Kötülük Problemi Bağlamında Korona Pandemisi ve İslam

Yeryüzünde haddinden fazla kötülük olduğu ve bu durumun da Tanrı’nın yokluğunun delili olduğuna ilişkin tartışmalar, modern Batı felsefesinin özelde de Din Felsefesinin konusu olmuştur ve hala da tartışılmaya devam etmektedir Bu yazıda Kur’an/İslam açısından ve özelde de Corona(Covit-19) virüs salgını bağlamında konuyu ele alacağız.

Kur’an’a göre Evren bir kaos değil kozmos olarak yaratıldığı gibi; Güneş sistemi ve Dünya’daki eko-sistem, içinde insanlığın ortaya çıkması ve belli bir müddet yaşaması için Allah tarafından dizayn edilmiştir: “Güneş ve Ay bir matematiğe (hesaba) göre hareket etmekteler,  dünyadaki yeşillikler de O’na boyun eğer, göğü yükseltti ve yeryüzüne (ekolojik ölçüyü/dengeyi (mizan) koydu, ölçüde haddi aşmayın, ahlaki dengeyi de adaletle ayakta tutun ve onu sakın bozmayın. Allah, yeryüzünü canlılar (insanlar-hayvanlar) için hazırladı, orada ağaçlar, meyveler, yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler… yarattı.” (55/5-12) “İnsan yaratılıncaya kadar öncesinde uzun bir zaman geçti (Eko-sistemin hazırlanması).” (76/1)

1- KÖTÜLÜĞÜN ÇEŞİTLERİ VE DENEME

Allah, hayatı ve ölümü yani dünyayı ve ahireti insanların hangilerinin ortaya özgür iradeleri/vicdanları ile doğru/iyi (ahlaki) davranışlar ortaya koyacaklarını görmek ya da bu davranışları ortaya çıkarmak için yaratmıştır. (67/2)  Denenmek için hazırlanan ortam (dünya); nasıl meşakkat/mazarrat (kötülük) ve hayır, refah ve bolluk nitelikleri taşıyorsa insan da ahlaki bağlamda iyilik ve kötülük işleme niteliğine sahiptir.

İmtihan/denenme ortamının ontolojik zorluğu Kur’an’da şöyle anlatılır: “Biz, insanı ciğerine saplanan meşakkat, sıkıntı, zorluk, darlık ve mihnet içinde (kebed) yarattık.” (90/4) Kur’an’da “Fitne-Bela ve İmtihan” kavramları ile ifade edilen “Denenme”nin Türkçe karşılığı iyi ve kötü niteliklerin birbirinin içinde olduğu karışık durumdan, iyi niteliğin, bir cendereden/zorluktan-gerilimden geçerek ortaya çıkmasıdır. Örneğin: Has altının ateşte eritilerek cürufundan, taş ve toprağından ayrıştırılmasında olduğu gibi. Kur’an şöyle der: “Sizi hayır ve şer (kötülük) ile deneriz. Herkes ölümü tadacak ve sonra bize döndürüleceksiniz.” (21/35) “And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet (şer-kötülük) gelip dokunduğunda, onlar: “Biz Allah’a aitiz ve ona döndürüleceğiz.” derler.” (2/155-56)

Bu değerlendirmelerden şu sonuç çıkmaktadır: İnsanlık tarihi boyunca gezegenimizde eksik olmayan deprem, virüs (salgın hastalık), genetik bozukluk (sakatlıklar), kıtlık/kuraklık… gibi “kötülük”ler, Tanrı tarafından imtihan ortamının zorluğu/mihneti, meşakkati, acısı, eziyeti, ıstırabı gibi hâllerde bilerek irade edilmiş/öngörülmüştür: “Teyiden, vurgulanmalı ki, hayatta zorluk ile kolaylık birlikte ve iç içedir.”(95/5-6) Bunun karşıtı olan haz, mutluluk, zenginlik ve refahla birlikte nimetler ve rızıklar da insanın denenme ortamının unsurlarıdır. O hâlde “Denenme”, başımıza gelen veya hayatta karşılaştığımız şer/musibet ve hayır/refah durumlarında ahlaki anlamda iyilik yapmayı mı (ihsan-iman), yoksa kötülük yapmayı mı (kubuh-küfür) özgür irademiz ile tercih ediyor oluşumuzun ortaya çıkarılmasıdır.

“Fesat” yani kurulu düzeni/dengeyi bozma anlamında ahlaki “kötülük”ün ilki, insanın yapmış olduğu yanlış iş ve icraatlar sonrasında ekolojik dengeyi bozmasıdır. Kur’an şöyle der: “İnsanların kendi elleriyle işledikleri ahlaki kötülükler (kubuh) sebebiyle karada ve denizde ontolojik bozulma (fesat) ortaya çıkar. İnsanların işledikleri bu ahlaki kötülüklerin sonuçlarının bir kısmını Allah onlara ontolojik kötülük (fesat) olarak tattırır ki, belki dönerler.” (30/41) “Bazıları, yeryüzünde fesat çıkarma yani canlıları (nesil) ve ekini (bitki örtüsü) yok etme peşinde koşar.”(2/205) Dolayısıyla, günümüzde karşılaşmış olduğumuz ekolojik dengenin bozulması ( iklim değişikliği, global ısınma, ozon tabakasının delinmesi, bazı türlerin soyunun tükenmesi vs.) insanın işlemiş olduğu ahlaki kötülüklerin (kubuh) sonucudur.  Bu dengenin bozulmaması gerektiği söylenmişti. (55/7)

Virüslerin yaşam alanı, hayvanlar dünyası olduğu halde; Pandemilerin tarihi, bize onların insanlar tarafından hayatımıza taşındığını gösteriyor. AİDS virüsü, maymunlarla ilişkiden insanlara geçtiği kabul edilirken; Covit-19’un da Çin’de Yarasa yemekten insanlara sirayet ettiği söyleniyor.

Allah, insanın ve toplumun tabiatına (fıtrat-vicdan) ahlaki bir denge (adalet) koyup, özgür iradesi ile bu dengenin bozulmaması gerektiğini vazetmiştir. (55/9) Peygamberleri ile de bunu insanlara hatırlatmıştır. (42/17) Allah, insanı yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek (savaş), nankörlük (küfür) ve zulüm işleyecek kapasitede özgür olarak yaratmıştır. Melekler, sürekli Allah’ı tesbih etme, O’na hamd etme ve O’nu yüceltme şeklindeki yaşam tarzlarına/modlarına alternatif olarak insanın özgür ve kan dökücü olarak yaratılmasına karşı çıkmalarına rağmen Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” (2/30) diyerek bu itirazı reddetmiştir. Binaenaleyh insan, bu niteliklere sahip olduğu gibi iman etme, salih ameller (adalet-merhamet-ihsan) işleme kapasitesine de haizdir.

Bir başka şerr (kötülük) tarzı da Allah’ın bir topluma mucize ile desteklenmiş bir peygamber gönderip bu peygamberin uzun süre onlara nasihatte bulunmasına rağmen; bu halkın, peygamberlerini reddedip, inkâr edip hatta onu öldürmeye kalkışmaları sonucu bir ceza/azap/helâkı hak etmeleri ile ortaya çıkar. Kur’an’da kıssaları anlatılan peygamberlerin (Örneğin Hz. Nuh, Hz. Musa…) durumları buna örnektir: “Allah’ın emrine muhalefet edenler, başlarına bir belanın gelmesinden korksunlar.” (24/63) “And olsun senden önce bir takım toplumlara peygamberler gönderdik. (Bunların reddedilmeleri üzerine) sonunda yalvarsınlar, tövbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk, darlık, zorluklarla yakaladık. Onlara azabımız geldiğinde bize yakarıp tövbe etmeleri gerekmez miydi? Fakat bunu yapmadılar, çünkü kalpleri katılaşmıştı.” (6/42-43)

O hâlde kozmolojik denge (Güneş sistemi), ekolojik denge (iklim, bitki örtüsü ve canlılar) ve birey-toplumsal hayattaki ahlaki denge (adalet) iç içedir. Doğa yasaları (Kaderullah) içinde Allah’ın iradesi ile insanın özgür iradesi arasındaki ahlaki  ilişkisi ise “Sünnetullah” olarak işlemektedir. Sünnetullahta asla bir değişme olmaz. (35/43, 48/23) Bu yasanın işletmecisi yani ilk adımı atan taraf insandır: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar.” Kur’an, baştan sona kadar bu yasallıktan bahseder. “Ne ekersen, onu biçersin” ve “Ruzgâr eken, fırtına biçer” sözleri, insanların Ekolojik denge ve ahlaki toplumsal denge ile olan neden-sonuç ilişkisini ortaya koymaktadır.

2- FELAKET-MUSİBET ANLARINDA İNSANDAN BEKLENEN TUTUM

Nimet-refah-hayır (menfaat) durumlarında denenme bağlamında insandan beklenen tutum, Allah’a şükretmek; musibet-felaket durumlarında ondan beklenen ise sabretmek, Allah’a tevekkül etmek, acziyetinin farkına vararak ondan yardım talep etmektir. Sabır ise cendere-zorluk-meşakkat durumlarında isyan veya umutsuzluğa(nihilizme) düşmeden ortaya konacak ahlaki direnç ve direniştir. Kur’an şöyle der: “İnsanlara bir rahmet (bolluk-refah) tattırdığımızda sevinirler/mutlu olurlar. Eğer kendi işledikleri ahlaksızlıkların sonucu olarak başlarına bir kötülük (şerr) gelince, bir de bakarsın ümitsizliğe düşerler.” (30/36) İşte bu tutum yanlıştır. Yapılması gereken ise şudur: “Rabbinize alçakgönüllüce ve derinden dua edin; çünkü o haddi aşanları sevmez.

Düzene sokulmuşken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; Allah’tan korkarak ve rahmetini umarak ona dua edin; Allah’ın rahmeti iyilik edenlere yakındır.” (7/55-56)

“De ki: “Sizler, açıktan veya gizlice ona: “Eğer bizi bundan kurtarırsan, elbette şükredenlerden olacağız.” diye dua ederken; sizi karanın veya denizin karanlık (zor) durumlarından kim kurtarır? De ki, bu durumlardan sizi ancak Allah kurtarır; ama siz yine de ona ortak koşarsınız. De ki: “O, size üstünüzden/gökten veya yerden bir kötülük göndermeye kadirdir, kiminizi kiminize musallat etmeye kadirdir…” (6/63-65)

Özetle, bugün karşı karşıya olduğumuz salgının yaratmış olduğu kitlesel ölüm korkusu ve özgürlük yoksunluğu durumlarında –bu virüs ister insanların laboratuvarlarda icat etmiş oldukları bir fesat olsun, isterse Çinlilerin yarasa eti yemelerinden kaynaklanmış olsun- inanmış insanın alması gereken ahlaki tutum, tehlikeyi aşmak için bir taraftan elinden gelen bilimsel ve koruyucu bütün tedbirleri alırken; diğer taraftan: “La havle vela kuvvete illabillah=Allahın gücü-kudreti, kuşatmasının ötesinde başka bir güç yoktur”; “Hasbunallahu veni’melvekil, ni’mel Mevla ve ni’mennasir=Allah bize yardım için yeter; O, ne mükemmel vekil ve iyi yardımcıdır.”; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun=Biz Allah’a aitiz ve ona döneceğiz” (21/35) diyerek Allah’tan yardım talep etmek ve bu salgının aşılması için çalışanlara (sağlıkçılar—bilim insanları) metanet vermesini ve yardım etmesini istemektir.

