Üç Dinin ‘Din Adamları’ Üzerine

Din ve Ahlak alanlarında kesin bilginin boğduğu dogmatik “İyiler ve Doğrular”(Mezhepçi-Cemaatçi- Tarikatçıler) hakkında Nietzsche şöyle der: “Kardeşlerim, bir zamanlar biri (Hz. İsa’yı kastediyor) iyilerle doğruların yüreklerini (ciğerlerini) okumuştu da, şöyle demişti: “Bunlar Ferisilerdir”. Fakat onu anlayamamışlardı. İyilerle doğrular, onu anlayamazlardı; ruhları, iyi vicdanlarına kapatılmıştı. İyilerin aptallığında derin bir kurnazlık vardır. Ama doğrudur: İyiler ve doğrular, Ferisi olmak zorundadırlar. Ellerinden başka bir şey gelmez ki! İyiler ve doğrular, kendi erdemini bulanı çarmıha germek zorundadırlar… Çünkü iyiler ve doğrular, yaratamazlar; onlar, hep sonun başlangıcıdırlar.” (F. Nietzsche. Böyle Buyurdu Zerdüşt. Çev: T.Oflazoğlu. İst. 1997. S 245)

1- YAHUDİLİK

Hz. İsa, Yahudi din adamları ve Ferisiler hakkında şöyle demişti:” (Onlar), Hz. Musa’nın kürsüsünde otururlar, söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da; kendileri, bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye, Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selamlanmaktan ve insanların kendilerini “Rabbi” diye çağırmalarından zevk duyarlar…

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin Egemenlğinin(Rahmaniyetin-İG) kapısını insanların yüzüne kapatırsınız da; ne kendiniz içeri girersiniz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz!

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız.(Fetö hatırlansın! İG)

Vay halinize kör kılavuzlar! Diyorsunuz ki: “Tapınak üzerine ant içenin andı sayılmaz; ama tapınaktaki altın üzerine ant içen, andını yerine getirmiş olur.” Sizi gidi budalalar ve körler! Hangisi daha önemli, altın mı, altını kutsal kılan tapınak mı? Yine diyorsunuz ki: “Sunak üzerine ant içenin andı kabul olmaz; ama sunaktaki adağın üzerine ant içenin andı kabul olur.” Sizi gidi körler! Hangisi daha önemli, adak mı, adağı kutsal kılan sunak mı? Öyleyse, sunak üzerine ant için; böylece, sunaktaki her şey üzerine ant içmiş olursunuz. Gök üzerine ant içen, Tanrı’nın tahtı ve tahtta oturan üzerine ant içmiş olur.

Vay halinize din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşür) verirsiniz de, Kutsal Ysa’nın (Tevrat-Şeriat) daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden, esas bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Sineği süzersiniz; ama deveyi yutarsınız.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağım ve çanağın dışını temizlersiniz; ama bunların içi, aç gözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler! Siz, dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı kabirlere benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz.

Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin mezarlarını donatırsınız. “Atalarımızın yaşadığı günlerde yaşasaydık, onlarla birlikte peygamberlerin kanına girmezdik” diyorsunuz. Böylece, peygamberleri öldürenlerin torunları olduklarınızı kendiniz itiraf etmiş oluyorsunuz. Haydi, atalarınızın başlatmış olduğu işi bitirin!

Sizi gidi yılanlar, sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kurtulacaksınız?…” (Matta. 23. Bab: 1-33)

2- HIRİSTİYANLIK

Hz. İsa’nın eleştirdiği bütün hususlar, daha sonrasında Kilise örgütlenmesiyle Hrıstıyanlıkta aynen ortaya çıkmıştır. Papaz ve Rahip tipi, Hz. İsa’nı eleştirdiği “Ferisi (mezhep)” ve “Rabbi-Haham” tipinin aynısıdır. Nietzsche, onlar hakkında şöyle diyor: “En günahkâr insan tipi, Rahiptir. O, tabiata karşılığı öğretir. Rahip’e gösterilecek olan, “nedenler” değil; tımarhanedir… Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; liberal Protestanlara da, dinibütünlere davranıldığından daha katı davranılmalıdır. Hrıstiyanlığın yalan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler (Kiliseler), yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezaletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda zehirli yılanlar yetiştirilmeli. Perhiz vaaz etmek, insan fıtratına karşı kamusal bir kışkırtmadır. Cinsel yaşamın horlanması, “kirlilik” sıfatı ile kirletilmesi, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenmiş gerçek ‘günah’tır. Bir Rahip ile aynı masada yemek yemek, insanı kusturur. Bunun ile kişi, kendini doğru-dürüst insanlar topluluğundan aforoz etmiş olur. Rahip, bizim “Şandala (miskin-dilenci)”mızdır. Onu kanun kaçağı ilan etmeli veya çöle sürmelidir…” (F. Nietzsche. Deccal(Hrıstıyanlığa Lanet).çev: O.Aruoba.İst.1995. s 103-104).

Sonunda Tanrı inancını yitirmiş yaşlı bir papazın itirafı şöyledir: “O’nu en çok seven, onu en çok elinde tutan, onu en çok yitirmiş demektir.” (F.Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt. S301)
“Rahipler, birbirlerine hiç katlanamazlar. Manevi amaçlara sahip olmanın, çok iyi bir şey olduğunda tamamen hemfikirdirler; ama kendi kiliselerinden olmalıdır; diğer kiliseler, tamamen yanlıştır;  en kötü günahlardan beterdirler, affedilmezler. Varlıkları bile inkâr edilir. Örneğin, bazı ilahiyatçılara Budizmin de iyi bir din olduğunu önersem, hemen “Ah, biz Budizm ile ilgilenmeyiz” derler. Onları yalnız kendi kiliselerinin tinsel gelişimi ilgilendirir. Ama öyle de olmalıdır; bir kilise hoşgörüsüz değilse, o kilise yoıktur. Belli bir biçime sahip olmak için hoşgörüsüz olmalıdır. Çünkü avam, hep bunu talep eder. Mutlak doğruyu talep etmek, avamın daimi talebidir.” (C.G. Jung, Nietzsche’nin Zerdüşt’ü Üzerine Seminerler. Çev: T.Berkes.  İst. 2019. S 857).

3- İSLAMİYET

İslamiyet’te Ulemanın (Fakih-Mütekellim-Muhaddis-Müfessir) resmi olmayan ilmi otoritesinin ötesinde kurumlaşan Siyaset-Şeriat ve Tasavvuf kategorilerinde meydana gelen dönüşümü, felsefeci-düşünürümüz Nurettin Topçu şöyle tasvir etmektedir: “Asırlar arasında İslamın ruhu, katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasim gurur ve tahakkümü ile eritildi. Din müesseseleri, dinin ruhundan tamamiyle sıyrıldı. Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelere bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri halini aldı. Bunların etrafında bir istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül etti. Bu adamlar, iç yapısını yüzyılların yıprattığı devletle el ele vererek ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler… Asrımızın (20. yüzyıl) başlarına kadart sürüp gelen ve İslam’ın ruhuna tamamen aykırı olan bu maddeci din saltanatı, seküler bir devrimle yıkıldı. Ancak onun kini yok olmadı; varlığının derinlerine gömülen kini ve istismar emelleri, yeniden canlanma gününü bekledi. Çünkü onun kini ve istismar emelleri gibi, halkın da din ihtiyacı yok olmamıştı. İnsanda doğuştan varolan bu en derin ruhî ihtiyacın istismarcıları, hayat sahnesine tekrar çıkarlarken; eskisinden farklı olarak, kendilerinde kültür kırıntıları dahi yoktu. Bugün İmam Hatip okullarındaki gençliğe verilen kültürü bile çok gören Süleymancı, vesaireci sözde İslam alemdarları, karış karış vatana yayılmış bulunuyorlar. Kimi teğannici, kimi propagandacı, kimi büyücü ve üfürükçü… Ancak hepsi politikacı, hepsi sömürücü, hepsi samimiyetsiz ve hepsinin koltuklarında birer balta saklanan  önderler, cemaatlerini bir bataklıktan öbürüne saplamak için bir birleriyle yarışıyorlar (Bugün yaşasaydı rahmetli Topçu Fetö, Menzil, Cübbeli….hakkında neler derdi?). Cemaat(ler)in içinde dini şekillere bürünmüş bir sanatçılık yol alır ve onu uyuştururken; liderleri, zavallı halkı ve dinci gençlik zümresini kin ve intikam duygu ve emelleri ile kışkırtıyorlar.” (N.Topçu, İslam ve İnsan. İst. 1973. S 8-9) “Din mataryalistleri ve pozitivistleri, ona ruhun değil de, duyuların ve beden uzuvlarının dinini tanıtmışlardır. Din bezirganları da, soygunculuklarını devam ettirmek için, taassuptan faydalanarak gençliği ve bütün milleti bu yolda tahrik unsuru olarak kullanmaktadırlar. Bunlar, dini neşriyat (ve medya. İG) ile din ticareti yaparak cehalet ile taassubu, memleket havasına durmadan saçıyorlar. Din irşatçısı olarak geçinen ve sayıları mütemadiyen artan bu sahtekâr ve cahillerin bertaraf edilmesi gerekiyor.” (N.Topçu, a.g.e. s11) Topçu, fikirlerine kendinin de katıldığı Alman düşünür Ludwing V. Mises’ten şu alıntıyı yapar: “Müslümanlık, bugün müminlerine namaz kılmak, oruç tutmak, (Hacca gitmek. İG) gibi birtakım hareket kaideleri (ibadetler) veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gidemiyor; ruhlara hiçbir gıda veremiyor; sanki ruhunu kaybetmiş gibidir.

