediği gibi: “Bir içsel durum, bilinçli hale gelmediğinde, dışta “kader” olur.” (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, s. 273) Kur’an’da Allah ile kurulan canlı iman-amel ilişkisi “Takva” kavramı ile ifade edilir.
İslam’ın “Tevhit” vurgusu, siyasal alanda hilafet ve saltanat olarak (Zıllullahi filard) Sünnîlikte; İmam ve Ayetullah olarak da Şiilikte “Tek Adamlık”ın meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Oysa Kur’an, siyasette şirk koşmayı/şûrayı önermişti. (3/159,42/38). İbadet-i mersume/ritüeller (Namaz-Oruç-Hac) ile Ahireti satın alma itiyadında olan müminler, “kul hakkı”na pek fazla ihtimam göstermezler. “Hikmetinden sual olunmaz” yani “Kader” ve “Tevekkül” inancı ile kendinin birçok günahını Allah’a yüklemekten çekinmeyen müminler, “Haşâ” diyerek bazen de vicdanının sesini dinleyerek iftiradan kaçınır.
b- Günümüz İslam dünyasında Allah
İslam’ın özü/cevheri ile geçen yüzyılın başındaki mesafeyi Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum eserinde şöyle tasvir ediyor:
“Şehamet(yiğitlik) dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır;
Hakiki Müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.
Korkaklık, meskenet, dünyada sığmaz ruh-u İslam’a,
Kitabullah’ı şahit eyledim –gördün ya- dâvâma.
Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın!
Ne müthiş bir cesaret(hamaset) çarpıyor göğsünde Kur’an’ın!
O vicdan nerededir, lakin? O iman kimde var?…Heyhat!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyat!
O imandan velev pek az nasip olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!
O iman ittihat isterdi bizden, vahdet isterdi…
Nasıl “Bünyan-ı mersus(perçinlenmiş)” olmamız lazımsa gösterdi.
Peki, bizler ne yaptık? Kol kol olduk, tarumar olduk!
Nihayet bir basit bir çarpma ile düştük, yerle bir olduk!
O iman kuvvet hazırlamayı emretmişti… Lakin biz
“Tevekkelna(Sana tevekkül ederiz)” deyip, yattık da kaldık böyle aciz.
O iman, farz-ı katidir diyor tahsil –i irfanın…
Ne cahil kavmiyiz biz Müslümanlar, şimdi dünyanın!
O iman, güzel ahlakın en büyük hâmisi olmuşken…
Nemiz vardır faziletlerden; nemiz eksik reziletlerden?
…”(Mehmet Akif, Safahat. İst.1981.s 323)
Akif’in bunları söylediği tarihten itibaren yaklaşık yüz yıl geçti. Allah ile ilişkileri (iman içeriği-Allah tasavvuru) problemli olan Müslümanlar, o imanlarının gücü ile bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da; Tanrının ölümünün sonucu olarak ortaya çıkan atmosfer, iklim, çağın ruhu (zeitgeise) ve topoğrafya bütün yeryüzünü kaplamıştır: Teknoloji, ulaşım-iletişim, ekonomi (kapitalizm), şehir-mimari (metropol-tekno-city), toplumsal-politik örgütlenme tarzları olarak ulus devlet, milliyetçilik, kültürel psikoloji (kimya-halet-i ruhiye) olarak postmodernizm (paganizm-nihilizm). Böyle bir dünyada doğal olarak Allah, Müslümanlar için de büyük ölçüde “tutulmuş” veya “unutulmuş”tur. Yani canlı iman etmenin maddi (ayetler-doğa) ve manevi (mana-düşünme-duygu) koşulları zayıflamıştır. Hafızalarda mevcut olan tarihsel/teolojik Allah imge/tasavvurları ise, Batı tarafından politik ve ekonomik olarak sıkıştırılmış Ortadoğu’da-Selefîlikte “Orduların Rabbi” (Tevrat-Yahwe)’ne benzer hale evrilmiştir. Böyle bir Allah imgesine sahip olan İŞİD/DAİŞ, “Allahu Ekber” nidaları ile ibadethaneleri (Cami-Havra-Kilise) havaya uçurmaktadır. Diğer yerlerde ise, zayıf imgesellik (itikat-akait) olarak varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’ye gelecek olursak, burası, Allah’ın/İslam’ın/Şeriatın 1400 yıldır egemen olduğu coğrafya ile öldürülen Tanrı’nın (Batının) coğrafyasının sınır hattı ve savaş alanıdır. Burada Allah, seküler çevrede yaşlı/sakallı bir bilge (deizm); muhafazakârlarda “Bilge Kral” olarak hafızalarda varlığını sürdürüyor. Minarelerden okunan ezanlar, günde beş kez Allah’ı halkımıza hatırlatmaktadır. Halkımızın günlük konuşmalarında sık sık kullanmış olduğu: “Allah, Allah!”, “Allah var”, “Allah Kerim”, “Allah göstermesin”, “Allah geçinden versin”, “Allah yardım etsin”, “Allah kolaylık versin”…gibi ifadeleri, Allah’ın ülkemizde yardım, merhamet, misafirperverlik, adalet gibi ahlaki iyiliklerin kaynağı olarak insanların kalbinde yaşamaya devam ettiğini gösterir. Ancak canlı iman olarak O’nunla “ilişkiye” girmenin maddi ve manevi (psikolojik) koşulları büyük ölçüde zayıflamış durumdadır. Kur’an’da mevcut olan “Rahmet ile yoğrulmuş adalet (Rahman)” tasavvurunu, “Hikmetinden sual olunmaz” tasavvuru ile değiştirme sorunu, âlimlerin-düşünürlerin görevi/sorumluluğu olarak ortada durmaktadır. “Şah damarımızdan bize daha yakın olan” (50/16) O’nun ile canlı iman ilişkisine girmek ise, -zor koşullara rağmen- insanımıza kalmıştır.
Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme, “Bir Kitap, Bir Yazar’ programı, 5.10.2019, Server Vakfı, Ankara