Müslüman Dünyada ve Türkiye’de ‘Kamu’ Hukuku Neden Zayıf?

1 – İMPARATORLUKLARIN HİKAYESİ 

Kur’an’da “Kamu” mülkiyeti, zekât gelirleri, menkul olan savaş ganimetlerinin (Enfal) beşte birinden oluşan “Humus” un toplandığı “Beytulmal (Hazine)”den oluşurdu. Kamusal otoritenin (devletin), herkesin güvenliği ve refahı (maslahatı) için harcayacağı mal-mülk demektir. Daha sonraları koyulan haraç, öşür ve cizye vergileri de buraya aittir. Fütuhatın gelişmesi ile elde edilen toprakların bir kısmı “Ikta” olarak, devlet başkanı tarafından işlenmek üzere bazı kişilere verilirken; büyük bir kısmı da, Hz. Ömer’in içtihadı ile devletleştirilerek sahiplerine kiraya verilmişti (Haraç).  Hz. Ömer, Irak’ı fetheden komutan Sa’d b. Ebu Vakkas’a yazdığı mektupta: ”Arazi ve nehirleri, işleyicilerine bırak ki oralar, Müslümanların bütününe gelir (atiyye) olsun. Sen, oraları savaşa katılanlara dağıtırsan; sonradan gelenlere bir şey kalmaz.” der. Hz. Ömer, fethedilen toprakları, 59 (Haşr) /6-10 ayetlerinde geçen  “Fey (Ganimet/Enfal)” grubuna sokarak “özel mülk” olarak değil; “devlet mülkü” olarak kalmasını şöyle temellendirir: “Bu fey’, ayetlerde geçen müminlerin hepsi için umumi-müşterek bir haktır. Bu toprakları, savaş gazilerine dağıtırsak, sonradan gelen müminleri nasipsiz bırakırız”. (Mustafa Fayda. Hulefa-yı Raşidin Devri. İst. 2020. S. 306).  59 (Haşr)/7. Ayeti ganimetin, toplumun zenginleri arasında temerküz etmemesini, dolayısıyla dağıtılmasını önerir; daha sonraları ortaya çıkacak olan, devlet başkanının (Halife-Sultan-Padişah) fethedilen topraklar üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisini veya toprak elde etmek için savaşa girişmeyi değil. “Fetih” kavramı, -Kur’an’daki anlamı ile değil; bu bağlamda- ülke olarak toprak mülkiyetinin, savaş ile “el değiştirmesini” yani İslam devletine geçmesini ifade eder. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyde, bu toprakların, Müslümanlar arasında “özel mülk” olarak da paylaştırılabileceği kanaatindedirler. (a.g.e. s. 308) İslam’ı başka toplumlara “tebliğ” etmenin (Cihat-İ’la-i kelimetullah) yegâne yolunun ülke-toprak ele geçirmek olduğu, Arapların bir gerçeği-uygulaması olsa gerek; Kur’an’ın değil. Hz. Ömer’in içtihadı, ahlaki açıdan nispî olarak doğrudur; ancak sorunlu olan, gayri müslimlere ait olan “özel mülk”lerin, Müslümanların  “devlet mülkiyetine” geçirilmesi, tebliğin veya cihadın “fetih” olarak yorumudur. İslamiyet’e davet etmek için, “hikmet ve güzel öğüt ile (16/125)” ile Havarilerin ve Hz. Muhammedin yaptığı gibi elçi/mektup veya ulemadan oluşan “Tebliğ Heyeti” gönderme yerine; komşuların üzerine “ordular” salma, birbirinden ayrı iki ahlaki tutum ve tavırlardır. Birinci tutum, dünyayı “Daru’l-İslam-Daru’d-Da’va/Daru’l-İcabe” olarak ayırırken; ikinci tutum, “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” olarak ayırmıştır.

Siyasi otorite de, “Şura (istişare-oydaşma)” yani toplumun tümü ile birlikte oluşturulacak yerde; Kabile karizması ile önce Kureyş’e, sonra da Ümeyye oğullarına/klanına tapulanmıştır (Emeviler-Saltanat). Burada temel kırılma noktaları: 1-Fethedilen bölgenin tarım arazilerinin, önceki sahiplerinin “özel mülkü “olmaktan çıkarılıp, devletleştirilmesi. 2- Siyasi otoritenin “Kabile-Aile” ye geçmesidir. Bütün İslam imparatorluklarının tarihi budur. Her ikisi de Kur’an’ın ahlak-hukuka dayanan politik “Davası”na terstir. Çünkü fütuhatı gerçekleştiren “savaş”, Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir dönemindeki gibi, kendilerini korumak için başvurmak zorunda kaldıkları “haklı savaş” değil; başlatıcısı Müslümanların olduğu “yayılma” savaşıdır. Dolayısıyla, Hz. Ömer’in bu toprakları “Fey (ganimet-enfal)” grubuna sokması doğru değildir.

Bireysel ve toplumsal hukuk sorunlarını çözmek, -yazılı hukuk oluşturulmadığı için-  İslam toplumlarında sivil “Ulema” ya bırakıldı. Daha sonra da “Kadılık” müessesi oluşturuldu. Ancak İslam toplumları, devleti denetleyecek bir hukuki yapı (Kamu Hukuku) geliştiremediler. “İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü Halife, biatın (zorunlu boyun eğme) verdiği yetkiyle, halka karşı değil; Allah’a karşı sorumludur.” (M.A. el-Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. çev: A. İ. Pala-M. Ş. Çıkar. Ank. 2001.  S. 82)

Kamu Hukuku bağlamında benzer durum, Avrupa’da da vardı. Siyasi iktidar ve toprak mülkiyeti Kilisenin, Kralların ve Feodal lortların/beylerin elindeydi. Burjuva sınıfının yükselmesi ile özel mülkiyeti koruyan yasalar çıkarıldı: “Magna Carta” ile başlayan süreç. Fransız Devrimi (1789) ile de siyasal otorite Kilise ve krallardan halka geçti. Siyasi otorite, meşruiyetini halktan alıp topladığı vergileri şeffaf ve denetlenebilir bir halde kamunun hizmetinde harcayan bir merci durumuna geldi. Hukuk Devleti ve Kamu Hukuku da böyle doğdu. Devlete ait hazine ve onu kullanma yetkisine haiz hükümet, -istisnasız-“herkes”in maslahatını-hukukunu gözetme konumuna geldi. Vatandaşlar da, bunu bilerek vergi kaçakçısı olmadan sorumluluklarını yerine getirir oldu: Kamuya ait olan “hepimize” aittir. Avrupa’da “Devlet”, kamunun temsilcisi olarak kuvvetler ayrılığı, yazılı hukuk (Anayasa), İnsan Hakları, Demokrasi ve Laiklik ilkeleri üzerine kuruldu.
Siyasi Otoritenin (Halife-Sultan-Padişah) Abbasilerden itibaren kendini “Hilafet” kavramı ve “Allah” aracılığıyla dolayımlaması (Zıllullah, Kaimbiemrillah, Muizlidinillah, Adudullah…) ile devlet mülkü (memalik) ve tasarrufu, onun mutlak, denetimsiz ve kutsal (teokratik) yetkesine geçmiş oldu. Mülk/toprak elde etmenin kaynağı “Fütuhat” ile ganimet, zekât ve tarım-ticaret vergileri idi. Saltanat da bunu istediği gibi tasarruf edebiliyordu. Bundan dolayı, Ahali (Vatandaş) bu mülke, “hiç kimsenin” malı olarak veya “Allahlık” olarak bakıyordu. “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, böyle bir psikolojinin ürünü olsa gerek.  Sultan, istediğine devlet malını “Ulufe”, “Arpalık”, “Vakıf” olarak dağıtabiliyordu. Ünlü Osmanlı şairi Şeyh Galip, kendi mesnevisi olan “Hüsn-i Aşk” da, kendine yöneltilen Mevlana’nın Mesnevisinden çalıntılar yaptığı suçlamasına “fahriye-i şahane=övünç vesilesi” olarak şöyle bir cevap verir: “Esrarımı Mesneviden aldım/

Çaldımsa, miri malı çaldım.”  “Mirî malı” devlet malı demektir. Bu olgu, Osmanlıda ahalinin “Devlet Malı (herkesin malı)”na nasıl baktığını gösteren korkunç bir örnektir.

Abbasiler’de “Beytulmal=Hazine”, fethedilen “ganimet” toprakları ile birlikte tarım ve ticaret vergilerinden oluşuyordu. Arapların, öteden beri “çapul” yapma tabiatları ile birlikte, “ticaret” yapma kabiliyetleri unutulmamalı. Dünyada ticari kapitalizmin, ilk defa Abbasiler döneminde Müslümanlar eliyle oluşturulduğu doğrudur. (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurun. Ankara. 2016.) Ancak Türklerin hegemonyası (Selçuklular-Osmanlılar) ile birlikte (asker millet) ticaret zayıflamıştır. Devletin ağırlıklı ekonomik kaynağı, artık sadece “ganimet” tir. Özel mülkiyetin ve ticaretin zayıf olduğu bir toplumsal yapıda “Devletlu” kavramı, hem siyasi-askeri bürokrasiyi imler; hem de devlet aracılığı ile “zengin” olmayı. Yıkılış dönemlerinde “hoşafın yağı (ganimet) kesildiği” için, Yeniçeriler ayaklandığı gibi; devlet de, müsrif alışkanlıklarını karşılamak için dışarıdan borçlanmaya gitmiştir (Duyun-i Umumiye).
Ekonomik kaynaklar “hesapsız (ganimet)” geldiği gibi; harcanması da “hesapsız” dır: “Haydan gelen, huya gider.” Osmanlı ahalisinde ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında “Rüşvet” in yaygın olması ve  “norm”al kabul edilmesinin nedeni de budur: “Selam verdim; rüşvet değil diye, almadılar (Fuzulî).”, “Bal tutan, parmağını yalar.”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.”…

2 – TÜRKİYENİN DURUMU 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda devlet (hazine) arazileri genişti. Osmanlıdan kalan özel vakıf mülkleri de devlete devredildi. Saltanatın/sultanın yerini alan Tek Parti yönetimi (Yüce Atatürk-Milli Şef), devlet mülkü üzerinde istedikleri tasarruf yetkisine sahiptiler. İsteyen, bu dönemde yapılan tahsis ve devirleri kaynaklardan öğrenebilir; detayına girmeyeceğim. 1950 sonrası nispi demokratik dönemde devlet malı ve hazine arazileri üzerindeki tasarruflar devam etti.  1960 sonrası gerçekleşen iç göç sürecinde vatandaşın hazine arazileri üzerine “Gecekondu” yapması ve sağcı-muhafazakâr siyasi iradenin bunu onaylaması ve keyfi “sübvansiyon” politikaları, “rüşvet” ve talan/yağma (ganimet) alışkanlığının devam ettiğinin göstergesidir. 2000’ler sonrası –üretime ağırlık verme yerine- devam eden “Rant Ekonomisi (“İnşaat, ya Resulullah!”) ve siyasi iktidarın kamuya ait arazilerin (arsaların) yakınlara ve özel vakıflara istediği gibi ( “kanun” ile) tahsis veya devredilmesi; kanun değişikliği ile Köylülere ait olan “Mera” mülklerinin,  Belediyelerin (siyasi iradenin) tasarruf yetkisine devredilmesi, aynı alışkanlığın devamı olan örneklerdir.