Yalnız birtakım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsedilmişlerdir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getiremiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri islam dünyasında dini hareket görülmüyor. İslam, hâlâ Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları, hep aynı şeydir; bunlar, din adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârdırlar. Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kin ile yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir.” (N.Topçu, a.g. e. S 18-19)

4- SONUÇ

Yüce, kutsal, sonsuz, mutlak, zatı ve karakteri çok iyi bilinmeyen güçlü bir otoriteye kendi zannı, vehmi, özgüveni, korkusu, çıkarı ile yaslanan, sığınan, yaltaklanan fani ve zayıf insanın macerasıdır anlatılanlar. Bundan kurtulmanın yolu hasbi ve muhasibi olmaktır. Hasbilik (dürüstlük-samimiyet) yetmiyor. Yukarda anlatılanların bir kısmı, kesinlikle hasbilikten doğuyor. Önemli olan “muhasibi” olmaktır. Yani vicdanın ayık olması, eşikte durmak, eleştirel olmak, kül yutmamak, uykusuz-uyanık olmak, düşünceli olmak, söz dinleyebilmek, haddini bilmektir. Bütün peygamberler yerleşik, geleneksel, katı dogmatik dinsel bilinç içinde mayalanmış ve sürü haline dönüştürülmüş bireyleri vicdanlarına yaslanarak özgürleştirmek isterler. Ancak, çoğunlukla bu geri teper. “Eğer kulak verseydik ve aklımızı kullansaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (67/10)

‘Türkiye-biz’ Olmanın Kriterleri Üzerine

1- GİRİŞ 

İnsan benliğinin sürekli değişmesine ve farklılaşmasına rağmen, tutarlı, yaratıcı bir kişilik, karakter oluşturabileceğini söyleyen H. Bergson, aynı şeyin toplumlar için de geçerli olduğunu vurgular: ”Vardığım sonuca göre, acaba yalnızca bireyler mi “kişi”dir? Yoksa bunların bir araya gelmesiyle oluşmuş toplumlar da belirli bir olgunluk noktasına eriştiklerinde, gerçek kişilik seviyesine ulaşmış sayılabilirler mi? Kendi adıma ulaşabildiklerini söylemekte tereddüt etmiyorum: Bir toplum, büyüyüp olgunlaştığında, kendinin tamamen bilincinde olduğunda, bir kişi olur. Bir toplum, geçmişi oluşturan gelenekler, yasalar ve kurumlara sahip olduğunda ve bunlar her bireyde hafızanın üstlendiği rolü oynadığında, o toplum kişi olur. Kendine mahsus biçimi belli bir şahsiyeti olan ve bu biçim ile şahsiyeti gerçekleştirdiği eylemlere uygulayan toplum, bir kişidir. Değişen, bozulan, yeniden kurulan, gelişen, kendinde yeni bir şahsiyet yaratan bir toplum, bir kişidir. Kendinde bir anlamda bu ayrıcalıklı şahsiyeti geliştiren ve bu anlamda dünyada özel bir rol oynayan ve kendi için kusursuzca tanımlanmış bir misyonu yerine getiren toplum, bir kişidir. Ulusun, büyük veya küçük olması önemli değildir. Bir birey, boyu kısa diye, bir kişi olmayı bırakacak değildir. Bir ulus, küçük olabilir ve kimi durumlarda bu, onun ruhunun büyük olmasına mani değildir. Aynı şekilde, ufak bir bedende de toplumsal açıdan kısıtlanmış bir bedende de büyük bir ruh yerleşmiş olabilir. Toplum bir kişiliktir ve her kişilik gibi, dokunulmaz haklara sahiptir. Gelenekleri olan ve kendi bilincinde olduğunu göz önünde bulundurduğumuz takdirde, her toplum bir kişidir.” (H. Bergson. Ruh Teorileri-İnsan Ruhu ve Kişiliği. Çev: E. B. Altıntaş. İst. 2020. S. 95). Türkiye toplumu, bugün maalesef böyle bir “kişilik/karakter” özelliği taşımıyor: “Sen onları birlikte sanırsın; oysa kalpleri, paramparçadır.”(59/14). Bu yazıda bunun sebepleri ve çözüm yolları üzerinde duracağız.

2- SORUN 

Osmanlı İmparatorluğu, -diğer imparatorluklar gibi- çok dinli ve çok dilli, resmi dili Türkçe, resmi dini İslam (Sünnîlik) olan bir Türk imparatorluğu idi. İmparatorluk çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra elimizde kalan Anadolu’da İmparatorluktan buraya sığınmış Müslüman (Arnavut-Boşnak, Çerkez, Pomak…) ahali ve burada mukim ve meskûn Müslüman ahali ( Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Rum, Laz…) ile M. Kemal’in önderliğinde bir “Kültür Devrimi” yaparak seküler bir “Ulus-Devlet” olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Anadolu’da kalan Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryaniler de “Dini azınlık-Cemaat” olarak eşit “Vatandaş”lar olarak kabul edildi. Seküler kültür ve siyasi devrim, içerde bir uçuklama yarattı. Kürtlerin bir kısmı (Şeyh Sait-Dersim) başkaldırdılar ve bastırıldılar. Şapka devrimine karşı çıkan münferit şahıslar, idam edildi. Alevi vatandaşların, mezhebi bir talebi olmadı. Diyanet teşkilatı, Sünni vatandaşların din hizmetlerini yerine getirmek ve dini kontrol altında tutmak için Sünnilik mezhebi (Hanefi-Mâtürîdî) üzerine kuruldu.

1950’ye kadar zorla (Tek Parti), ondan sonra sağ iktidarlar ve askeri vesayet rejimi ile devrimin ideolojisi ve kurumları, halk nezdinde belli bir meşruiyet kazandı. 1970’lerden itibaren dindar muhafazakârların bir kısmı (Milli Görüş), 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir kısmı (PKK), rejime ve ideolojisine itirazlara başladılar. Daha sonra da bunlara kısmî olarak Aleviler katıldı (Cemevleri-DHKP-C). İki binlerden sonra Ak Parti ile muhafazakârlar, bir yandan devrimin kurumlarını daha bir bilinçle benimserken; diğer yandan da “Laiklik” ilkesine itirazlarını yükselttiler. Temel saiki devleti içerden ele geçirmek olan FETÖ, AK Parti yönetimi ile (teolojik-politik) ihtilafa düşmesi üzerine, onu darbe ile düşürme teşebbüsünde bulundu (15 Temmuz). Alevi-CHP tabanı ise, AK partinin politikalarından memnuniyetsizliklerini “Gezi Kalkışması” ile ortaya koydular. Şu anda Türkiye, -kısmen- ideolojik olarak Laik-Muhafazakâr, mezhebi olarak Alevi-Sünni, etnik olarak da Türk-Kürt ayrışması ile karşı karşıya bulunmaktadır. Siyaset, ağırlıklı olarak bir ortak “kişilik/karakter” yaratma yerine; genellikle “kimlik” politikaları üzerinden yürümektedir. Bu bağlamda, AK Parti hükumetinin ümmetçi politikası, Milliyetçi-Muhafazakârlar ile seküler Türkleri ve seküler Kürtleri karşı karşıya getirdi. İktidar, ”Gönül coğrafyası” veya “Osmanlı Hinterlandı (Yeni Osmanlıcılık)” üzerinden “Ümmetçi (din kardeşliği)” bir perspektifle Arap dünyasına-sokağına, Balkanlara uzanırken; “Düzensiz Göç” ile doğu sınırlarını sığınmacılara açık tutmaktadır. Kürtler ve seküler Türkler, bu politikalara karşı ABD ve Avrupa ile kenetleniyor. Örneğin, CHP Genel Başkanının, halkına mezhepçi saiklerle zulmeden ve orada yaşayan Sünnileri Türkiye’ye doğru süpürmeye çalışan B. Esat ile aynı düşüncede olması, onda -muhafazakârlarda olduğu anlamda- bir “Türkiye” kavramı olmadığını gösterir. PKK/HDP ise, öteden beri “bölücü” bir politika izliyor. Böylece her politik-ideolojik tutum için ortak bir “Türkiye” kavramının içi boşalıyor. “Rabia” işareti ile Arap sokağına uzanan Sayın R. T. Erdoğan, bu politikaların çıkmaza girmesi ile Rabia’yı yeniden “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak- Tek Vatan” olarak yorumladı. Ancak bu yorum, içerde beklenen, yukarda Bergson’dan alıntıladığımız anlamda bir birliği (kişiliği/karakteri) yaratmış görünmüyor.

3- ÇÖZÜM

Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım ile çağımızın zorunlu politik bir gerçekliği/sonucu (Ulus-Devlet) olarak oluşan “Türkiye” toplumunu bir “kişilik/karakter” olarak yeniden oluşturmak mümkündür. Şöyle ki, Rahmani siyaset, ”Biz ve Öteki” ayrımını inanç, mezhep, dil, etnik köken, zengin-fakir (çıkar)… üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden yapar. Rahman (Allah) da Dünya hayatında böyle davranıyor: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). Böylece “Öteki” içerde siyasetin değil; hukukun mevzusu olur. Devletin dini adalettir. Bütün vatandaşlar, hukukun önünde eşittir. Hukukun bağımsızlığı (Kuvvetler Ayrılığı) ahlaki-dini bir zorunluluktur. İslam toplumlarında hukukun icrasını üstlenen “Ulema” da, siyasi erke bağlı değildi: “Şeriatın kestiği parmak, acımaz.”
“Evrensel Ümmetçilik” açısından baktığımızda da, “Ümmet” kavramı Kur’an’da ve Medine vesikasında da görüldüğü gibi,  “Din kardeşliği”ni değil, -O, Kur’an’da “millet” kavramı ile ifade edilir (2/135, 6/161, 2/120)-, işlevsel, fonksiyonel, adalet, güvenlik, ortak çıkar gibi maslahat gereği oluşturulan birlikteliği ifade eder. “Medine” yerleşkesinin güvenliğinden ve ortak maslahatlarından dolayı orada yaşayan Yahudi-Müşrik ve Müminler, bir “Ümmet” oluştururlar. Bu anlamı ile de bugünkü eşit hukuka sahip “ vatandaş” kavramı ile aynıdır. Türkiyede yaşayan laik, muhafazakâr, Alevi, Sünni, Kürt… ve Türkler, ortak maslahatlarından dolayı bir “ümmet” oluştururlar. Özgürlük, güvenlik, gönenç ve refah, sınırları –zorla- çizilmiş bir coğrafyada/yurtta/ülkede/devlette eşit vatandaşlar olarak “Biz” oluşturmak için yeterlidir. Gerisi, alt kimliklere ve bireylerin kendilerine kalmıştır. Burada da ayrım (Biz ve Öteki, Dost ve Düşman) inanç üzerinden değil; adalet-zulüm, maslahat-mefsedet/mazarrat üzerinden kurulabilir. Bu birlik/karakter-kişilik sağlandıktan sonra (aile ve ev olmak), mevcut kritere göre yakın akrabalar, kardeşler, komşular ve yedi yabancı ile ilgilenmek, insanî-İslamî bir sorumluluktur.