Anadolu’da en yaygın hukuki anlaşmazlık davalarından birinin, tarla-arazi “sınır ihlali” davaları olması, vatandaşların bu konudaki kültürel genetiğini ele verir.  Özel mülkün (ki özgürlüğün temeli ve ön şartıdır) tâ baştan beri “Devlet” tarafından hakkıyla tanınmaması; bireyleri, devlete bağımlı hale getirdiği gibi; “herkese” ait olan mal ve mülke karşı da yöneticilerde ve halkta “talan/yağma/ganimet” gözü ile bakmayı doğurmuştur. Ebeveyn ile çocuk ve koca ile karı arasındaki ilişkinin, sevgi ve şefkatin arkasından saygıya dayanan bir “hukuk” ilişkisi olması yerine; bir “mülkiyet” ilişkisine dayanmasının kökeni de, buradadır. Türkiye’nin, devlet ile vatandaşı arasında ve vatandaşların kendi aralarında bir “Hukuk” yaratamamalarının, böylesine uzun/tarihî ve teolojik bir geçmişi mevcuttur.

3 – SONUÇ 

Hristiyanlık (İsevilik-İnciller) –Kilise değil- sevgi, barış ve merhamet dinidir; tarihsel Yahudilik bağlamında dini bir reformdur. Ancak İslamiyet (Kur’an-Sünnet),  -Yahudilik (Tevrat)de olduğu gibi- “Adalet/Hukuk”a vurgu yapan bir dindir. Özel mülkiyeti esas kabul eden Kur’an: “Mallarınızı aranızda haksız yere yemeyin; İnsanların mallarından (Kamu veya özel mülk) bir kısmını, -bile bile- günaha girerek hâkimlere (siyasi- dini-hukuki otorite) rüşvet olarak vermeyin.” (2/188) der. Diğer hukuki konularda da: “Ey iman edenler, kendiniz ve ana-babanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Allah, onlara (sayılan guruplara) sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede arzularınıza (heva) uymayın. Eğer hakikati çarpıtırsanız veya onu yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135) der. Müslümanlar, tarihi süreç içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde hukuk yapma işini “Ulema”ya devrederek, siyasi otoriteden bağımsız olarak ulemanın vicdani kapasitesi ile çözmeye çalışmışlardır. Ancak, devlet ile toplum arasındaki hukuki alanda, başta bahsettiğimiz iki kırılmadan dolayı adaleti tesis edememişlerdir. Bu durum, bugün de olanca çıplaklığı ile devam etmektedir. Çözüm, -Kur’an’ın önerdiği- ve Avrupa’da olduğu gibi, bir “Kamu Hukuku” yaratmaktan geçiyor. Bunun da ilk adımı, özel mülkiyetin ve özgürlüğün, -“Denenme” nin ön şartı olarak- ilahi bir hibe olduğunu anlamaktan ve kabul etmekten geçiyor.

Üç Dinin ‘Din Adamları’ Üzerine

Din ve Ahlak alanlarında kesin bilginin boğduğu dogmatik “İyiler ve Doğrular”(Mezhepçi-Cemaatçi- Tarikatçıler) hakkında Nietzsche şöyle der: “Kardeşlerim, bir zamanlar biri (Hz. İsa’yı kastediyor) iyilerle doğruların yüreklerini (ciğerlerini) okumuştu da, şöyle demişti: “Bunlar Ferisilerdir”. Fakat onu anlayamamışlardı. İyilerle doğrular, onu anlayamazlardı; ruhları, iyi vicdanlarına kapatılmıştı. İyilerin aptallığında derin bir kurnazlık vardır. Ama doğrudur: İyiler ve doğrular, Ferisi olmak zorundadırlar. Ellerinden başka bir şey gelmez ki! İyiler ve doğrular, kendi erdemini bulanı çarmıha germek zorundadırlar… Çünkü iyiler ve doğrular, yaratamazlar; onlar, hep sonun başlangıcıdırlar.” (F. Nietzsche. Böyle Buyurdu Zerdüşt. Çev: T.Oflazoğlu. İst. 1997. S 245)

1- YAHUDİLİK

Hz. İsa, Yahudi din adamları ve Ferisiler hakkında şöyle demişti:” (Onlar), Hz. Musa’nın kürsüsünde otururlar, söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da; kendileri, bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye, Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selamlanmaktan ve insanların kendilerini “Rabbi” diye çağırmalarından zevk duyarlar…

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin Egemenlğinin(Rahmaniyetin-İG) kapısını insanların yüzüne kapatırsınız da; ne kendiniz içeri girersiniz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz!

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız.(Fetö hatırlansın! İG)

Vay halinize kör kılavuzlar! Diyorsunuz ki: “Tapınak üzerine ant içenin andı sayılmaz; ama tapınaktaki altın üzerine ant içen, andını yerine getirmiş olur.” Sizi gidi budalalar ve körler! Hangisi daha önemli, altın mı, altını kutsal kılan tapınak mı? Yine diyorsunuz ki: “Sunak üzerine ant içenin andı kabul olmaz; ama sunaktaki adağın üzerine ant içenin andı kabul olur.” Sizi gidi körler! Hangisi daha önemli, adak mı, adağı kutsal kılan sunak mı? Öyleyse, sunak üzerine ant için; böylece, sunaktaki her şey üzerine ant içmiş olursunuz. Gök üzerine ant içen, Tanrı’nın tahtı ve tahtta oturan üzerine ant içmiş olur.

Vay halinize din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşür) verirsiniz de, Kutsal Ysa’nın (Tevrat-Şeriat) daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden, esas bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Sineği süzersiniz; ama deveyi yutarsınız.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağım ve çanağın dışını temizlersiniz; ama bunların içi, aç gözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler! Siz, dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı kabirlere benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin mezarlarını donatırsınız. “Atalarımızın yaşadığı günlerde yaşasaydık, onlarla birlikte peygamberlerin kanına girmezdik” diyorsunuz. Böylece, peygamberleri öldürenlerin torunları olduklarınızı kendiniz itiraf etmiş oluyorsunuz. Haydi, atalarınızın başlatmış olduğu işi bitirin!

Sizi gidi yılanlar, sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kurtulacaksınız?…” (Matta. 23. Bab: 1-33)

2- HIRİSTİYANLIK

Hz. İsa’nın eleştirdiği bütün hususlar, daha sonrasında Kilise örgütlenmesiyle Hrıstıyanlıkta aynen ortaya çıkmıştır. Papaz ve Rahip tipi, Hz. İsa’nı eleştirdiği “Ferisi (mezhep)” ve “Rabbi-Haham” tipinin aynısıdır. Nietzsche, onlar hakkında şöyle diyor: “En günahkâr insan tipi, Rahiptir. O, tabiata karşılığı öğretir. Rahip’e gösterilecek olan, “nedenler” değil; tımarhanedir… Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; liberal Protestanlara da, dinibütünlere davranıldığından daha katı davranılmalıdır. Hrıstiyanlığın yalan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler (Kiliseler), yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezaletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda zehirli yılanlar yetiştirilmeli. Perhiz vaaz etmek, insan fıtratına karşı kamusal bir kışkırtmadır. Cinsel yaşamın horlanması, “kirlilik” sıfatı ile kirletilmesi, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenmiş gerçek ‘günah’tır. Bir Rahip ile aynı masada yemek yemek, insanı kusturur. Bunun ile kişi, kendini doğru-dürüst insanlar topluluğundan aforoz etmiş olur. Rahip, bizim “Şandala (miskin-dilenci)”mızdır. Onu kanun kaçağı ilan etmeli veya çöle sürmelidir…” (F. Nietzsche. Deccal(Hrıstıyanlığa Lanet).çev: O.Aruoba.İst.1995. s 103-104).

Sonunda Tanrı inancını yitirmiş yaşlı bir papazın itirafı şöyledir: “O’nu en çok seven, onu en çok elinde tutan, onu en çok yitirmiş demektir.” (F.Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt. S301)
“Rahipler, birbirlerine hiç katlanamazlar. Manevi amaçlara sahip olmanın, çok iyi bir şey olduğunda tamamen hemfikirdirler; ama kendi kiliselerinden olmalıdır; diğer kiliseler, tamamen yanlıştır;  en kötü günahlardan beterdirler, affedilmezler. Varlıkları bile inkâr edilir. Örneğin, bazı ilahiyatçılara Budizmin de iyi bir din olduğunu önersem, hemen “Ah, biz Budizm ile ilgilenmeyiz” derler. Onları yalnız kendi kiliselerinin tinsel gelişimi ilgilendirir. Ama öyle de olmalıdır; bir kilise hoşgörüsüz değilse, o kilise yoıktur. Belli bir biçime sahip olmak için hoşgörüsüz olmalıdır. Çünkü avam, hep bunu talep eder. Mutlak doğruyu talep etmek, avamın daimi talebidir.” (C.G. Jung, Nietzsche’nin Zerdüşt’ü Üzerine Seminerler. Çev: T.Berkes.  İst. 2019. S 857).

3- İSLAMİYET

İslamiyet’te Ulemanın (Fakih-Mütekellim-Muhaddis-Müfessir) resmi olmayan ilmi otoritesinin ötesinde kurumlaşan Siyaset-Şeriat ve Tasavvuf kategorilerinde meydana gelen dönüşümü, felsefeci-düşünürümüz Nurettin Topçu şöyle tasvir etmektedir: “Asırlar arasında İslamın ruhu, katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasim gurur ve tahakkümü ile eritildi. Din müesseseleri, dinin ruhundan tamamiyle sıyrıldı. Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelere bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri halini aldı. Bunların etrafında bir istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül etti. Bu adamlar, iç yapısını yüzyılların yıprattığı devletle el ele vererek ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler… Asrımızın (20. yüzyıl) başlarına kadart sürüp gelen ve İslam’ın ruhuna tamamen aykırı olan bu maddeci din saltanatı, seküler bir devrimle yıkıldı. Ancak onun kini yok olmadı; varlığının derinlerine gömülen kini ve istismar emelleri, yeniden canlanma gününü bekledi. Çünkü onun kini ve istismar emelleri gibi, halkın da din ihtiyacı yok olmamıştı. İnsanda doğuştan varolan bu en derin ruhî ihtiyacın istismarcıları, hayat sahnesine tekrar çıkarlarken; eskisinden farklı olarak, kendilerinde kültür kırıntıları dahi yoktu. Bugün İmam Hatip okullarındaki gençliğe verilen kültürü bile çok gören Süleymancı, vesaireci sözde İslam alemdarları, karış karış vatana yayılmış bulunuyorlar. Kimi teğannici, kimi propagandacı, kimi büyücü ve üfürükçü… Ancak hepsi politikacı, hepsi sömürücü, hepsi samimiyetsiz ve hepsinin koltuklarında birer balta saklanan  önderler, cemaatlerini bir bataklıktan öbürüne saplamak için bir birleriyle yarışıyorlar (Bugün yaşasaydı rahmetli Topçu Fetö, Menzil, Cübbeli….hakkında neler derdi?). Cemaat(ler)in içinde dini şekillere bürünmüş bir sanatçılık yol alır ve onu uyuştururken; liderleri, zavallı halkı ve dinci gençlik zümresini kin ve intikam duygu ve emelleri ile kışkırtıyorlar.” (N.Topçu, İslam ve İnsan. İst. 1973. S 8-9) “Din mataryalistleri ve pozitivistleri, ona ruhun değil de, duyuların ve beden uzuvlarının dinini tanıtmışlardır. Din bezirganları da, soygunculuklarını devam ettirmek için, taassuptan faydalanarak gençliği ve bütün milleti bu yolda tahrik unsuru olarak kullanmaktadırlar. Bunlar, dini neşriyat (ve medya. İG) ile din ticareti yaparak cehalet ile taassubu, memleket havasına durmadan saçıyorlar. Din irşatçısı olarak geçinen ve sayıları mütemadiyen artan bu sahtekâr ve cahillerin bertaraf edilmesi gerekiyor.” (N.Topçu, a.g.e. s11) Topçu, fikirlerine kendinin de katıldığı Alman düşünür Ludwing V. Mises’ten şu alıntıyı yapar: “Müslümanlık, bugün müminlerine namaz kılmak, oruç tutmak, (Hacca gitmek. İG) gibi birtakım hareket kaideleri (ibadetler) veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gidemiyor; ruhlara hiçbir gıda veremiyor; sanki ruhunu kaybetmiş gibidir.

Yalnız birtakım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsedilmişlerdir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getiremiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri islam dünyasında dini hareket görülmüyor. İslam, hâlâ Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları, hep aynı şeydir; bunlar, din adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârdırlar. Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kin ile yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir.” (N.Topçu, a.g. e. S 18-19)

4- SONUÇ

Yüce, kutsal, sonsuz, mutlak, zatı ve karakteri çok iyi bilinmeyen güçlü bir otoriteye kendi zannı, vehmi, özgüveni, korkusu, çıkarı ile yaslanan, sığınan, yaltaklanan fani ve zayıf insanın macerasıdır anlatılanlar. Bundan kurtulmanın yolu hasbi ve muhasibi olmaktır. Hasbilik (dürüstlük-samimiyet) yetmiyor. Yukarda anlatılanların bir kısmı, kesinlikle hasbilikten doğuyor. Önemli olan “muhasibi” olmaktır. Yani vicdanın ayık olması, eşikte durmak, eleştirel olmak, kül yutmamak, uykusuz-uyanık olmak, düşünceli olmak, söz dinleyebilmek, haddini bilmektir. Bütün peygamberler yerleşik, geleneksel, katı dogmatik dinsel bilinç içinde mayalanmış ve sürü haline dönüştürülmüş bireyleri vicdanlarına yaslanarak özgürleştirmek isterler. Ancak, çoğunlukla bu geri teper. “Eğer kulak verseydik ve aklımızı kullansaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (67/10)

‘Türkiye-biz’ Olmanın Kriterleri Üzerine

1- GİRİŞ 

İnsan benliğinin sürekli değişmesine ve farklılaşmasına rağmen, tutarlı, yaratıcı bir kişilik, karakter oluşturabileceğini söyleyen H. Bergson, aynı şeyin toplumlar için de geçerli olduğunu vurgular: ”Vardığım sonuca göre, acaba yalnızca bireyler mi “kişi”dir? Yoksa bunların bir araya gelmesiyle oluşmuş toplumlar da belirli bir olgunluk noktasına eriştiklerinde, gerçek kişilik seviyesine ulaşmış sayılabilirler mi? Kendi adıma ulaşabildiklerini söylemekte tereddüt etmiyorum: Bir toplum, büyüyüp olgunlaştığında, kendinin tamamen bilincinde olduğunda, bir kişi olur. Bir toplum, geçmişi oluşturan gelenekler, yasalar ve kurumlara sahip olduğunda ve bunlar her bireyde hafızanın üstlendiği rolü oynadığında, o toplum kişi olur. Kendine mahsus biçimi belli bir şahsiyeti olan ve bu biçim ile şahsiyeti gerçekleştirdiği eylemlere uygulayan toplum, bir kişidir. Değişen, bozulan, yeniden kurulan, gelişen, kendinde yeni bir şahsiyet yaratan bir toplum, bir kişidir. Kendinde bir anlamda bu ayrıcalıklı şahsiyeti geliştiren ve bu anlamda dünyada özel bir rol oynayan ve kendi için kusursuzca tanımlanmış bir misyonu yerine getiren toplum, bir kişidir. Ulusun, büyük veya küçük olması önemli değildir. Bir birey, boyu kısa diye, bir kişi olmayı bırakacak değildir. Bir ulus, küçük olabilir ve kimi durumlarda bu, onun ruhunun büyük olmasına mani değildir. Aynı şekilde, ufak bir bedende de toplumsal açıdan kısıtlanmış bir bedende de büyük bir ruh yerleşmiş olabilir. Toplum bir kişiliktir ve her kişilik gibi, dokunulmaz haklara sahiptir. Gelenekleri olan ve kendi bilincinde olduğunu göz önünde bulundurduğumuz takdirde, her toplum bir kişidir.” (H. Bergson. Ruh Teorileri-İnsan Ruhu ve Kişiliği. Çev: E. B. Altıntaş. İst. 2020. S. 95). Türkiye toplumu, bugün maalesef böyle bir “kişilik/karakter” özelliği taşımıyor: “Sen onları birlikte sanırsın; oysa kalpleri, paramparçadır.”(59/14). Bu yazıda bunun sebepleri ve çözüm yolları üzerinde duracağız.

2- SORUN 

Osmanlı İmparatorluğu, -diğer imparatorluklar gibi- çok dinli ve çok dilli, resmi dili Türkçe, resmi dini İslam (Sünnîlik) olan bir Türk imparatorluğu idi. İmparatorluk çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra elimizde kalan Anadolu’da İmparatorluktan buraya sığınmış Müslüman (Arnavut-Boşnak, Çerkez, Pomak…) ahali ve burada mukim ve meskûn Müslüman ahali ( Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Rum, Laz…) ile M. Kemal’in önderliğinde bir “Kültür Devrimi” yaparak seküler bir “Ulus-Devlet” olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Anadolu’da kalan Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryaniler de “Dini azınlık-Cemaat” olarak eşit “Vatandaş”lar olarak kabul edildi. Seküler kültür ve siyasi devrim, içerde bir uçuklama yarattı. Kürtlerin bir kısmı (Şeyh Sait-Dersim) başkaldırdılar ve bastırıldılar. Şapka devrimine karşı çıkan münferit şahıslar, idam edildi. Alevi vatandaşların, mezhebi bir talebi olmadı. Diyanet teşkilatı, Sünni vatandaşların din hizmetlerini yerine getirmek ve dini kontrol altında tutmak için Sünnilik mezhebi (Hanefi-Mâtürîdî) üzerine kuruldu.

1950’ye kadar zorla (Tek Parti), ondan sonra sağ iktidarlar ve askeri vesayet rejimi ile devrimin ideolojisi ve kurumları, halk nezdinde belli bir meşruiyet kazandı. 1970’lerden itibaren dindar muhafazakârların bir kısmı (Milli Görüş), 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir kısmı (PKK), rejime ve ideolojisine itirazlara başladılar. Daha sonra da bunlara kısmî olarak Aleviler katıldı (Cemevleri-DHKP-C). İki binlerden sonra Ak Parti ile muhafazakârlar, bir yandan devrimin kurumlarını daha bir bilinçle benimserken; diğer yandan da “Laiklik” ilkesine itirazlarını yükselttiler. Temel saiki devleti içerden ele geçirmek olan FETÖ, AK Parti yönetimi ile (teolojik-politik) ihtilafa düşmesi üzerine, onu darbe ile düşürme teşebbüsünde bulundu (15 Temmuz). Alevi-CHP tabanı ise, AK partinin politikalarından memnuniyetsizliklerini “Gezi Kalkışması” ile ortaya koydular. Şu anda Türkiye, -kısmen- ideolojik olarak Laik-Muhafazakâr, mezhebi olarak Alevi-Sünni, etnik olarak da Türk-Kürt ayrışması ile karşı karşıya bulunmaktadır. Siyaset, ağırlıklı olarak bir ortak “kişilik/karakter” yaratma yerine; genellikle “kimlik” politikaları üzerinden yürümektedir. Bu bağlamda, AK Parti hükumetinin ümmetçi politikası, Milliyetçi-Muhafazakârlar ile seküler Türkleri ve seküler Kürtleri karşı karşıya getirdi. İktidar, ”Gönül coğrafyası” veya “Osmanlı Hinterlandı (Yeni Osmanlıcılık)” üzerinden “Ümmetçi (din kardeşliği)” bir perspektifle Arap dünyasına-sokağına, Balkanlara uzanırken; “Düzensiz Göç” ile doğu sınırlarını sığınmacılara açık tutmaktadır. Kürtler ve seküler Türkler, bu politikalara karşı ABD ve Avrupa ile kenetleniyor. Örneğin, CHP Genel Başkanının, halkına mezhepçi saiklerle zulmeden ve orada yaşayan Sünnileri Türkiye’ye doğru süpürmeye çalışan B. Esat ile aynı düşüncede olması, onda -muhafazakârlarda olduğu anlamda- bir “Türkiye” kavramı olmadığını gösterir. PKK/HDP ise, öteden beri “bölücü” bir politika izliyor. Böylece her politik-ideolojik tutum için ortak bir “Türkiye” kavramının içi boşalıyor. “Rabia” işareti ile Arap sokağına uzanan Sayın R. T. Erdoğan, bu politikaların çıkmaza girmesi ile Rabia’yı yeniden “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak- Tek Vatan” olarak yorumladı. Ancak bu yorum, içerde beklenen, yukarda Bergson’dan alıntıladığımız anlamda bir birliği (kişiliği/karakteri) yaratmış görünmüyor.