Farklı diller etnik-ırki farklılaşmalar (milliyetçilik/Kabaile-Şuub), Allah’ın bir “ayet”idir. (30/22). Bir aile asabiyetinin meşruluğu gibi meşrudur. Irkçılık ve kibir gibi “üstünlük” taslama veya çıkarcılığı dışlar. Ancak, toplum/ümmet ve devlet oluşturma söz konusu olduğunda, esas olan, umumi eşitlik ve maslahattır. Laikliğe gelince, dinler tarihi (özellikle Hristiyanlık ve İslam) göz önünde tutulursa, dinin aktif-günlük siyasete sokulması veya siyasi dilin, din diline başvurması (Teokrasi): 1-Din istismarı, 2- Dogmatizm, 3- Totalitarizm, iç savaş ve şiddet doğurmaktadır. Bu sonuçlardan sakınabilmek için, din dilini siyasetten-bürokrasiden ayrıştırıp örgün veya yaygın eğitim olarak topluma bırakmak gerekir. Tıpkı elektrik enerjisinden ısı, ışık, hareket elde etmek için, onun bir “Kablo” ile izole edilmesinin zorunlu olduğu gibi -diğer türlü çarpılırız-; siyasetin de, aleni din dilinden uzaklaştırılması zorunludur. Siyaset, doğası gereği güç ve çıkar istenci olduğu gibi; bir yönü ile de ahlaktır. Ahlaki saik veya dini saik ile siyaset yapmak isteyenlerin, dillerini ahlaki ve akli gerekçelere (delil-burhan-beyan-istidlal…) dayandırmaları, amaçlarını gerçekleştirmek için yeterlidir. Tanrı ve Peygamberi de böyle yapıyordu.  Dış politikada “düşmanlar”, gayr-i müslimler değil; “Ey Rabbimiz, bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar; bize bir dost-yardımcı gönder” diye yalvaran zayıf, zavallı-yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna, savaşılması gereken” (4/75) zalimler ve tağutlardır (2/265).

Politik sorunların prosedürel çözümü konusunda da İslam “Şûra”yı emreder. Bu da, İslam tarihinin tümüne egemen olduğu gibi kişi kültünü (halife, sultan, karizma, mehdi, imam, şeyh, lider) değil; ortak aklı, oydaşmayı, emaneti ehline vermeyi (kurumlaşmayı) gerektirir. Bugün bunun ismi de çoğulcu (çoğunlukçu değil) demokrasidir: Yönetişim, Yerel Demokrasi, Radikal Demokrasi, Sivil Toplum. Bunun alternatifi, iç savaş ve parçalanmadır: Allah korusun.

Dinsel-Politik ‘Karizma’nın Tehlikesi Üzerine

Bu kavramı icat eden Max Weber, her ne kadar “Peygamber” tipi ile Peygamberlik taslayan veya o role soyunan dinsel-politik figürlerin arasını ayırmadan –aralarında ortak paydalar olsa da- bu teoriyi geliştirmişken; biz, “peygamberliği” tenzih ederek, ikinci figürlerin politik-teolojik şahsiyetleri ve bunun psiko-analizi üzerinde duracağız. Dünya ve İslam tarihinde başka birçok örnekleri olduğu gibi; İran Devrimi’nin dini lideri “İmam-Ayetullah” Humeyni ve ülkemizde ortaya çıkan, “Mehdilik” karakterine bürünerek Türkiye’yi bir uçurumun eşiğine sürükleyen Fetullah Gülen, bu tipin/figürün iyi birer örneğidir. Önce Weber’in “Karizma” tanımı ile başlayalım.

“Karizma, bürokratik örgütlenme ile köklü bir karşıtlık içinde, hiçbir resmi ya da düzenlenmiş atama ya da el çektirme, hiçbir kariyer, terfi ya da maaş, hiçbir yönetim ya da denetleme kurulu, hiçbir yerel ya da salt teknik yargı ve memurlardan ve onların kişisel karizmalarından bağımsız bürokratik daireler tarzında hiçbir sabit kurumu tanımaz. Karizma, kendi kendini belirler ve kendi sınırlarını koyar. Karizma sahibi, kaderindeki görevi üstlenir ve misyonu gereği başkalarının kendine itaat etmesini ve onu takip etmesini ister. Eğer gönderildiği kişilerin, onu takip etmediklerini düşünürse, iddiası ortadan kalkar. Eğer onu tanırlarsa, kendini “ispat” etmiş olduğu sürece onların efendisidir. Ancak meşruiyetini (hak talebini), takipçilerinin iradesinden çıkarmaz; onun karizmasını tanımak, halkın görevidir… Kural olarak karizma, oldukça bireysel bir niteliktir. Bu, sahibinin misyonunun ve gücünün, harici bir düzen tarafından değil; içerden niteliksel olarak sınırlandığını ima eder. Normal olarak misyon yerel, etnik, sosyal, siyasal, mesleki ya da bir başka guruba yöneliktir ve limitlerini bu grupların sınırlarında bulduğu anlamına gelir. Bütün diğer açılardan olduğu gibi, karizmatik egemenlik, ekonomik altyapısı açısından bürokrasiye zıttır… Karizma, saf formu içinde hiçbir zaman şahsi bir gelirin kaynağı değildir. Gelir, ne hizmet değişimi için ne de ödeme için kullanılır; misyonun maddi gereklerini karşılamak için düzenli bir vergilendirmeyi bilmez. Bunun yerine barışçı bir amacı varsa, destekçiler vasıtasıyla ya da kendi takipçilerinin fahri armağanları, harçları ve diğer gönüllü katkıları (“Himmet” İG) yolu ile gerekli kaynağı temin eder. Karizmatik savaşçılar örneğinde “yağma” (“Soru çalma” İG) misyonun hem aracı hem de sonucudur. Saf karizma, bütün ataerkil egemenlik formlarının aksine, bütün sistemli (rasyonel) ekonomik etkinliğin zıttıdır. Gerçek karizmatik savaşçı  örneğinde olduğu gibi, -maddi şeylerin peşinde olduğu zaman bile-, güçlü anti-ekonomik güçtür… Usta ve öğrencileri, takipçilerin taleplerini gerçekleştirmek için sıradan dünyevi bağlardan, mesleki ve aile hayatına ait yükümlülüklerden bağımsız olmalıdırlar; dünyadan yüz çevirmelidirler.” (Max Weber, Ekonomi ve Toplum. Çev: Latif Boyacı. İst. 2012. S. 476-477)

İDDİALARA MUTLAKA İNANAN ÇIKACAKTIR

Ünlü psikanalist ve filozof Erich Fromm, bu tip dini-politik figürlerin sözde ileri sürdükleri kutsal “Dava” iddiasına rağmen; onların bilinç dışını veya bilinçaltını analiz etmiştir. Şöyle diyor: “Böyle bir kişilik, güttüğü davanın veya aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna (hatta Fetullah Gülen’de olduğu gibi, Tanrı’ya- insanlığa-dünyaya/”Dünya İmamı” İG) hizmet (italikleme bana ait. İG) sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına rağmen; gerçekte kendine onur (Kibir-Gurur kavramları daha doğru. İG) sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir. Bütün bu örneklerde (Fromm, başka örnekler de veriyor), davranışın arkasındaki bilinçdışı eğilim ve arzular, akli ve ahlaki mazeret veya bahaneler o derece iyi örgütlenmiştir ki, kişinin ileri sürdüğü akli nedenleri bilinçdışı arzuları destekler ve hatta alevlendirir. Hayatın günlük akışı içinde böyle bir kişi, arzularının gerçek yüzü ile mantığa bürüdüğü savunma mekanizmalarının hayali görüntüsü arasındaki çelişkiyi, hiçbir zaman kendiliğinden göremez. Arzuları yönünde harekete devam eder. Eğer biri çıkıp da böyle bir kişiye gerçeği, yani kutsal davasının temelinde, onun şiddetle karşı çıktığı gizli birtakım arzuların yattığını söylerse; bu kişi, yanlış anlaşıldığına ve haksız yere kınandığına inanmakta devam eder.” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst. 1973. S 111-112)

İsviçreli ünlü psikolog C. G. Jung ise, bu tip figürleri –Nietzsche örneğinde- kendini “özbilinç” ile (Zerdüşt-Übermensch/İnsan-ı Kâmil) özdeşleştirmesinin doğurduğu problemler üzerinde durur. “Sokağa çıkıp, Dünya için yeni bir mesajı, zamanının en büyük adamı olduğunu ilan ettiğinde; belli sayıda insan, onun deli (meczup. İG) olduğuna inanabilir; ama bazıları da, gerçekten o adamın o olduğuna inanacaktır. Bir takipçi kitlesine sahip olmak için bağırıp çağırması yeterlidir. (Fetullah’ın vaazları ve ağlamaları hatırlansın. İG). Böyle bir özdeşlikten (özbilinç ile özdeşleşme. İG) muzdarip olanlar, genellikle bağırırlar. Bu da, açıkça onların, kendi malzemelerinin üstünde (bilincinde? İG) olmadıklarını; aslında onun tarafından yakalandıklarını gösterir. Ve yakalanmak isterler; çünkü başkalarını yakalamak isterler. Yakalandıkları için, yakalamak isterler. Tıpkı uyuşturucu bağımlılarının, kendileri yakalanmış oldukları için, hep başka insanların da yakalanmalarını istemeleri gibi… Örneğin, ilkel büyücü hekim, yakalanacağını izleyicilerine kanıtlamalıdır; çünkü onu taşır ve kabileye bulaştırır.” (C:G.Jung. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü Üzerine Seminerler. çev: Turgut Berkes. İst. 2019. S 717.) Jung, Üst-insan’ın (Özbenlik), tek bir kişi değil; bazen bir “halk” da olabileceği tehlikesine de dikkat çeker.”…yani bir yerde bir bilinç genişlemesi girişimi olur ama gerçekleşmezse, örneğin insanları tarikatlara çeken bir çeşit zihinsel enfeksiyon ya da bugünlerde (1934-39) Almanya’da olduğunu gördüğümüz türden bir zihinsel hastalık salgınına (Nasyonal Sosyalizm. İG) neden olur. O, gerçekleşmeme düzeyindeki Üst-insandır. Tüm halk, tek bir adam gibi ve tek adam da, bütün ulusun bir amblemi ya da simgesi olarak gösterilir. Bu, bir bireyin, bilinç bütünleşmesi yerine geçer. Çünkü Almanya tek bir birey olmalıdır; ama bütünleşmiş bir bilinçle. Bunun yerine bilinçdışı ile hiçbir bütünleşme yok; ama bütün halk, tek bir kutsal figür ile birleşti.” (Jung, a.g.e. s 705). Dinsel-politik “Karizma”nın taşımış olduğu riskler, özetle böyledir.

AVRUPA’NIN BULDUĞU ÇÖZÜM

İslam/Kur’an, politik hayatı Peygamberin ve müminlerin karşılıklı tartışması (Şura), ehliyet-liyakat ve toplumsal maslahat üzerine, ahlaki ilkelere bağlı olarak kurmuştur. Erken (Hilafet) dönemde bir “oldu-bitti (felteten)” ve kabile karizmasının (Kureyş) tekrar hortlaması ve Emeviler döneminde zorla (el-emru limen ğalebe: İktidar, onu zorla ele geçirenindir. ) seküler bir yönetime; Abbasiler döneminde ise, kabilesel ve dinsel/teokratik (zıllullah) bir karizmaya tekrar geri dönmüştür. Türklerin hegemonyası döneminde (Selçukiler-Osmanlılar ve diğerleri) devlet yönetimi, karizmatik önderlerden ziyade,  geçmişten getirdikleri yarı seküler “Töre” (devlet geleneği) ile sürdürülmüştür (saltanat). Bu süreç içinde mistik-karizmatik tarikat önderlerinin başkaldırılarına da maruz kalmışlardır (Safaviler-Şeyh Bedrettin- Babailer…). Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi”, bu geleneğin yeni bir örneğidir (FETÖ). Başvurduğu “Takiyye” ise, özünde (Şia’ya atfedildiği gibi) teolojik bir kavram değil; ezik, zayıf, yenik herkesin megalomani psikolojisinden doğan kin, hınç ve intikam almaya yönelik “siyasi” bir tutumdur.
Sonuç olarak, politik hayat, taşımış olduğu ihtiras, güç istenci, hile ve şiddeti azaltmak için Avrupa’da Laiklik-Demokrasi, Şeffaflık, Denetleme ve Hukuk (Anayasa-Toplum sözleşmesi) üzerine kurulmuştur. Aleni din dilinin ve dinsel karizmanın bu alana sokulması, yukarıda bahsetmiş olduğumuz tehlikeleri kaçınılmaz kılmaktadır. Doğru olan, niyet halis (dini-ahlaki) olsa da; dilin, akli-ahlaki, şeffaf-eleştiriye açık ve denetlenebilir-kurumsal olmasıdır. Kişi kültü, hele din ile boyanmışsa, öldürücüdür. Âlim’in yerine, Ârif’in (Şeyh-Veli, Mehdi, Gavs…); soru sorma yerine, zikrin; düşünme yerine, rabıtanın; irade yerine itaatin vurgulandığı bu yapılar, toplumsal hayatımız için son derece tehlikelidir.

Türkiye Laikliği: Diyanet-İmam Hatip-İlahiyat

1- Sorun

Osmanlı devleti Saltanat, Medrese ve Tarikatın ellerinde çöktü. M. Kemal ve arkadaşları, çağın seküler “Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” paradigmasından etkilenerek Osmanlı’yı çökerten kurumları (Saltanat-Medrese-Tarikat) ilga edip; yerine çağdaş seküler-milliyetçi bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Osmanlı’da dini, siyasi otoritenin emrine âmâde kılan ve onun payandası yapan Şeyhu’l-İslamlık yerine, Diyaneti;  benzer bir konumda olan Medrese yerine, Daru’l-Fünun İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip okullarını açtılar. Bunları geliştirecekleri yerde; yanlış yaparak ,“karşı devrim” korkusu ile bir müddet sonra son ikisini kapattılar. Tek Parti yönetiminden demokrasiye adım attığımız 1950’li yıllardan sonra bunlar tekrar açıldı.

Laiklik, kuruluş aşamasında bir “Cemaat=sürü” olarak doğan Hristiyanlığın, Roma imparatorluğunu Hristiyanlaştırdıktan sonra devleti tümden ele geçirip, kendini, Tanrının (Hz. İsa) ve dinin temsilcisi olarak gören “Kilise”nin yaratmış olduğu baskı, zulüm, işkence ve şiddetten (sürüleştirme) toplumu kurtarmak için Batı toplumlarının geliştirdiği siyasi-hukuki bir kurumdur. Bu tarihsel tecrübeden farklı olarak İslam, bir “Cemiyet=toplum” ve siyaset-devlet olarak doğdu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam iman, ibadet, ahlak ve hukuk olarak sivil ulemanın uhdesinde-toplumda kalırken; siyaset, kısa süren ve adına “Hilafet” denen; özünde kabile (Kureyş) karizmasına dayanan biat, atama aşamasından sonra, Muaviye’nin ihtilalinden ve yaşanan iç savaşı müteakip “Saltanat”a dönüştürüldü. Zorla iktidarı ele geçirme (el-emru limen ğalebe), meşruiyetin mihengi oldu. Emeviler’in, Abbasioğulları tarafından devrilmesinden sonra da, kendilerini Allah’a nispet eden (Zıllullah, Kâim biemrillah, Muizlidinillah…) “Teokratik” bir saltanata dönüştürüldü. Türklerin siyasal egemenliği ele geçirmesinden sonra da (Selçukîler-Osmanlılar ulema, medrese şeklinde örgütlenirken; sayıları yüzleri bulan ve “Tarikat” denen ve sivil Kilise’ye benzer şekilde dini “temsil” ettiğini iddia eden kişi kültüne bağlı (veli-evliya, şeyh, gavs, kutup, baba, dede, abdal, mehdi, ricalu’l-ğayb…) kurumlar (Tekke-Zaviye-Dergâh-Hangâh) ortaya çıktı. Siyaset de (Saltanat), Hilafeti zımnen kendinde “temsil” ettiği iddiasında bulundu (kutsal emanetler). Şiilikte ise, “İmamet” teorisi, doğrudan -Katoliklikte-Kilisede olduğu gibi-, peygamberi (veraset yolu ile) ve dini temsil ettiği iddiasında bulundu.

Türk devriminin, dini görece sert baskılaması, toplumda İslam’ı “temsil” iddiasında bulunan Cemaat-Tarikat ve daha sonra siyasal partiler (MSP-SP ve AKP) üretti.  FETÖ ve 15 Temmuz darbe girişimi, devleti tekrar ele geçirme idealinin bir semptomu idi. Muhafazakâr AK Parti iktidarı da, halkın % 50 sine dayanan, seçim yolu ile iktidara gelen ve şimdiye kadar uygulanan sek/sert seküler politikalardan rövanş almaya çalışan politik bir tezahürdür. 1950-2000 arası, muhafazakâr halkın, temsilci arama; iki binin başları ise, çatal yürekli bu temsilciyi bulma anıdır. Umarım seküler kesim, bundan çıkarılması gereken dersi almıştır. İslam’ın toplum ve siyaset ile ilişkisi, Türkiye’de problem olmaya hâlâ devam etmektedir.

2- Çözüm

Kişisel kanaatime göre, devrimden sonra kurulan Diyanet, İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat fakülteleri, dini, toplum içinde iman-ibadet-ahlak olarak tutmayı onaylayıp; onun siyaset-İktisat ve hukuk (devlet) ile ilişkisini istismar, totalitarizm ve şiddet doğurmaması için; kültür ve eğitim ile dolayımlayan,  “Laik” bir çözümdür. Laiklik, -benzetme olarak- elektriğin ısı, ışık ve hareket olarak kullanılabilmesi, faydalı olması için “kablo” ile izole edilmesine benzer. Bir “dinsizlik” aparatı değildir. Burada “kablo” düşünce, eğitim ve kuruma denk düşerken; elektrik, dinden beklenen ahlaki enerjiyi ifade eder. Dinin, aleni olarak “Tarikat”, “Cemaat” ve “Parti” şeklinde siyasette temsil iddiası, toplumda “çarpma-çarpılma”  tehlikesi doğurmaktadır. Dinler tarihi -ve bugünkü İslam Dünyası- bunun aleni şahididir. Muhafazakâr kesimin hafızasında bu kavramın negatif bir imgesi olduğunu biliyorum. Ancak, kavrama yorum ve uygulama yolu ile olumlu bir içerik ve pratik kazandırılabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurmuş olduğu Diyanet, -teolojik olarak değil-, sosyolojik kurum olarak “Kilise” gibi, siyasetten bağımsız; finansmanı, vakıflar veya özel vergi ile yapılması gereken; devlete bağlı bir “dini hizmet” kurumu olmalı. Yani Bizans imparatorluğunda ve Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, din, siyasete bağlı bir  kurumdur. Kuruluş aşamasında devletin, “Kızı serbest bırakırsan, ya davulcuya veya zurnacıya kaçar” korkusundan doğan dindarları gözetim altında tutma refleksine gerek kalmamıştır. Diyaneti denetlemesini, hukuki çerçevede yine sürdürsün. Bu kurumdan “hizmet” almayan vatandaşlardan toplanan “vergi”ler ile finansa edilmesi, İslam’ın özüne aykırıdır; hizmet almayanlara haksızlıktır.

İmam-Hatipler, din hizmetlisi yetiştiren ve çocuklarına –fazladan- dini eğitim vermek isteyen vatandaşların bu talebini karşılayan bir kurumdur. İlahiyat fakülteleri ise; İslam’ı resmi olarak “temsil” etme iddiasında asla bulunmadan; onu, ilmi olarak araştıran, korumaya ve yenilemeye çalışan, ulemanın veya medresenin yerini alan bilim-ilim kurumlarıdır. Diyanetin, siyasi iradeye bağlı olması, yanlış olduğu gibi; “”İlahiyat”ların isminin, “İslami İlimler” e çevrilmesi girişimleri de, geleneksel dini düşüncenin dogmalaşmasını-taklidini özleyen bir tutumdur. Medreselerin, aynı müfredat ve öğretim tarzı ile yeniden –illegal olarak- yeşertilmesi, gerici bir tutum olduğu gibi; Tarikat, Cemaat ve siyasal partilerin İslam’ı “temsil” iddiasında bulunmaları da, Ortaçağ Hristiyanlığına-Kiliseye bir öykünmedir. Dindar vatandaşlar, politik tercihlerini “Muhafazakâr” partilerde ifade ve icra etmek isteyebilirler. Ancak, bu partinin, kendini dinin-İslam’ın “temsilcisi” olduğunu ima ve ifade etmesi ve aleni bir “din dili” kullanması, son derece tehlikelidir ve yanlıştır. Haricilerde ve Kilisede olduğu gibi, samimiyetle (Allah rızası için) katliam, işkence, istismar ve baskı yaratmanın muhtemel yoludur. Dinin, kendini özdeşleştireceği “Devlet” veya “temsil” üzerinden örgütlü hale getireceği topluluk (Parti-Tarikat-Cemaat) hakkında C. G. Jung, şu analizi yapıyor: “Sonuçta devlet büyük bir örgüt, bir düzen unsurudur. O, bir canavardır; halk da bir canavardır. Yirmi kişi, bir araya geldiğinde bile canavarlaşır. Çünkü psikolojileri artık insan değil; hayvan psikolojisine yaklaşmaktadır. Bir kalabalığın içinde toplanan, erdeminiz değil; genelde insan olandır ve bu, alçak düzeydeki insandır. Ahlakınız alçalmıştır. Birkaç yüz kişiden oluşan kalabalıkta, fark etmeden korkunç bir suç işleyebilirsiniz. Ne yaptığınızı bilemezsiniz. Çevrenizdeki heves (dava-dogma-coşku-İG), sizi alıp götürür ve ahlakınız tamamen çekip gider. Kalabalığın bulaşıcı zihinsel etkisi altında bir sürü hayvanı olursunuz. Şimdi bu büyük canavar, bu halk, ancak başka bir canavar ile yola getirilebilir. Tıpkı başka fillerin yardımı olmadan kontrol edilemeyen vahşi bir fil gibi. Böylece halkın canavarlığına karşı, devletin canavarlığına sahibiz ve bu, gerekli bir kötülüktür; başka yolu yoktur. Bir halkı iyi niyetle yönetemezsiniz. Çünkü canavar, kurnaz bir hayvanın en galiz yolları ile savaşır. İyi niyet, dindar sözcükler ve güzel işler ile düzeni sağlayamazsınız. Cünkü takdir edilmeyecektir. Halk, ancak dövdüğünde veya dayak yediğinde takdir eder. Bu bir gerçektir ve insanlara iyilik ve bilgelik ile hükmedilebileceğini düşünmek, tamamen saçmadır; sadece hava civadır.” (C. G. Jung. Nietzsche’nin Zerdüştü Üzerine Seminerler. çev: T. Berkes. İst. 2019. S. 501)

Benim “Rahmani Siyaset” veya “Evrensel Ümmetçilik” dediğim İslami siyaset, Devleti “Makasidu’ş-Şeria”nın (mülkiyet, din-düşünce özgürlüğü, onur, güvenlik) mücessemleşmiş hali olarak görür. Siyasi dilini akli-ahlaki (İslam) olarak kurup, toplumdaki icraatlarını din, dil, ırk; mezhep-meşrep ayrımı yapmaksızın; bunlar karşısında gözü bağlı veya açık “adalet” ilkesine göre yapar. Devletin dini adalettir. Böyle bir siyasetçi, Allah’ın nezdinde makbuldür.