3- ÇÖZÜM

Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım ile çağımızın zorunlu politik bir gerçekliği/sonucu (Ulus-Devlet) olarak oluşan “Türkiye” toplumunu bir “kişilik/karakter” olarak yeniden oluşturmak mümkündür. Şöyle ki, Rahmani siyaset, ”Biz ve Öteki” ayrımını inanç, mezhep, dil, etnik köken, zengin-fakir (çıkar)… üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden yapar. Rahman (Allah) da Dünya hayatında böyle davranıyor: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). Böylece “Öteki” içerde siyasetin değil; hukukun mevzusu olur. Devletin dini adalettir. Bütün vatandaşlar, hukukun önünde eşittir. Hukukun bağımsızlığı (Kuvvetler Ayrılığı) ahlaki-dini bir zorunluluktur. İslam toplumlarında hukukun icrasını üstlenen “Ulema” da, siyasi erke bağlı değildi: “Şeriatın kestiği parmak, acımaz.”
“Evrensel Ümmetçilik” açısından baktığımızda da, “Ümmet” kavramı Kur’an’da ve Medine vesikasında da görüldüğü gibi,  “Din kardeşliği”ni değil, -O, Kur’an’da “millet” kavramı ile ifade edilir (2/135, 6/161, 2/120)-, işlevsel, fonksiyonel, adalet, güvenlik, ortak çıkar gibi maslahat gereği oluşturulan birlikteliği ifade eder. “Medine” yerleşkesinin güvenliğinden ve ortak maslahatlarından dolayı orada yaşayan Yahudi-Müşrik ve Müminler, bir “Ümmet” oluştururlar. Bu anlamı ile de bugünkü eşit hukuka sahip “ vatandaş” kavramı ile aynıdır. Türkiyede yaşayan laik, muhafazakâr, Alevi, Sünni, Kürt… ve Türkler, ortak maslahatlarından dolayı bir “ümmet” oluştururlar. Özgürlük, güvenlik, gönenç ve refah, sınırları –zorla- çizilmiş bir coğrafyada/yurtta/ülkede/devlette eşit vatandaşlar olarak “Biz” oluşturmak için yeterlidir. Gerisi, alt kimliklere ve bireylerin kendilerine kalmıştır. Burada da ayrım (Biz ve Öteki, Dost ve Düşman) inanç üzerinden değil; adalet-zulüm, maslahat-mefsedet/mazarrat üzerinden kurulabilir. Bu birlik/karakter-kişilik sağlandıktan sonra (aile ve ev olmak), mevcut kritere göre yakın akrabalar, kardeşler, komşular ve yedi yabancı ile ilgilenmek, insanî-İslamî bir sorumluluktur.

Farklı diller etnik-ırki farklılaşmalar (milliyetçilik/Kabaile-Şuub), Allah’ın bir “ayet”idir. (30/22). Bir aile asabiyetinin meşruluğu gibi meşrudur. Irkçılık ve kibir gibi “üstünlük” taslama veya çıkarcılığı dışlar. Ancak, toplum/ümmet ve devlet oluşturma söz konusu olduğunda, esas olan, umumi eşitlik ve maslahattır. Laikliğe gelince, dinler tarihi (özellikle Hristiyanlık ve İslam) göz önünde tutulursa, dinin aktif-günlük siyasete sokulması veya siyasi dilin, din diline başvurması (Teokrasi): 1-Din istismarı, 2- Dogmatizm, 3- Totalitarizm, iç savaş ve şiddet doğurmaktadır. Bu sonuçlardan sakınabilmek için, din dilini siyasetten-bürokrasiden ayrıştırıp örgün veya yaygın eğitim olarak topluma bırakmak gerekir. Tıpkı elektrik enerjisinden ısı, ışık, hareket elde etmek için, onun bir “Kablo” ile izole edilmesinin zorunlu olduğu gibi -diğer türlü çarpılırız-; siyasetin de, aleni din dilinden uzaklaştırılması zorunludur. Siyaset, doğası gereği güç ve çıkar istenci olduğu gibi; bir yönü ile de ahlaktır. Ahlaki saik veya dini saik ile siyaset yapmak isteyenlerin, dillerini ahlaki ve akli gerekçelere (delil-burhan-beyan-istidlal…) dayandırmaları, amaçlarını gerçekleştirmek için yeterlidir. Tanrı ve Peygamberi de böyle yapıyordu.  Dış politikada “düşmanlar”, gayr-i müslimler değil; “Ey Rabbimiz, bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar; bize bir dost-yardımcı gönder” diye yalvaran zayıf, zavallı-yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna, savaşılması gereken” (4/75) zalimler ve tağutlardır (2/265).

Politik sorunların prosedürel çözümü konusunda da İslam “Şûra”yı emreder. Bu da, İslam tarihinin tümüne egemen olduğu gibi kişi kültünü (halife, sultan, karizma, mehdi, imam, şeyh, lider) değil; ortak aklı, oydaşmayı, emaneti ehline vermeyi (kurumlaşmayı) gerektirir. Bugün bunun ismi de çoğulcu (çoğunlukçu değil) demokrasidir: Yönetişim, Yerel Demokrasi, Radikal Demokrasi, Sivil Toplum. Bunun alternatifi, iç savaş ve parçalanmadır: Allah korusun.

Dinsel-Politik ‘Karizma’nın Tehlikesi Üzerine

Bu kavramı icat eden Max Weber, her ne kadar “Peygamber” tipi ile Peygamberlik taslayan veya o role soyunan dinsel-politik figürlerin arasını ayırmadan –aralarında ortak paydalar olsa da- bu teoriyi geliştirmişken; biz, “peygamberliği” tenzih ederek, ikinci figürlerin politik-teolojik şahsiyetleri ve bunun psiko-analizi üzerinde duracağız. Dünya ve İslam tarihinde başka birçok örnekleri olduğu gibi; İran Devrimi’nin dini lideri “İmam-Ayetullah” Humeyni ve ülkemizde ortaya çıkan, “Mehdilik” karakterine bürünerek Türkiye’yi bir uçurumun eşiğine sürükleyen Fetullah Gülen, bu tipin/figürün iyi birer örneğidir. Önce Weber’in “Karizma” tanımı ile başlayalım.

“Karizma, bürokratik örgütlenme ile köklü bir karşıtlık içinde, hiçbir resmi ya da düzenlenmiş atama ya da el çektirme, hiçbir kariyer, terfi ya da maaş, hiçbir yönetim ya da denetleme kurulu, hiçbir yerel ya da salt teknik yargı ve memurlardan ve onların kişisel karizmalarından bağımsız bürokratik daireler tarzında hiçbir sabit kurumu tanımaz. Karizma, kendi kendini belirler ve kendi sınırlarını koyar. Karizma sahibi, kaderindeki görevi üstlenir ve misyonu gereği başkalarının kendine itaat etmesini ve onu takip etmesini ister. Eğer gönderildiği kişilerin, onu takip etmediklerini düşünürse, iddiası ortadan kalkar. Eğer onu tanırlarsa, kendini “ispat” etmiş olduğu sürece onların efendisidir. Ancak meşruiyetini (hak talebini), takipçilerinin iradesinden çıkarmaz; onun karizmasını tanımak, halkın görevidir… Kural olarak karizma, oldukça bireysel bir niteliktir. Bu, sahibinin misyonunun ve gücünün, harici bir düzen tarafından değil; içerden niteliksel olarak sınırlandığını ima eder. Normal olarak misyon yerel, etnik, sosyal, siyasal, mesleki ya da bir başka guruba yöneliktir ve limitlerini bu grupların sınırlarında bulduğu anlamına gelir. Bütün diğer açılardan olduğu gibi, karizmatik egemenlik, ekonomik altyapısı açısından bürokrasiye zıttır… Karizma, saf formu içinde hiçbir zaman şahsi bir gelirin kaynağı değildir. Gelir, ne hizmet değişimi için ne de ödeme için kullanılır; misyonun maddi gereklerini karşılamak için düzenli bir vergilendirmeyi bilmez. Bunun yerine barışçı bir amacı varsa, destekçiler vasıtasıyla ya da kendi takipçilerinin fahri armağanları, harçları ve diğer gönüllü katkıları (“Himmet” İG) yolu ile gerekli kaynağı temin eder. Karizmatik savaşçılar örneğinde “yağma” (“Soru çalma” İG) misyonun hem aracı hem de sonucudur. Saf karizma, bütün ataerkil egemenlik formlarının aksine, bütün sistemli (rasyonel) ekonomik etkinliğin zıttıdır. Gerçek karizmatik savaşçı  örneğinde olduğu gibi, -maddi şeylerin peşinde olduğu zaman bile-, güçlü anti-ekonomik güçtür… Usta ve öğrencileri, takipçilerin taleplerini gerçekleştirmek için sıradan dünyevi bağlardan, mesleki ve aile hayatına ait yükümlülüklerden bağımsız olmalıdırlar; dünyadan yüz çevirmelidirler.” (Max Weber, Ekonomi ve Toplum. Çev: Latif Boyacı. İst. 2012. S. 476-477)

İDDİALARA MUTLAKA İNANAN ÇIKACAKTIR

Ünlü psikanalist ve filozof Erich Fromm, bu tip dini-politik figürlerin sözde ileri sürdükleri kutsal “Dava” iddiasına rağmen; onların bilinç dışını veya bilinçaltını analiz etmiştir. Şöyle diyor: “Böyle bir kişilik, güttüğü davanın veya aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna (hatta Fetullah Gülen’de olduğu gibi, Tanrı’ya- insanlığa-dünyaya/”Dünya İmamı” İG) hizmet (italikleme bana ait. İG) sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına rağmen; gerçekte kendine onur (Kibir-Gurur kavramları daha doğru. İG) sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir. Bütün bu örneklerde (Fromm, başka örnekler de veriyor), davranışın arkasındaki bilinçdışı eğilim ve arzular, akli ve ahlaki mazeret veya bahaneler o derece iyi örgütlenmiştir ki, kişinin ileri sürdüğü akli nedenleri bilinçdışı arzuları destekler ve hatta alevlendirir. Hayatın günlük akışı içinde böyle bir kişi, arzularının gerçek yüzü ile mantığa bürüdüğü savunma mekanizmalarının hayali görüntüsü arasındaki çelişkiyi, hiçbir zaman kendiliğinden göremez. Arzuları yönünde harekete devam eder. Eğer biri çıkıp da böyle bir kişiye gerçeği, yani kutsal davasının temelinde, onun şiddetle karşı çıktığı gizli birtakım arzuların yattığını söylerse; bu kişi, yanlış anlaşıldığına ve haksız yere kınandığına inanmakta devam eder.” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst. 1973. S 111-112)

İsviçreli ünlü psikolog C. G. Jung ise, bu tip figürleri –Nietzsche örneğinde- kendini “özbilinç” ile (Zerdüşt-Übermensch/İnsan-ı Kâmil) özdeşleştirmesinin doğurduğu problemler üzerinde durur. “Sokağa çıkıp, Dünya için yeni bir mesajı, zamanının en büyük adamı olduğunu ilan ettiğinde; belli sayıda insan, onun deli (meczup. İG) olduğuna inanabilir; ama bazıları da, gerçekten o adamın o olduğuna inanacaktır. Bir takipçi kitlesine sahip olmak için bağırıp çağırması yeterlidir. (Fetullah’ın vaazları ve ağlamaları hatırlansın. İG). Böyle bir özdeşlikten (özbilinç ile özdeşleşme. İG) muzdarip olanlar, genellikle bağırırlar. Bu da, açıkça onların, kendi malzemelerinin üstünde (bilincinde? İG) olmadıklarını; aslında onun tarafından yakalandıklarını gösterir. Ve yakalanmak isterler; çünkü başkalarını yakalamak isterler. Yakalandıkları için, yakalamak isterler. Tıpkı uyuşturucu bağımlılarının, kendileri yakalanmış oldukları için, hep başka insanların da yakalanmalarını istemeleri gibi… Örneğin, ilkel büyücü hekim, yakalanacağını izleyicilerine kanıtlamalıdır; çünkü onu taşır ve kabileye bulaştırır.” (C:G.Jung. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü Üzerine Seminerler. çev: Turgut Berkes. İst. 2019. S 717.) Jung, Üst-insan’ın (Özbenlik), tek bir kişi değil; bazen bir “halk” da olabileceği tehlikesine de dikkat çeker.”…yani bir yerde bir bilinç genişlemesi girişimi olur ama gerçekleşmezse, örneğin insanları tarikatlara çeken bir çeşit zihinsel enfeksiyon ya da bugünlerde (1934-39) Almanya’da olduğunu gördüğümüz türden bir zihinsel hastalık salgınına (Nasyonal Sosyalizm. İG) neden olur. O, gerçekleşmeme düzeyindeki Üst-insandır. Tüm halk, tek bir adam gibi ve tek adam da, bütün ulusun bir amblemi ya da simgesi olarak gösterilir. Bu, bir bireyin, bilinç bütünleşmesi yerine geçer. Çünkü Almanya tek bir birey olmalıdır; ama bütünleşmiş bir bilinçle. Bunun yerine bilinçdışı ile hiçbir bütünleşme yok; ama bütün halk, tek bir kutsal figür ile birleşti.” (Jung, a.g.e. s 705). Dinsel-politik “Karizma”nın taşımış olduğu riskler, özetle böyledir.

AVRUPA’NIN BULDUĞU ÇÖZÜM

İslam/Kur’an, politik hayatı Peygamberin ve müminlerin karşılıklı tartışması (Şura), ehliyet-liyakat ve toplumsal maslahat üzerine, ahlaki ilkelere bağlı olarak kurmuştur. Erken (Hilafet) dönemde bir “oldu-bitti (felteten)” ve kabile karizmasının (Kureyş) tekrar hortlaması ve Emeviler döneminde zorla (el-emru limen ğalebe: İktidar, onu zorla ele geçirenindir. ) seküler bir yönetime; Abbasiler döneminde ise, kabilesel ve dinsel/teokratik (zıllullah) bir karizmaya tekrar geri dönmüştür. Türklerin hegemonyası döneminde (Selçukiler-Osmanlılar ve diğerleri) devlet yönetimi, karizmatik önderlerden ziyade,  geçmişten getirdikleri yarı seküler “Töre” (devlet geleneği) ile sürdürülmüştür (saltanat). Bu süreç içinde mistik-karizmatik tarikat önderlerinin başkaldırılarına da maruz kalmışlardır (Safaviler-Şeyh Bedrettin- Babailer…). Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi”, bu geleneğin yeni bir örneğidir (FETÖ). Başvurduğu “Takiyye” ise, özünde (Şia’ya atfedildiği gibi) teolojik bir kavram değil; ezik, zayıf, yenik herkesin megalomani psikolojisinden doğan kin, hınç ve intikam almaya yönelik “siyasi” bir tutumdur.
Sonuç olarak, politik hayat, taşımış olduğu ihtiras, güç istenci, hile ve şiddeti azaltmak için Avrupa’da Laiklik-Demokrasi, Şeffaflık, Denetleme ve Hukuk (Anayasa-Toplum sözleşmesi) üzerine kurulmuştur. Aleni din dilinin ve dinsel karizmanın bu alana sokulması, yukarıda bahsetmiş olduğumuz tehlikeleri kaçınılmaz kılmaktadır. Doğru olan, niyet halis (dini-ahlaki) olsa da; dilin, akli-ahlaki, şeffaf-eleştiriye açık ve denetlenebilir-kurumsal olmasıdır. Kişi kültü, hele din ile boyanmışsa, öldürücüdür. Âlim’in yerine, Ârif’in (Şeyh-Veli, Mehdi, Gavs…); soru sorma yerine, zikrin; düşünme yerine, rabıtanın; irade yerine itaatin vurgulandığı bu yapılar, toplumsal hayatımız için son derece tehlikelidir.

Türkiye Laikliği: Diyanet-İmam Hatip-İlahiyat

1- Sorun

Osmanlı devleti Saltanat, Medrese ve Tarikatın ellerinde çöktü. M. Kemal ve arkadaşları, çağın seküler “Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” paradigmasından etkilenerek Osmanlı’yı çökerten kurumları (Saltanat-Medrese-Tarikat) ilga edip; yerine çağdaş seküler-milliyetçi bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Osmanlı’da dini, siyasi otoritenin emrine âmâde kılan ve onun payandası yapan Şeyhu’l-İslamlık yerine, Diyaneti;  benzer bir konumda olan Medrese yerine, Daru’l-Fünun İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip okullarını açtılar. Bunları geliştirecekleri yerde; yanlış yaparak ,“karşı devrim” korkusu ile bir müddet sonra son ikisini kapattılar. Tek Parti yönetiminden demokrasiye adım attığımız 1950’li yıllardan sonra bunlar tekrar açıldı.

Laiklik, kuruluş aşamasında bir “Cemaat=sürü” olarak doğan Hristiyanlığın, Roma imparatorluğunu Hristiyanlaştırdıktan sonra devleti tümden ele geçirip, kendini, Tanrının (Hz. İsa) ve dinin temsilcisi olarak gören “Kilise”nin yaratmış olduğu baskı, zulüm, işkence ve şiddetten (sürüleştirme) toplumu kurtarmak için Batı toplumlarının geliştirdiği siyasi-hukuki bir kurumdur. Bu tarihsel tecrübeden farklı olarak İslam, bir “Cemiyet=toplum” ve siyaset-devlet olarak doğdu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam iman, ibadet, ahlak ve hukuk olarak sivil ulemanın uhdesinde-toplumda kalırken; siyaset, kısa süren ve adına “Hilafet” denen; özünde kabile (Kureyş) karizmasına dayanan biat, atama aşamasından sonra, Muaviye’nin ihtilalinden ve yaşanan iç savaşı müteakip “Saltanat”a dönüştürüldü. Zorla iktidarı ele geçirme (el-emru limen ğalebe), meşruiyetin mihengi oldu. Emeviler’in, Abbasioğulları tarafından devrilmesinden sonra da, kendilerini Allah’a nispet eden (Zıllullah, Kâim biemrillah, Muizlidinillah…) “Teokratik” bir saltanata dönüştürüldü. Türklerin siyasal egemenliği ele geçirmesinden sonra da (Selçukîler-Osmanlılar ulema, medrese şeklinde örgütlenirken; sayıları yüzleri bulan ve “Tarikat” denen ve sivil Kilise’ye benzer şekilde dini “temsil” ettiğini iddia eden kişi kültüne bağlı (veli-evliya, şeyh, gavs, kutup, baba, dede, abdal, mehdi, ricalu’l-ğayb…) kurumlar (Tekke-Zaviye-Dergâh-Hangâh) ortaya çıktı. Siyaset de (Saltanat), Hilafeti zımnen kendinde “temsil” ettiği iddiasında bulundu (kutsal emanetler). Şiilikte ise, “İmamet” teorisi, doğrudan -Katoliklikte-Kilisede olduğu gibi-, peygamberi (veraset yolu ile) ve dini temsil ettiği iddiasında bulundu.

Türk devriminin, dini görece sert baskılaması, toplumda İslam’ı “temsil” iddiasında bulunan Cemaat-Tarikat ve daha sonra siyasal partiler (MSP-SP ve AKP) üretti.  FETÖ ve 15 Temmuz darbe girişimi, devleti tekrar ele geçirme idealinin bir semptomu idi. Muhafazakâr AK Parti iktidarı da, halkın % 50 sine dayanan, seçim yolu ile iktidara gelen ve şimdiye kadar uygulanan sek/sert seküler politikalardan rövanş almaya çalışan politik bir tezahürdür. 1950-2000 arası, muhafazakâr halkın, temsilci arama; iki binin başları ise, çatal yürekli bu temsilciyi bulma anıdır. Umarım seküler kesim, bundan çıkarılması gereken dersi almıştır. İslam’ın toplum ve siyaset ile ilişkisi, Türkiye’de problem olmaya hâlâ devam etmektedir.

2- Çözüm

Kişisel kanaatime göre, devrimden sonra kurulan Diyanet, İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat fakülteleri, dini, toplum içinde iman-ibadet-ahlak olarak tutmayı onaylayıp; onun siyaset-İktisat ve hukuk (devlet) ile ilişkisini istismar, totalitarizm ve şiddet doğurmaması için; kültür ve eğitim ile dolayımlayan,  “Laik” bir çözümdür. Laiklik, -benzetme olarak- elektriğin ısı, ışık ve hareket olarak kullanılabilmesi, faydalı olması için “kablo” ile izole edilmesine benzer. Bir “dinsizlik” aparatı değildir. Burada “kablo” düşünce, eğitim ve kuruma denk düşerken; elektrik, dinden beklenen ahlaki enerjiyi ifade eder. Dinin, aleni olarak “Tarikat”, “Cemaat” ve “Parti” şeklinde siyasette temsil iddiası, toplumda “çarpma-çarpılma”  tehlikesi doğurmaktadır. Dinler tarihi -ve bugünkü İslam Dünyası- bunun aleni şahididir. Muhafazakâr kesimin hafızasında bu kavramın negatif bir imgesi olduğunu biliyorum. Ancak, kavrama yorum ve uygulama yolu ile olumlu bir içerik ve pratik kazandırılabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurmuş olduğu Diyanet, -teolojik olarak değil-, sosyolojik kurum olarak “Kilise” gibi, siyasetten bağımsız; finansmanı, vakıflar veya özel vergi ile yapılması gereken; devlete bağlı bir “dini hizmet” kurumu olmalı. Yani Bizans imparatorluğunda ve Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, din, siyasete bağlı bir  kurumdur. Kuruluş aşamasında devletin, “Kızı serbest bırakırsan, ya davulcuya veya zurnacıya kaçar” korkusundan doğan dindarları gözetim altında tutma refleksine gerek kalmamıştır. Diyaneti denetlemesini, hukuki çerçevede yine sürdürsün. Bu kurumdan “hizmet” almayan vatandaşlardan toplanan “vergi”ler ile finansa edilmesi, İslam’ın özüne aykırıdır; hizmet almayanlara haksızlıktır.