İnsani-psikolojik bir meşrep olan Tasavvuf ve onun örgütlenmiş hali olan “Tarikat”lara gelince, Türkiye sosyolojisinin tarihsel bir gerçekliği-mirası olarak, politikadan ve iktisattan şiddetle uzak tutulmaları ve devlet tarafından dikkatle denetlenmeleri, kaçınılmaz bir mecburiyettir. Bunların devlet ile iç içe olmaları, Osmanlı’da doğurduğu trajik sonuçları itibari ile geçmişimizde ibret alınması gereken bir örnektir. Aksi tutumun doğurduğu sonuç, -bir tekrar olarak- “FETÖ” örneği ile önümüzde duruyor.

Konferans Duyurusu

Konu:Değişim,Dinamizm ve Din (Kuran’da Toplumsal Değişme Olgusu)

Tarih: 19.2.2020 Çarşamba, Saat:19.30

Yer:  İnsan ve Hizmet Vakfı, Gazi Mah. Silahtar Cad., No:54, Yenimahalle/Ankara

TOPRAK/EMLAK VE “EMSAL” RANT FIKHININ-HUKUKUNUN SEFALETİ ÜZERİNE

1-Sorunun Kaynağı:

 İslam’da özel mülkiyet esastır. Mülkiyet, yeteneklerimizin bir uzantısından başka bir şey değildir. Beden, özgür irade, vicdan (ahlak kapasitesi) ve mülkiyet, denenmenin esası ve “emanet” olarak ilahi bağışlardır. Şeriatın maksatları canı (beden), malı (mülkiyet), özgürlüğü (onur), aklı (düşünme) ve din tercihini (“Dinde zorlama yoktur” 2/256) korumaktır. Meşru-helal kazanç yolları emek, üretim/icat, iş/hizmet, ticaret (alış-veriş), hibe ve mirastır. Vergi (zekât), zorunlu; infak, -günümüzde istihdam yaratmak gibi- gönüllü ibadet-ahlaki sorumluluklardır. Helal kazancın esprisi, hakkaniyet ve ötekine zarar vermemektir. Gayri meşru-haram kazanç yolları, para babalarının yoksullara verdiği tüketim kredisine uyguladıkları temerrüt (kat kat) faizi (Riba) olarak tefecilik, şans oyunları (kumar), gasp, hırsızlık ve kara borsa (tekelcilik)dır. Haram kazancın esprisi ise, tembellik, tesadüf, gasp/zorbalık ve spekülasyondur. “Mallarınızı aranızda haksız yollardan yemeyin” (2/188) tavsiyesi, genel bir ilke olarak bunu ifade eder. Kur’an, dönemin genel bir kabulü olan  “haklı savaş”ta elde edilen ve genelde menkul mallar olarak “ganimet/enfal”ı helal saymışken (8/1,41…); yoksulların, zenginlerden almak zorunda kaldıkları tüketim kredisi anlamındaki Riba (tefecilik)’yı haram saymıştır (2/275,278, 4/161). Meşru yollardan özel mülk edinmenin herhangi bir sınırı yoktur. Örneğin Karun, mülkiyetinin miktarından dolayı değil-hazinelerinin anahtarlarını birkaç kişi ancak taşıyabiliyordu-; zorunlu vergisini (zekât) vermediği ve gönüllü infak etmediği için eleştirilmiştir (28/76-79). İslam, Mekke gibi bir ticaret şehrinde tüccarların; Medine’de ise,  üretime dayalı tarım ve hayvancılık yapan bireylerin önderliğinde kurulmuş bir dindir. Pazar ve piyasa serbesttir: (“Deve, bir akçe; götür oğlum. Deve, bin akçe; getir oğlum.”). Tekelcilik, karaborsa (istifçilik) ve faizcilik haramdır. Arapların başka bir özelliği olan “çapulculuk” yapmaları, ganimet peşinde koşma ve fütuhat yapmada tarih boyu kendini sürdürmüştür.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra fethedilen topraklar, “Ganimet/Enfal” sayılarak, -gazilere özel mülk olarak dağıtılma yerine- , Hz. Ömer tarafından “zenginlik, belli ellerde toplanan bir kartel/tekel oluşturmasın” (8/41) gerekçesi ile “Devlet Malı” statüsüne dönüştürülerek eski sahiplerine “kira”ya verildi (Haraç). Özel mülkiyete önem veren Kur’an’ın genel ilkeleri açısından bakacak olursak, buna gerek yoktu. Bu, yanlış bir içtihattır. Durduk yerde, yani Müslümanları topraklarından çıkarmak üzere veya din yüzünden (müslüman oldukları için) onlara savaş açmamış toplumlara (60/8-9) salt “kâfir-müşrik” olduklarından dolayı sürekli savaş açmak veya onları sürekli “düşman” belleyerek (Daru’l-Harp) ülke-toprak “fehetme”nin ahlaki meşruiyetine (?) girmeden;  fethedilen ülkede özel mülkiyete dokunmadan, devlet, özel mülk sahiplerinden vergisini alabilirdi. Oysa yeni durumda “Devlet Mülkiyeti” Tanrı, Sultan ve Herkesin “sahipliği (temellükü)” dolayımı ile tarih boyu korkunç bir gasp-yağma ve istismar kaynağı olmuştur. Oysa Allah, şöyle demişti: “İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek hükümdarlara vermeyin.” (2/188).

Özel mülkiyet, özgürlüğün ön şartıdır. Özel mülkiyeti olmayanın özgürlüğü olmaz. Kendi mülkiyeti üzerinde –meşru yollardan- tasarrufta bulunmak, özel mülkiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. İslam toplumlarında “Kamu Hukuku”nun gelişmemesinin sebebi, devlet mülkiyetini esas alarak özel mülkiyetin sınırlandırılmasıdır. Siyasi irade (İrade-i Şahane), yani Halife veya Sultan, devlet malı üzerinde keyfine göre/serbestçe tasarruflarda bulunmuştur. Hayır görünümlü “vakfetme” ve “peşkeş çekme”, bu keyfiliğin ürünüdür. Siyasi iradenin (halife-sultan) şahsi kararlarının, kamusal alanda “hukuk” sayıldığı bir yapıda; “Hukuk”un anlamının, “örgütlenmiş adalet” olmaktan çıkarak bozulmasının, insanlık tarihi boyunca temel iki saiki olmuştur: “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik” ( Frederic Bastiat, Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S 17).

2-Ahlaki Yozlaşmanın “Kılıfı” olarak Yasa/Kanun (Hukuk)

19. Yüzyılda yaşamış ünlü klasik iktisatçılardan Fransız Frederic Bastiat, devlet müdahaleciliğinin yaygın olduğu bir ekonomik düzende çıkar gruplarının “rant kollama “ eğiliminin artacağını ve sonuçta bir “yasal soygun” sisteminin toplumda sistemleşeceğini söylemiştir. Böyle bir sistemde maalesef hukuk, bireylerin meşru hakları olan beden, özgür irade ve mülkiyet haklarının kolektif organizasyonu (Hukuk) olmaktan çıkıp; temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır (s. 16). İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve yaşar. Bunu yaparken, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç, mülkiyetin meşru kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek de yaşaması mümkündür. İşte yağma (rant, ganimet, gasp, hırsızlık, soygun…) budur. (s.17). Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu, çalışmaya tercih ettiren beşeri (içgüdüsel) eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, (genellikle) tek bir insan (Başkan-Sultan-Halife-Kral…İG) veya bir grubun (örneğin: Belediye meclisinin. İG) elindedir… İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan (içgüdüsel) ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığında, adaletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun kendisinin, sonunda nasıl adaletsizliğin yenilmez silahı haline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi tespit sayesinde hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü; özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay kavrayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine olup; elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır (s.18). Planlama, düzenleme, koruma ve teşvik bahanesiyle, siyasi irade, “yasal düzenleme” ile mülkiyeti birilerinden alarak başkasına geçirmekte; toplumun tümüne ait zenginliği –veya kamu arazilerini-İG- çiftçi, imalatçı, gemi sahibi, sanatçı, tiyatrocu (ve de cemaatçi, tarikatçı. İG) gibi az sayıda insana aktarmaktadır. Bu şartlarda her sınıfın, hukuku kendi hâkimiyetine alarak gasp etmekten başka ne düşüneceğini sanıyorsunuz? (s. 24) Kardeşlik ve gönüllülük kavramları (İman-İnfak-İG), bir birinden ayrılamazlar. Özgürlük, hukuken yok edilmediği ve adalet, ayaklar altına alınmadığı sürece, “kardeşliğin”, hukuken nasıl dayatılabileceğini anlamak mümkün değildir. (s.32).  Tesadüf ettiğiniz her hangi bir felsefe, politika, tarih ( ve de Fıkıh. İG) kitabını açıp bakınız. Klasik erdemlerin çoğu –ve de sosyalizmin anası olan- düşüncelerin, nedenli kökleşmiş olduğunu görürsünüz. Hepsinde işlenegelmiş olan temel fikir, beşeriyetin hayatı, organizasyonu, ahlakı ve refahı, devletin gücünden alan cansız bir hammadde yığını olduğudur. Daha vahimi, bu erdemlerde dejenerasyona mütemayil beşeriyeti kurtaracak tek gücün, kanun yapıcının sihirli ve gizemli eli olarak takdim edilmesidir. Yaygın klasik düşünce, toplumun kendi iradesinin (dışında ve) ardında her zaman –kerâmeti kendinden menkul. İG- “Hukuk” veya “Kanun Koyucu” denilen bir gücün var olduğu düşüncesini sistemli olarak telkin etmiştir. Başka bir terminoloji ile ifade edersek, tartışılmaz etki ve yetkiye sahip bazı isimsiz kişi veya kişilerin temsil ettiği bu güç, insanlığın hareketini sağlayan, denetleyen ve onu geliştiren vazgeçilmez bir güç olarak görülmüştür (s.42).