İmam-Hatipler, din hizmetlisi yetiştiren ve çocuklarına –fazladan- dini eğitim vermek isteyen vatandaşların bu talebini karşılayan bir kurumdur. İlahiyat fakülteleri ise; İslam’ı resmi olarak “temsil” etme iddiasında asla bulunmadan; onu, ilmi olarak araştıran, korumaya ve yenilemeye çalışan, ulemanın veya medresenin yerini alan bilim-ilim kurumlarıdır. Diyanetin, siyasi iradeye bağlı olması, yanlış olduğu gibi; “”İlahiyat”ların isminin, “İslami İlimler” e çevrilmesi girişimleri de, geleneksel dini düşüncenin dogmalaşmasını-taklidini özleyen bir tutumdur. Medreselerin, aynı müfredat ve öğretim tarzı ile yeniden –illegal olarak- yeşertilmesi, gerici bir tutum olduğu gibi; Tarikat, Cemaat ve siyasal partilerin İslam’ı “temsil” iddiasında bulunmaları da, Ortaçağ Hristiyanlığına-Kiliseye bir öykünmedir. Dindar vatandaşlar, politik tercihlerini “Muhafazakâr” partilerde ifade ve icra etmek isteyebilirler. Ancak, bu partinin, kendini dinin-İslam’ın “temsilcisi” olduğunu ima ve ifade etmesi ve aleni bir “din dili” kullanması, son derece tehlikelidir ve yanlıştır. Haricilerde ve Kilisede olduğu gibi, samimiyetle (Allah rızası için) katliam, işkence, istismar ve baskı yaratmanın muhtemel yoludur. Dinin, kendini özdeşleştireceği “Devlet” veya “temsil” üzerinden örgütlü hale getireceği topluluk (Parti-Tarikat-Cemaat) hakkında C. G. Jung, şu analizi yapıyor: “Sonuçta devlet büyük bir örgüt, bir düzen unsurudur. O, bir canavardır; halk da bir canavardır. Yirmi kişi, bir araya geldiğinde bile canavarlaşır. Çünkü psikolojileri artık insan değil; hayvan psikolojisine yaklaşmaktadır. Bir kalabalığın içinde toplanan, erdeminiz değil; genelde insan olandır ve bu, alçak düzeydeki insandır. Ahlakınız alçalmıştır. Birkaç yüz kişiden oluşan kalabalıkta, fark etmeden korkunç bir suç işleyebilirsiniz. Ne yaptığınızı bilemezsiniz. Çevrenizdeki heves (dava-dogma-coşku-İG), sizi alıp götürür ve ahlakınız tamamen çekip gider. Kalabalığın bulaşıcı zihinsel etkisi altında bir sürü hayvanı olursunuz. Şimdi bu büyük canavar, bu halk, ancak başka bir canavar ile yola getirilebilir. Tıpkı başka fillerin yardımı olmadan kontrol edilemeyen vahşi bir fil gibi. Böylece halkın canavarlığına karşı, devletin canavarlığına sahibiz ve bu, gerekli bir kötülüktür; başka yolu yoktur. Bir halkı iyi niyetle yönetemezsiniz. Çünkü canavar, kurnaz bir hayvanın en galiz yolları ile savaşır. İyi niyet, dindar sözcükler ve güzel işler ile düzeni sağlayamazsınız. Cünkü takdir edilmeyecektir. Halk, ancak dövdüğünde veya dayak yediğinde takdir eder. Bu bir gerçektir ve insanlara iyilik ve bilgelik ile hükmedilebileceğini düşünmek, tamamen saçmadır; sadece hava civadır.” (C. G. Jung. Nietzsche’nin Zerdüştü Üzerine Seminerler. çev: T. Berkes. İst. 2019. S. 501)

Benim “Rahmani Siyaset” veya “Evrensel Ümmetçilik” dediğim İslami siyaset, Devleti “Makasidu’ş-Şeria”nın (mülkiyet, din-düşünce özgürlüğü, onur, güvenlik) mücessemleşmiş hali olarak görür. Siyasi dilini akli-ahlaki (İslam) olarak kurup, toplumdaki icraatlarını din, dil, ırk; mezhep-meşrep ayrımı yapmaksızın; bunlar karşısında gözü bağlı veya açık “adalet” ilkesine göre yapar. Devletin dini adalettir. Böyle bir siyasetçi, Allah’ın nezdinde makbuldür.

İnsani-psikolojik bir meşrep olan Tasavvuf ve onun örgütlenmiş hali olan “Tarikat”lara gelince, Türkiye sosyolojisinin tarihsel bir gerçekliği-mirası olarak, politikadan ve iktisattan şiddetle uzak tutulmaları ve devlet tarafından dikkatle denetlenmeleri, kaçınılmaz bir mecburiyettir. Bunların devlet ile iç içe olmaları, Osmanlı’da doğurduğu trajik sonuçları itibari ile geçmişimizde ibret alınması gereken bir örnektir. Aksi tutumun doğurduğu sonuç, -bir tekrar olarak- “FETÖ” örneği ile önümüzde duruyor.

Konferans Duyurusu

Konu:Değişim,Dinamizm ve Din (Kuran’da Toplumsal Değişme Olgusu)

Tarih: 19.2.2020 Çarşamba, Saat:19.30

Yer:  İnsan ve Hizmet Vakfı, Gazi Mah. Silahtar Cad., No:54, Yenimahalle/Ankara

TOPRAK/EMLAK VE “EMSAL” RANT FIKHININ-HUKUKUNUN SEFALETİ ÜZERİNE

1-Sorunun Kaynağı:

 İslam’da özel mülkiyet esastır. Mülkiyet, yeteneklerimizin bir uzantısından başka bir şey değildir. Beden, özgür irade, vicdan (ahlak kapasitesi) ve mülkiyet, denenmenin esası ve “emanet” olarak ilahi bağışlardır. Şeriatın maksatları canı (beden), malı (mülkiyet), özgürlüğü (onur), aklı (düşünme) ve din tercihini (“Dinde zorlama yoktur” 2/256) korumaktır. Meşru-helal kazanç yolları emek, üretim/icat, iş/hizmet, ticaret (alış-veriş), hibe ve mirastır. Vergi (zekât), zorunlu; infak, -günümüzde istihdam yaratmak gibi- gönüllü ibadet-ahlaki sorumluluklardır. Helal kazancın esprisi, hakkaniyet ve ötekine zarar vermemektir. Gayri meşru-haram kazanç yolları, para babalarının yoksullara verdiği tüketim kredisine uyguladıkları temerrüt (kat kat) faizi (Riba) olarak tefecilik, şans oyunları (kumar), gasp, hırsızlık ve kara borsa (tekelcilik)dır. Haram kazancın esprisi ise, tembellik, tesadüf, gasp/zorbalık ve spekülasyondur. “Mallarınızı aranızda haksız yollardan yemeyin” (2/188) tavsiyesi, genel bir ilke olarak bunu ifade eder. Kur’an, dönemin genel bir kabulü olan  “haklı savaş”ta elde edilen ve genelde menkul mallar olarak “ganimet/enfal”ı helal saymışken (8/1,41…); yoksulların, zenginlerden almak zorunda kaldıkları tüketim kredisi anlamındaki Riba (tefecilik)’yı haram saymıştır (2/275,278, 4/161). Meşru yollardan özel mülk edinmenin herhangi bir sınırı yoktur. Örneğin Karun, mülkiyetinin miktarından dolayı değil-hazinelerinin anahtarlarını birkaç kişi ancak taşıyabiliyordu-; zorunlu vergisini (zekât) vermediği ve gönüllü infak etmediği için eleştirilmiştir (28/76-79). İslam, Mekke gibi bir ticaret şehrinde tüccarların; Medine’de ise,  üretime dayalı tarım ve hayvancılık yapan bireylerin önderliğinde kurulmuş bir dindir. Pazar ve piyasa serbesttir: (“Deve, bir akçe; götür oğlum. Deve, bin akçe; getir oğlum.”). Tekelcilik, karaborsa (istifçilik) ve faizcilik haramdır. Arapların başka bir özelliği olan “çapulculuk” yapmaları, ganimet peşinde koşma ve fütuhat yapmada tarih boyu kendini sürdürmüştür.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra fethedilen topraklar, “Ganimet/Enfal” sayılarak, -gazilere özel mülk olarak dağıtılma yerine- , Hz. Ömer tarafından “zenginlik, belli ellerde toplanan bir kartel/tekel oluşturmasın” (8/41) gerekçesi ile “Devlet Malı” statüsüne dönüştürülerek eski sahiplerine “kira”ya verildi (Haraç). Özel mülkiyete önem veren Kur’an’ın genel ilkeleri açısından bakacak olursak, buna gerek yoktu. Bu, yanlış bir içtihattır. Durduk yerde, yani Müslümanları topraklarından çıkarmak üzere veya din yüzünden (müslüman oldukları için) onlara savaş açmamış toplumlara (60/8-9) salt “kâfir-müşrik” olduklarından dolayı sürekli savaş açmak veya onları sürekli “düşman” belleyerek (Daru’l-Harp) ülke-toprak “fehetme”nin ahlaki meşruiyetine (?) girmeden;  fethedilen ülkede özel mülkiyete dokunmadan, devlet, özel mülk sahiplerinden vergisini alabilirdi. Oysa yeni durumda “Devlet Mülkiyeti” Tanrı, Sultan ve Herkesin “sahipliği (temellükü)” dolayımı ile tarih boyu korkunç bir gasp-yağma ve istismar kaynağı olmuştur. Oysa Allah, şöyle demişti: “İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek hükümdarlara vermeyin.” (2/188).

Özel mülkiyet, özgürlüğün ön şartıdır. Özel mülkiyeti olmayanın özgürlüğü olmaz. Kendi mülkiyeti üzerinde –meşru yollardan- tasarrufta bulunmak, özel mülkiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. İslam toplumlarında “Kamu Hukuku”nun gelişmemesinin sebebi, devlet mülkiyetini esas alarak özel mülkiyetin sınırlandırılmasıdır. Siyasi irade (İrade-i Şahane), yani Halife veya Sultan, devlet malı üzerinde keyfine göre/serbestçe tasarruflarda bulunmuştur. Hayır görünümlü “vakfetme” ve “peşkeş çekme”, bu keyfiliğin ürünüdür. Siyasi iradenin (halife-sultan) şahsi kararlarının, kamusal alanda “hukuk” sayıldığı bir yapıda; “Hukuk”un anlamının, “örgütlenmiş adalet” olmaktan çıkarak bozulmasının, insanlık tarihi boyunca temel iki saiki olmuştur: “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik” ( Frederic Bastiat, Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S 17).