 Bastiat’ın, kitabında işaret ettiği, hukuk yolu ile veya “hukuk” adı altında siyasi iradeye özel mülkiyet üzerinde ekonomik tasarruf yetkisi vermenin doğurabileceği tehlikelerin bir kısmı, özetle böyledir. Merak edenler, -aynı zamanda bir Sosyalizm eleştirisi de olan- bu küçük hacimli kitabı okuyabilirler. Ben, Bastiat’ın görüşlerinin, Kur’an’ın özel mülkiyet görüşü ile paralel olduğu kanaatindeyim.

 Osmanlıda devlet arazilerinin padişahlarca istedikleri kişilere “Arpalık”; “Vakıf” adı altında, Tarikatlara ve şeyhlere de  “hayır” adına “peşkeş” çekilmesi, devletin güvenliği açısından ciddi sorunlar ve tehlikeler çıkarmıştır. Tarihçi Zekeriya Işık, “Devlet ve Tarikat” (İst.2017), “Tekkedeki İktidar” (İst.2017) ve “Şeyhler ve Şahlar” (İst.2017) adlı bilimsel araştırmalarında bu gerçeği, mufassal ve müdellel bir şekilde genişçe ortaya koymuştur. Işık, “Tarikat” örgütlenmesinin, siyasal iktidar açısından muhtemel tehlikelerini şöyle özetlemiştir: 1- Şeyhin tartışmasız dinî ve dünyevi bir lider (Gavs-Kutup-Mehdi…) olarak bütün saygınlıkları, hürmetleri ve coşkun bağlılık duygularını şahsında toplaması; başka bir deyişle, “ihvan” topluluğu için şeyhe “biat”ın, devlete/sultana olandan çok daha öncelikli ve güçlü olması. 2- Şeyhin, dünyadan elini eteğini çekmiş, mistik bir şahsiyet görüntüsü altında, ne zaman alevleneceği hiç belli olmayan cezbeli bir takım ilahî yetilerle donatıldığına inanılması. 3- Tarikat topluluğunun, toplumun diğer kesimlerinden daha güçlü bağlar ile bir birine kenetlenmiş olmaları ile toplumun tümünden politik olarak ayrılmış, bölünmüş olmaları. 4 – Tarikat ve devlet, aynı dinsel ideolojiye dayanmalarına rağmen; aralarında “teolojik” farklılıkların ortaya çıkması ile iç çatışma ihtimalinin belirmesi. (Fetö ve 15 Temmuz Darbe girişimi hatırlansın. İG). 5- Tarikat topluluğunun sayısının, nerede ve ne kadar olduklarının ve gelecekte neler yapabileceklerinin devlet tarafından tam anlamıyla kestirilememesi. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.102-107). Belli bir organize güce ulaşmış olan tarikatların ancak siyasi hamleler yapma potansiyeli taşıyabileceğini anlamak mümkündür. ”Güç Eşiği” kavramı ile kastedilen, bir tarikatın, bir devlet ve toplum içerisinde yatay ve dikey olarak eriştiği mürit ağı, bu bağların siyasi, askeri ve sosyal statülerinin yoğunlaştığı katmanları, tarikatın ulaştığı sosyal, ekonomik güç düzeyi, coğrafi olarak yayıldığı alan, taraftar ve sempatizan sayısı gibi durumlardır. Eğer bu veriler, istenilen düzeye ulaşmışsa, devlet idaresinden ve toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek tehditlere karşı konabileceği ya da tarikatın önüne çıkabilecek fırsatlara ulaşabileceği kanaati, bu tarikat merkezinde ve çevresinde oluşmakta; dolayısıyla “Güç Eşiği” aşılmış olup, her an siyasi bir isyana dönüşebilmektedir. (Babailer isyanı), Şeyh Bedrettin’in, Erdebil Tekkesi ve Kuleli Vakasının (Nakşilik)…hamleleri, bunun örnekleridir. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.109). Biz, bunlara 15 Temmuz Fetö darbe girişimini de ekleyelim.

3-Türkiye’de Emlak ve Emsal Rantiyeciliği

Osmanlının bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, Devlet arazisi ve vakıf mülkiyeti hayli fazla/büyük bir devlet olarak kurulmuştur. Özel mülkiyetin hayli zayıf olduğu bu yeni yapıda siyasi irade (Tek Parti), bir taraftan KİT’leri kurarken; bir taraftan da özel sektörü geliştirmek için yani kanun kılıfı ile –istediklerine- finansal kaynak (teşvik-sübvansiyon) ve arazi ve emlak transferleri yapmıştır. 1950 sonrası sağ-muhafazakâr iktidarlar da, bir taraftan sanayileşmeyi sürdürürken; diğer taraftan popülist kaygılarla bu devlet arazilerini kendi yandaşlarına vermeye devam etmişlerdir. İki binler sonrası Ak Parti iktidarında inşaat sektörü ağırlıklı ekonomi politikasında kamuya ait arazilerin taraftarlara (partili, tarikat, cemaat) devri ile (“Ne istediler de, vermedik?” sözü hatırlansın) emlak rantı devam ettiği gibi; bir de “Emsal (Kat Yüksekliği)” rantı yaratılmıştır. Siyasi İktidar (politikacılar, bürokratlar ve taraftarlar) merkezi yönetimde ve belediyelerde “Emsal” denen hukuki kılıf ile “havadan” para kazanılmaya başlanmıştır. Bir işadamının itirafı ile belediye meclisinden geçirilen “Emsal “artırımı kararı (hukuki kılıf) ile bir anda yüzlerce daire sahibi olunabilmektedir. Emsal kılıfı ile şehirlere yapılan şey, Tanrı’nın hibesi ve herkesin hakkı olan gökyüzünün, ufkun, sonsuzluk imgesinin, ışığın, güneşin, ayetlerin, rüzgârın, temiz havanın gök-delen/söken, gök-örten, gölge eden, ufuk karartan… binalar ile satılması ve şehre-halkına ihanet edilmesidir. Tipik bir “rant” mekanizması olan “TOKİ’ler ile yapılan, insanların ayağının yerden/topraktan, bahçeden kesilmesi; İslami ve insani bir formasyon olan, ve yüz yıllar boyunca geliştirilen iskân/mesken, ikâmetgâh yeri olan “Mahalle”nin yani komşuluğun (“Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”-“Komşusu aç olduğu halde, tok yatan bizden değildir.”), dayanışmanın, yardımın, sosyal kontrolün yok edilmesidir. “Gecekondu”, -mimari olarak kötü-, yoğun göç akınının-sökümünün yoksul/çaresiz, fakat hâlâ insani ve mahallenin devamı idi. TOKİ, 1930’ların Fransız taklidi olan “Apartman”ın  “Blok”, “Site”, “Rezidans” olarak daha da yabancılaşması ve sosyalliğin kaybıdır/katlidir. Mimar düşünür rahmetli Turgut Cansever, iki binlerin başında bu emlak rantiyeciliğini şöyle eleştirmişti: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunun en yaygın şekilde ahlaki değerlerinin dışına iten rüşveti, her türlü suiistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla bir arada yaşamaya mahkûm edildi. Sonra her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp, bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini inşa ettikleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanlarını sizin tekzip etme imkânınız yok.” (Turgut Cansever. Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. S. 140)

Kur’an emek, üretim, ticaret, miras ve gönüllü bireysel hibeye dayanan özel mülkiyeti kabul etmiş; rant’a dayanan “Riba”yı yasaklamıştır. Hilafet ve Saltanat rejimleri “Fütuhat” ile elde edilen toprakları devlet mülküne dönüştürerek, istismara açık muazzam bir “Rant” kapısı açmışlardır. Bunun üzerine yaratılan “fıkıh” adaleti, özgürlüğü ve ahlakı yok eden ve yozlaşmayı doğuran bir “Hukuki kılıf” olmuştur. İmparatorluklar tarihi, böyle geçmiştir. Bugün de aynı durum devam etmektedir. Oysa elin gavuru (Batı-Avrupa), kamu rantları alanında kılı kırk yaran muazzam bir “Hukuk” geliştirmiştir. Bir ev sahibi olmak için devlet bankasından alınan kredinin faizini “Riba” sanan dünün “Hayız-Nifas Uleması” ve bugünün İlahiyatçıları, Emlak ve Emsal rantları, emek sömürüsü ve sendikal haklar söz konusu olunca, dut yemiş bülbüle dönmektedirler.

Siyasette ‘Çoban-sürü ilişkisi’ Üzerine

1- Sorun  

Sayın Cumhurbaşkanımız, sarayda muhtarlara yaptığı bir konuşmada şöyle dedi: “Değerli kardeşlerim, çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım. Sevgililer sevgilisi peygamberimiz: “Küllüküm râin ve küllüküm mesulün an raiyyetihi (Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinden mesulsünüz)” buyuruyor. Mesele bu. Bunu, anlayan anlar; anlamayan anlamaz. Anlamayanların geldiği yer belli. Biz, işimize bakarız.”  

Sünnilerce “Sahih” kabul edilen Buhari, Neseî, Ebu Davut ve Ahmet b. Hanbel’in Hadis kitaplarında geçen bu Hadis, İslam toplumlarının 1400 yıllık ve hâlâ devam eden siyasal kodudur. Bu kodun, Türk siyasal hayatında etkin bir tarihi vardır: “Türk siyasal iktidarında başka bir şeyi ifade etmek üzere kullanılsa da “Çoban Sülü” diye bir deyim var; ama çobanlık, yapılan işin niteliği anlamak için yerinde. Yerinde, çünkü sağ muhafazakârlığın “lider imgesi” ve liderin yapıp ettikleri kitle ile ilişkileri ile çobanın “kendi” sürüsüyle kurduğu ilişki neredeyse benzeştir. Sürüdeki her ferdin adını, meselesini, ilişkilerini, akrabalık bağlarını bilir; bunu önemser ve hissettirir. Sürü, ilgilenildiğini bilir; kendisine uzatılan elin dönemlik değil, sürekli olduğunun farkındadır. Burada Greklerin aksine, çatışma ve çelişkileri önlemek üzere “norm ve kuralları” geliştirmek değil; sorunun ortaya çıkmasını baştan engellemek üzere koşulan bir enerjinin varlığı söz konusudur. (Ahmet Çiğdem, Mucizenin Etik Uğrağı. Ank. 2019. S 97) Siyasal atmosfer ve iklim, islam dünyasında olduğu gibi, Türkiye’de de bu kod altında çalışmaktadır. 