2-Ahlaki Yozlaşmanın “Kılıfı” olarak Yasa/Kanun (Hukuk)

19. Yüzyılda yaşamış ünlü klasik iktisatçılardan Fransız Frederic Bastiat, devlet müdahaleciliğinin yaygın olduğu bir ekonomik düzende çıkar gruplarının “rant kollama “ eğiliminin artacağını ve sonuçta bir “yasal soygun” sisteminin toplumda sistemleşeceğini söylemiştir. Böyle bir sistemde maalesef hukuk, bireylerin meşru hakları olan beden, özgür irade ve mülkiyet haklarının kolektif organizasyonu (Hukuk) olmaktan çıkıp; temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır (s. 16). İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve yaşar. Bunu yaparken, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç, mülkiyetin meşru kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek de yaşaması mümkündür. İşte yağma (rant, ganimet, gasp, hırsızlık, soygun…) budur. (s.17). Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu, çalışmaya tercih ettiren beşeri (içgüdüsel) eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, (genellikle) tek bir insan (Başkan-Sultan-Halife-Kral…İG) veya bir grubun (örneğin: Belediye meclisinin. İG) elindedir… İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan (içgüdüsel) ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığında, adaletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun kendisinin, sonunda nasıl adaletsizliğin yenilmez silahı haline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi tespit sayesinde hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü; özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay kavrayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine olup; elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır (s.18). Planlama, düzenleme, koruma ve teşvik bahanesiyle, siyasi irade, “yasal düzenleme” ile mülkiyeti birilerinden alarak başkasına geçirmekte; toplumun tümüne ait zenginliği –veya kamu arazilerini-İG- çiftçi, imalatçı, gemi sahibi, sanatçı, tiyatrocu (ve de cemaatçi, tarikatçı. İG) gibi az sayıda insana aktarmaktadır. Bu şartlarda her sınıfın, hukuku kendi hâkimiyetine alarak gasp etmekten başka ne düşüneceğini sanıyorsunuz? (s. 24) Kardeşlik ve gönüllülük kavramları (İman-İnfak-İG), bir birinden ayrılamazlar. Özgürlük, hukuken yok edilmediği ve adalet, ayaklar altına alınmadığı sürece, “kardeşliğin”, hukuken nasıl dayatılabileceğini anlamak mümkün değildir. (s.32).  Tesadüf ettiğiniz her hangi bir felsefe, politika, tarih ( ve de Fıkıh. İG) kitabını açıp bakınız. Klasik erdemlerin çoğu –ve de sosyalizmin anası olan- düşüncelerin, nedenli kökleşmiş olduğunu görürsünüz. Hepsinde işlenegelmiş olan temel fikir, beşeriyetin hayatı, organizasyonu, ahlakı ve refahı, devletin gücünden alan cansız bir hammadde yığını olduğudur. Daha vahimi, bu erdemlerde dejenerasyona mütemayil beşeriyeti kurtaracak tek gücün, kanun yapıcının sihirli ve gizemli eli olarak takdim edilmesidir. Yaygın klasik düşünce, toplumun kendi iradesinin (dışında ve) ardında her zaman –kerâmeti kendinden menkul. İG- “Hukuk” veya “Kanun Koyucu” denilen bir gücün var olduğu düşüncesini sistemli olarak telkin etmiştir. Başka bir terminoloji ile ifade edersek, tartışılmaz etki ve yetkiye sahip bazı isimsiz kişi veya kişilerin temsil ettiği bu güç, insanlığın hareketini sağlayan, denetleyen ve onu geliştiren vazgeçilmez bir güç olarak görülmüştür (s.42).

 Bastiat’ın, kitabında işaret ettiği, hukuk yolu ile veya “hukuk” adı altında siyasi iradeye özel mülkiyet üzerinde ekonomik tasarruf yetkisi vermenin doğurabileceği tehlikelerin bir kısmı, özetle böyledir. Merak edenler, -aynı zamanda bir Sosyalizm eleştirisi de olan- bu küçük hacimli kitabı okuyabilirler. Ben, Bastiat’ın görüşlerinin, Kur’an’ın özel mülkiyet görüşü ile paralel olduğu kanaatindeyim.

 Osmanlıda devlet arazilerinin padişahlarca istedikleri kişilere “Arpalık”; “Vakıf” adı altında, Tarikatlara ve şeyhlere de  “hayır” adına “peşkeş” çekilmesi, devletin güvenliği açısından ciddi sorunlar ve tehlikeler çıkarmıştır. Tarihçi Zekeriya Işık, “Devlet ve Tarikat” (İst.2017), “Tekkedeki İktidar” (İst.2017) ve “Şeyhler ve Şahlar” (İst.2017) adlı bilimsel araştırmalarında bu gerçeği, mufassal ve müdellel bir şekilde genişçe ortaya koymuştur. Işık, “Tarikat” örgütlenmesinin, siyasal iktidar açısından muhtemel tehlikelerini şöyle özetlemiştir: 1- Şeyhin tartışmasız dinî ve dünyevi bir lider (Gavs-Kutup-Mehdi…) olarak bütün saygınlıkları, hürmetleri ve coşkun bağlılık duygularını şahsında toplaması; başka bir deyişle, “ihvan” topluluğu için şeyhe “biat”ın, devlete/sultana olandan çok daha öncelikli ve güçlü olması. 2- Şeyhin, dünyadan elini eteğini çekmiş, mistik bir şahsiyet görüntüsü altında, ne zaman alevleneceği hiç belli olmayan cezbeli bir takım ilahî yetilerle donatıldığına inanılması. 3- Tarikat topluluğunun, toplumun diğer kesimlerinden daha güçlü bağlar ile bir birine kenetlenmiş olmaları ile toplumun tümünden politik olarak ayrılmış, bölünmüş olmaları. 4 – Tarikat ve devlet, aynı dinsel ideolojiye dayanmalarına rağmen; aralarında “teolojik” farklılıkların ortaya çıkması ile iç çatışma ihtimalinin belirmesi. (Fetö ve 15 Temmuz Darbe girişimi hatırlansın. İG). 5- Tarikat topluluğunun sayısının, nerede ve ne kadar olduklarının ve gelecekte neler yapabileceklerinin devlet tarafından tam anlamıyla kestirilememesi. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.102-107). Belli bir organize güce ulaşmış olan tarikatların ancak siyasi hamleler yapma potansiyeli taşıyabileceğini anlamak mümkündür. ”Güç Eşiği” kavramı ile kastedilen, bir tarikatın, bir devlet ve toplum içerisinde yatay ve dikey olarak eriştiği mürit ağı, bu bağların siyasi, askeri ve sosyal statülerinin yoğunlaştığı katmanları, tarikatın ulaştığı sosyal, ekonomik güç düzeyi, coğrafi olarak yayıldığı alan, taraftar ve sempatizan sayısı gibi durumlardır. Eğer bu veriler, istenilen düzeye ulaşmışsa, devlet idaresinden ve toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek tehditlere karşı konabileceği ya da tarikatın önüne çıkabilecek fırsatlara ulaşabileceği kanaati, bu tarikat merkezinde ve çevresinde oluşmakta; dolayısıyla “Güç Eşiği” aşılmış olup, her an siyasi bir isyana dönüşebilmektedir. (Babailer isyanı), Şeyh Bedrettin’in, Erdebil Tekkesi ve Kuleli Vakasının (Nakşilik)…hamleleri, bunun örnekleridir. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.109). Biz, bunlara 15 Temmuz Fetö darbe girişimini de ekleyelim.

3-Türkiye’de Emlak ve Emsal Rantiyeciliği

Osmanlının bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, Devlet arazisi ve vakıf mülkiyeti hayli fazla/büyük bir devlet olarak kurulmuştur. Özel mülkiyetin hayli zayıf olduğu bu yeni yapıda siyasi irade (Tek Parti), bir taraftan KİT’leri kurarken; bir taraftan da özel sektörü geliştirmek için yani kanun kılıfı ile –istediklerine- finansal kaynak (teşvik-sübvansiyon) ve arazi ve emlak transferleri yapmıştır. 1950 sonrası sağ-muhafazakâr iktidarlar da, bir taraftan sanayileşmeyi sürdürürken; diğer taraftan popülist kaygılarla bu devlet arazilerini kendi yandaşlarına vermeye devam etmişlerdir. İki binler sonrası Ak Parti iktidarında inşaat sektörü ağırlıklı ekonomi politikasında kamuya ait arazilerin taraftarlara (partili, tarikat, cemaat) devri ile (“Ne istediler de, vermedik?” sözü hatırlansın) emlak rantı devam ettiği gibi; bir de “Emsal (Kat Yüksekliği)” rantı yaratılmıştır. Siyasi İktidar (politikacılar, bürokratlar ve taraftarlar) merkezi yönetimde ve belediyelerde “Emsal” denen hukuki kılıf ile “havadan” para kazanılmaya başlanmıştır. Bir işadamının itirafı ile belediye meclisinden geçirilen “Emsal “artırımı kararı (hukuki kılıf) ile bir anda yüzlerce daire sahibi olunabilmektedir. Emsal kılıfı ile şehirlere yapılan şey, Tanrı’nın hibesi ve herkesin hakkı olan gökyüzünün, ufkun, sonsuzluk imgesinin, ışığın, güneşin, ayetlerin, rüzgârın, temiz havanın gök-delen/söken, gök-örten, gölge eden, ufuk karartan… binalar ile satılması ve şehre-halkına ihanet edilmesidir. Tipik bir “rant” mekanizması olan “TOKİ’ler ile yapılan, insanların ayağının yerden/topraktan, bahçeden kesilmesi; İslami ve insani bir formasyon olan, ve yüz yıllar boyunca geliştirilen iskân/mesken, ikâmetgâh yeri olan “Mahalle”nin yani komşuluğun (“Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”-“Komşusu aç olduğu halde, tok yatan bizden değildir.”), dayanışmanın, yardımın, sosyal kontrolün yok edilmesidir. “Gecekondu”, -mimari olarak kötü-, yoğun göç akınının-sökümünün yoksul/çaresiz, fakat hâlâ insani ve mahallenin devamı idi. TOKİ, 1930’ların Fransız taklidi olan “Apartman”ın  “Blok”, “Site”, “Rezidans” olarak daha da yabancılaşması ve sosyalliğin kaybıdır/katlidir. Mimar düşünür rahmetli Turgut Cansever, iki binlerin başında bu emlak rantiyeciliğini şöyle eleştirmişti: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunun en yaygın şekilde ahlaki değerlerinin dışına iten rüşveti, her türlü suiistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla bir arada yaşamaya mahkûm edildi. Sonra her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp, bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini inşa ettikleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanlarını sizin tekzip etme imkânınız yok.” (Turgut Cansever. Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. S. 140)

Kur’an emek, üretim, ticaret, miras ve gönüllü bireysel hibeye dayanan özel mülkiyeti kabul etmiş; rant’a dayanan “Riba”yı yasaklamıştır. Hilafet ve Saltanat rejimleri “Fütuhat” ile elde edilen toprakları devlet mülküne dönüştürerek, istismara açık muazzam bir “Rant” kapısı açmışlardır. Bunun üzerine yaratılan “fıkıh” adaleti, özgürlüğü ve ahlakı yok eden ve yozlaşmayı doğuran bir “Hukuki kılıf” olmuştur. İmparatorluklar tarihi, böyle geçmiştir. Bugün de aynı durum devam etmektedir. Oysa elin gavuru (Batı-Avrupa), kamu rantları alanında kılı kırk yaran muazzam bir “Hukuk” geliştirmiştir. Bir ev sahibi olmak için devlet bankasından alınan kredinin faizini “Riba” sanan dünün “Hayız-Nifas Uleması” ve bugünün İlahiyatçıları, Emlak ve Emsal rantları, emek sömürüsü ve sendikal haklar söz konusu olunca, dut yemiş bülbüle dönmektedirler.