2- Sorunun Kaynağı, 

Âbid Cabiri, “İslam’da Siyasal Akıl” adlı çalışmasında Fransız siyaset felsefesi düşünürü M. Foucault’dan esinlenerek Yunan-Batı ve Doğu-Ortadoğu toplumlarında siyasal kodun farklılığı üzerinde durur. Câbiri, şöyle diyor: “Foucault, hükümdar veya başkandan “sürü”yü güden “çoban” üreten tasavvurun, Yunan veya Roma düşüncesindeki yaygın tasavvurlardan olmadığını belirtiyor. O, Fransızca metninde koyun, sığır ve sürü terimlerini kullanıyor. Biz ise,  Arapçada aslında hayvan güden anlamında “Ra’î” ve güdülen hayvan anlamında “Ra’iyye” sözcüklerini kullanıyoruz. Bununla birlikte, Homeros’a nispet edilen bazı metinlerde bu tasavvurun bazı izleri bulunuyor. Ancak, siyasetle ilgili temel Yunan ve Roma metinlerinde kesinlikle yoktur. Öte yandan bu tasavvuru, eski Doğu uygarlıklarında, Mısır, Asur, Filistin’de çok yaygın olarak görüyoruz. Sözgelimi Firavun bir çoban olarak görülüyordu: Taç giyme törenlerindeki özel kutsamalar çerçevesinde “çoban” sopasını kuşanırdı. Babil hükümdarı ise, çeşitli sanlar arasında “insanların çobanı” sanını da kullanırdı. ”Çoban” sanı, sadece Hükümdarlara özgü değildi; Tanrı için de kullanılırdı. Babil’iler, Tanrılarını, insanları otlağa götüren ve beslenmesini sağlayan bir çoban olarak görüyorlardı. Firavun Mısırında, tanrıya yaptıkları dualardan biri de şuydu: “Ey bütün insanlar uyurken uyanık kalan tanrı, sürünün en iyisi ile doyuran sensin.” Foucault, şu eklemeyi yapıyor: “Burada hükümdar ile tanrının her ikisine de “çoban” sözcüğünün kullanılarak birlikte söz konusu edilişi, zorunlu bir şeydir. Çünkü ikisi de aynı işi yapıyordu; güttükleri sürü aynıydı. Hükümdar, en büyük çoban olan tanrının yaratıklarının işlerini yürütmek üzere uykusuz kalan bir çobandır. Bunun için dualarında tanrılarına şöyle sesleniyorlardı: “En büyük koruyucu! Yeryüzünün korunmasını ve beslenmesini sağlayan sensin! Bizi otlağa götüren sensin. Her iyiliği sağlayan sensin.” (M. A. Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl. çev: V. Akyüz. İst. 1997. S.75)

a- Câbiri, M. Foucault’nun Doğu toplumlarında siyaset alanında işleyen “çoban-sürü ilişkisi” ile Yunandaki siyaset düşüncesinin arasındaki farkı dört madde halinde aşağıdaki gibi özetlediğini söyler: 

b- Öncelikle eski Doğu düşüncesindeki çobanın otoritesini, bir sürüye uygulandığı halde; eski Yunan düşüncesinde ise, “sürü”ye uygulanmamakta; yeryüzüne uygulanmaktadır. Böylece, Tanrılar ile insanlar arasındaki ilişki iki coğrafyada birbirinden ayrılıyor. Yunan düşüncesinde tanrılar, yeryüzüne maliktirler ve bunun sayesinde insanların kaderlerine hükmederler; oysa eski Doğu düşüncesinde tanrı, kullara maliktir, onlara yeryüzünü verir veya vadeder. 

c- Çobanın görevi, sürüyü toplamak ve yönetmektir. Hiç kuşkusuz, Yunan düşüncesindeki siyasi başkanın görevi, “kent” içinde barış ve güvenliğin yürürlükte olmasını sağlamak, birlik ve uzlaşmayı sağlamaktır. 

d- Doğu düşüncesindeki çoban, sürünün esenliğini sağlar; Yunanlılar ise, tanrıların kenti kurtardığını söyler. Çoğu kez, erdemli başkanı, gemiyi kayalardan uzakta tutup karaya oturmaktan kurtaran kaptanla karşılaştırırlar. 

Greklerdeki kent başkanının kararları herkesin yararı için olmalıdır. Başkan olarak görevi, ona bunu zorunlu kılıyor. Görevinden sapıp, kendi çıkarlarını gözetirse, kötü bir başkan oluyor. Kamu çıkarlarını gözetmesinin sonucu olarak eriştiği karşılık, halkın onu ölümsüzleştirmesidir (kahraman-hero). Çoban ise, sürü için, “görev” düşüncesinden değil; “içtenlik (bağlılık-sorumluluk)” dürtüsüyle hareket eder. Sürüsüne bağlıdır. Onun için uykusuz kalır; sürekli işi budur. 

Foucault, Hristiyan ortaçağ Avrupa’sında Kilise kontrolündeki devletin ve ona başkaldırarak kurulan modern “Ulus-Devlet” mantığının, -Hristiyanlık ve Kilise aracılığı ile (İG)- Doğu düşüncesindeki “çoban-sürü ilişkisi”ne hâlâ derinden bağlı kaldığını belirtir. (Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl.  S. 76-80).  Nitekim bu kodun genel hegemonyası altında olan Hz. İsa’da: “Ben, yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim” (Matta.15. Bölüm. 24. Cümle/ayet.) demiştir. Peygamberimizin mezkûr hadisi de, aynı kodun dile gelmiş halidir. 

3- Sorunun Çözümü 

Arap yarımadasının derin tarihi olan Güney Arabistan’da, Yemen bölgesinde Yunan koduna yakın siyasal bir kod daha mevcuttu. M.Ö II veya III. bin yıllara dayandığı rivayet edilen ve Sebe Krallığından da önce gelen “Main Krallığı”nda siyasal yönetim tarzı Yunan site yönetimlerine ve Roma devlet yapısına yakındı: Kur’an’da Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara tavsiye edilen “Şura” ilkesi, bu geçmişten geliyor olmalı: “Krallık yönetiminde şehirlerin özel bir yeri vardı. Bu sistemde her bir şehir küçük bir krallık gibidir. Kendine has ilahları ile anılan bu şehirler, merkezi yönetime bağlı olarak işlerini “istişare” meclisleri aracılığı ile yürütmekte idiler. Başkent Main dışında Berakış, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harîm, Lûk, Kumne, Beydâ, Nesca, Nestum, Magusum, Yemendeki önemli şehirlerden sayılmaktadır. Bunların dışında “Kebir” unvanını taşıyan ve doğrudan kralı temsil yetkisine sahip yöneticilerin yer aldığı  “Eyalet” vardır. Bu kimseler, siyasete doğrudan müdahale etmeyip, yetkilerini sadece krallığın ve halkın hukuki meselelerinin çözümünde kullanmaktadırlar. Ayrıca devlet yöneticilerinin katıldığı ve siyasi mali ve hukuki işlerin görüldüğü “Müseddet” adı verilen “Senato” meclisleri vardı. Nitekim ortaya çıkarılan kitabeler, ülkede kralın otoritesi yanında, halk ve kabile meclislerine temsil gücü tanıyan bir düzenin geçerli olduğu görülmektedir.” (Mehmet Kelpeten, İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan. İst. 2016. S. 33)  

Main krallığından sonra kurulan “Sebe Krallığı”nda da benzer bir yapının olduğu Kur’an’dan anlaşılıyor. Bir Yahudi Kralı olan Hz. Süleyman’ın mektup yazarak tehdit ettiği Sebe Melikesi, tipik Doğu despot krallarının neler yapabileceğini tahmin ederek (27-Neml/34), “senato”yu toplantıya çağırmış ve onlara şöyle demiştir: “Ey yetkililer, durum hakkında bana görüşlerinizi söyleyin. Sizler olmadan, sizlere danışmadan ben bir karar veremem.” (27-Neml/32). 

Kur’an’da Hz Muhammed’e kamu işlerinde “istişare” yapmasının tavsiye edilmesi (3-Âl-i İmran/159) ve Müslümanların bütününe kamusal işleri aralarında “Şura” ile çözmelerinin emredilmesi (Şûra-42/38), kamusal/politik işlerin (emr) ehline/uzmanına, liyakatlisine (Nisa-4/58) verilmesi, böyle bir politik atmosfer ve geçmişten geliyor olmalı. Ayrıca Bakara suresinin 104. ayetinde müminlerin Hz. Muhammed’e “Bizi güt (ra’inâ)” deme yerine, “Bize ihtimam göster, gözet, bak (unzurna)” demelerinin tavsiye edilmesi, yine bu politik atmosferin ve geçmişin yansımasıdır. Ancak, Müslümanlar, Pers ve Bizans’ın etkisi ile Muaviye ihtilalinden sonra Doğu’nun ve Ortadoğu’nun kadim ve etkin “çoban-sürü ilişkisi”ne (saltanat) tekrar geri dönmüşlerdir: “Bizde “çoban”ın bir tek olduğuna pek az dikkat edilir. Sayıları az bile olsa, bir tek sürüye karşı çobanların sayısının artması, çoğunlukla tanrıların çoğalması gibi algılanır. Dolayısıyla, din alanındaki “şirk”in kabul edilebilir ve makul olmayışı gibi; yönetici de, yönetilen de, yönetimde “ortaklık”a siyaset alanındaki küfür ve ilhad olarak bakarlar.” (Cabiri, İslamda Siyasal Akıl,81). 1400 yıl boyunca İslam toplumlarında ve yakın Osmanlı tarihinde bu kod etkinliğini sürdürmüştür.  

Cumhuriyet döneminde de Saltanat ve Hilafeti lağv ettikten sonra geçtiğimiz “Tek-Parti” dönemi, arkasından gelen “Askeri Vesayet” ve onu illegal yollardan yıkıp yerine geçmek isteyen bir “Korsan Çoban(mehdi(fetullah)” olayı, hep bu kodun değişik tecellileridir. Oysa Kurumsal-Hukuki “norm” geliştirme olarak ortak akla dayanan Anayasal Demokrasi, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik ve Hukuk Devleti, Avrupa’nın ve ABD’nin, uzun süren ve acılı deneyimlerden sonra geliştirdikleri, toplumsal maslahata uygun siyasal aparatlardır. Yönetimin kültürel ruhu ise, yönetenlerin ve yönetilenlerin kimliğine göre değişebilir. Örneğin, eğer Müslüman iseler, “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” olur. “Makasidu’ş-Şeria/Şeriatın maksatları” (Malın, Canın, Din özgürlüğünün, Aklın/düşüncenin, Onurun korunması) ile “Devlet”in meşruiyeti (rejön de ta) aynileşir. 

 

“İlhamiCE” Çıktı..!

İlhamice

Bir zamanlar akademisyendim; şimdilerde daha ziyade düşünür oldum. “Filozof” olmanın kibrini biliyorum. Atina’nın/Yunan’ın/Batı’nın “ontolojik/metafizik” düşünme tarzıdır. Kendime yakıştırmam; ancak Kur’an’ın, tefekkür, taakkul, tezekkür, tedeb-bür, tafakkuh ve ibret alma fiilleri ile sıradan sokak insanını ahlak/din konularında “düşünür” yapmaya çalıştığını bilerek, sıradan “düşünür” olduğumu iddia ediyorum. Bu düşünme tarzı, Hz. İbrahim ile başlayan Kudüs’ün-Mekke’nin “ahlaki” düşünme tarzıdır. Buna Heidegger’den esinlenerek: “Şükreden Düşünme” diyorum.

‘İtibarda İsraf Olmaz’ mı?

Teorik/Tarihi/Teolojik Çerçeve 

İtibar, tek kelime ile saygınlık demektir. Tek tek insanların, kurumların, devletlerin ve milletlerin saygınlığı. Bunun, ne ile ve nasıl temin edileceği hususunda insanlık tarihinde iki yol belirlenmiştir. 1- İtibarın zenginlik, ihtişam, görkem, şatafat, dev-âsâlık, gösteriş, mağrurluk, görgüsüzlük ile. 2- Hakikat, adalet, tevazu, merhamet, diğerkâmlık ve tabii/doğal, sade, özlü, dürüst, otantik, basit, yalın, naiv, asîl olmak ile. Birincisi, ontolojik; ikincisi, etik itibar anlayışıdır. Birincisi, şöhretli olmayı; ikincisi, şerefli/onurlu olmayı hedefler. 

Kur’an’da kıssaları anlatılan politik figür olarak Firavun (Piramitler),  ekonomik figür olarak Karun (Hazineler) ve dinsel bürokrasi figürü olarak da Hâman (Mabetler)  birinci tarz itibar anlayışının sembolleridir. Örneğin, Hz. Musa’nın kendine –mucizeler ile- uyarıcı olarak gönderildiği Firavunlardan biri: “Hz Musa’yı yalanladı ve isyan etti; sırtını dönüp, hızla uzaklaştı; adamlarını topladı ve onlara: “Ben, sizin en yüce rabbiniz değil miyim?” dedi.” (79/21-24).  Karun olayını ise, Kur’an şöyle anlatır: “ Karun, ziynet ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: “Keşke Karun’a verilen ihtişam-servet, bize de verilseydi; şüphesiz o büyük bir görkem-ihtişam sahibidir.” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi ameller işleyenler için Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır; ona da ancak sabredenler kavuşur.” dediler.” (28/79-78). “Malı biriktirmeyi sevmek” (89/20), “Yığınla mal harcamakla övünmek” (90/6), “Kendini ölümsüzleştireceği vehmi ile mal toplayıp onu sürekli hesaplamak” (104/2-3) ve “tekâsür (çokluk-bolluk-zenginlik) ile övünmek” (102/1-2) bu itibar anlayışının tezahürleridir. 

Dini “temsil” ettiğini iddia eden “Hâman” figürünün Yahudilikteki temsilcileri olan “Haham”ları Hz. İsa şöyle eleştirmişti: “Din bilginleri ve Ferisiler, Musa’nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerimin tümünü yerine getirin; ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri, kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması zor yükleri, başkalarının omuzlarına koyarlar da; kendileri, bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin: muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye; Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda (halkı) selamlamaktan ve insanların kendilerini “Rabbi” diye çağırmalarından zevk alırlar…” (Matta-23. Bölüm). Ne yazık ki, Kilise ve Papazlar, Hahamların içine düşmüş oldukları durumun aynısına kendileri de düşmüştür: “Papazlar: “Haklıyım, çünkü burada (böyle) yazıyor.” diyorlar ve bunu arkadan utanmazca yapılan yorumlar izliyor. Bu yorumları bir filolog duyduğu zaman, öfke ile gülme krizine tutulup kendine tekrar tekrar soruyor: “Bu, mümkün mü? Bu gerçekten yakışık kalır mı? Bu doğrultuda hâlâ Protestan minberlerden ne namussuzluklar yapılıyor. Vaiz, nasıl da kimsenin sözünü kesmemesinin avantajlarını terbiyesizce sürdürüyor. Burada olduğu gibi, İncil, nasıl da oradan buradan kırpılıp, her türlü berbat okuma (tefsir) sanatı ile halka öğretiliyor.”(F. Nietzsche. Tan Kızıllığı. Çev: H. Salihoğlu-Ü. Özdağ. Ankara. 1997. s. 71) 

İslam filozofu el-Kindi de, kendi döneminin din adamlarını şöyle eleştirmiştir: “ Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde ettikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı şey ise, artık kendinde değildir. Kim din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Gerçek varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onları “küfür” ile itham edenin, din ile ilişkisi kalmamıştır.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. çev: M. Kaya. İst, 2006, s.142). Ünlü Türk halk bilgesi Nasrettin hoca ise, bu tarz itibar arayışını: “Ye kürküm, ye” deyimi ile kınamıştır.  

Hz. Musa’nın muakkipleri olan İbrani/Yahudi Kralları Davut ve oğlu Süleyman, -kendileri, hikmet verildiği için- Tevrat’tan ve Kur’an’dan takip edebildiğimiz kadarı ile güç ve zenginliklerini doğru kullanmaya gayret etmişlerdir. Hataları da yok değildir. (21/78-82, 38/21-26) 

İkinci itibar anlayışının temsilcileri ise Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve onların izinden giden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali… dir. Örneğin: İran’dan gelen bir heyet, Halife Hz. Ömer’i –Sarayda bulabileceklerini sanarak- ağaç gölgesinde uyurken gördüklerinde, şok olmuşlardır. Bu itibar anlayışını, bilge Lokman şöyle ifade eder: “ Yavrum, yapılan iyilik hardal tanesi kadar olsa, bir kayanın için de olsa, göklerde, yerin dibinde de olsa; Allah, onu hesaba katar. Yavrum namazını kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle, başına gelen musibetlere sabret… , insanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme, sokaklarda böbürlenerek yürüme, mütevazı ol, eşekler gibi anırarak/bağırarak (yüksek sesle=çünkü içgüdü-kızgınlık-hınç alametidir) konuşma…”(31/16-19).  Hud peygamber de, kavminin birinci tarz “itibar” anlayışını şöyle eleştirmiştir: “Siz, her yüksek tepeye bir anıt yapıp boş şeyler ile eğleniyorsunuz; içinde ebedi olarak yaşayacakmış gibi sağlam kaleler/yapılar/saraylar yapıyorsunuz; (düşmanlarınızı)tutup yakaladığınız zaman, zorbaca yakalıyorsunuz.” (26/128-130). Özetle, Tanrı-Din, nicelik peşinde değil; nitelik (ahlak) peşindedir. 

Muaviye’den itibaren İran ve Bizans’ın siyaset ve itibar anlayışı -“Saltanat/Krallık” olarak- Müslümanlara geçmiştir. Bugün de İslam ülkelerindeki yönetimler, Muaviye’nin izinden gitmektedirler. Câbiri’nin teşhis ettiği gibi “Kabile-Ganimet ve Akide” İslam siyasal aklının bin dört yüz yıllık genetik kodu haline gelmiştir. İslam Dünyasında milyonlarca insan acından kıvranırken; müslüman olan Brunei sultanının, kendini altın ile tartması; Suud ve Körfez krallıklarının ve sayın Erdoğan’ın “itibar” anlayışları, bunun göstergeleridir.    

Muhafazakâr İktidardan  “İtibar” Örnekleri 

İstanbul’da bir sürü saray, Ankara’da mevcut bir “Köşk” varken; Ankara’da yeni bir “Saray” yapmak, ilk tezahürdü.  Marmaris’e ve Ahlat’a birer saray daha eklemek, bu itibar anlayışının devamı olarak geldi. Saraya 108 metrekare yek-pare Hereke halısı sermek, Sarayın bahçesine kışın donmayı engellemek için alttan elektirikle ısıtılan tropikal ağaçlar dikmek… ve bilumum saray/protokol harcamaları, “itibar” örnekleri olarak kabul edilmektedir. Katardan 450 milyon dolarlık özel uçak satın almak, her biri 3.5 milyon Avroluk, özel çelik zırhlı Mercedes otomobiller almak… yine bu itibar anlayışının tezahürleridir. 

Devâsa Havaalanları, Köprüler ve Şehir hastahaneleri yapmak, bir yanıyla bu ihtişam-görkem-dev-âsalık (itibar) anlayışının tezahürüdür Sanayi-Üretim-Yatırım-Teknoloji veya Burjuva sınıfı yaratma ihtimalinin olmadığı bir zeminde (Bunlara geç kalmış bir ülkede) bu yönelim, anlaşılır bir tutumdur. Bu inşaat/rant ekonomisinde “akide/hizmet-kabile ve ganimet” iç içedir. Halka “hizmet” olsun diye –yap, işlet, devret modeli ile- yapılan bu yatırımların “Rantabl=kârlı” olmadıkları -çünkü zararlarını halk vergileri ile ödemektedir-; ancak, siyasi-bürokratik ekip ve müteahhitler için oldukça “rantabl” olduğu görülmektedir. 

İletişimin geldiği mevcut aşamada hâlâ “Dev” mitingler düzenlemeye devam etmek, devasa kapalı konferans salonları inşa etmek ve buralarda nutuk atmak, Çamlıca tepesine “Kubbesi miğfer; minareleri süngü; cemaati asker” olduğu düşünülülen devasa Çamlıca camisi ve benzerleri inşa etmek; dünyanın üçüncü büyük eğlence parkı olarak inşa edilen ve geçenlerde elektrik faturalarını ödeyemediği için kapılarını kapatan “Anka-Park”; Antalya’da inşa edilen- ve bugün âtıl durumda olan- dünyanın en büyük “Expo-Fuar”ı; Türkiye veya –en azından- İstanbullular ile konuşmadan, onlara sormadan (istişare etmeden), 4-5 milyon insanı Anadolu’dan koparıp deprem kuşağına, 16 milyonluk İstanbul’a ekleyecek olan devâsâ/Çılgın “Kanal İstanbul” rant projesi…., itibarı, görkem-şatafat olarak görmenin ürünleridir. Bunların yerine, Güney Kore’nin yaptığı gibi, icad çıkarma veya imitasyona dayalı iki üniversite kurup, bunları iki şirkete(Samsung-Hundaı) monta etselerdi, üretim yapmış ve ekonomik gelir elde etmiş olurduk.  

Sonuç 

Sonuç olarak, ekonomisi kırılgan, son derece düşük asgari ücretle ve düşük emekli maaşı ile hayata tutunmaya çalışan milyonlarca insanın ve hiç iş bulamayan milyonların yaşadığı bu ülkede, siyasi ve bürokratik elitin, bu tarz bir “itibar” anlayışı, “israf”tır.