Türkiye’de Düşüncenin Dogmatik İki Yüzü Üzerine-1

1-Türkiye’nin Başına Gelenler veya Evden Kaçmanın Hikâyesi

Sünniliğin ve Şiiliğin bin yılı aşkın bir süredir yenilenmeyip (tecdit), evrimleşmeyip taşlaşmış, mumyalaşmış, donmuş, katılaşmış, yer yer çürümüş, eskimiş, yıpranmış,  dogmatik, anakronik, ortodox gövdeleri, artık kafası çalışan, meraklı, düşünen ve vicdanı diri olan yeni jenerasyonlara cazip gelmediği için, epey bir zamandan beri evden kaçmalar, evi terk etmeler artmaktadır: Sekülerleşme, Deizm, Agnostisizm, Ateizm… Bir zamanlar Marksizm, Sosyalizm/Komünizm ile evden kaçanlarda olduğu gibi. İlginç olanı da, bir dönem ömrünü bu dini-dogmatik yapıları savunmak için harcamış, okumuş-yazmış zevatın, ömürlerinin sonuna doğru yavaş yavaş veya birden “aydınlanıp”, dümeni kırıp Felsefeye, Bilime ve Sekülerizme ihtida etmeleridir.  Son zamanlarda Türkiye’de sık sık böylesi figürler çoğalmaya başladı. Allahualem, yaşını başını almış olan, -Tanrı’ya olmasa da- Ahiret hayatına olan inançlarının zayıflaması veya onu kaybetmeleri ile bu zevat, ömr-ü ahirlerinde dünyadan muratlarını alma telaşına kapılıyorlardır.  Çökmüş olan evden, yurttan yuvadan umudunu kesmiş olan bu “geç aydınlanmışlar”, bize felsefenin, us’un (Rasyonalite), bilimin, sekülerizmin, ödev ahlakının (Kant) faziletlerinden dem vuruyorlar. “Kestaneden çıkıp, kabuğuna tükürüyorlar.” Karşı karşıya olunan devasa “decadance”dan dolayı, bu özgüven kaybını ve savrulmaları, normal karşılamak gerekir belki de.

Merhum Mehmet Akif’in “Safahât” adlı manzum eserinde terennüm ettiği gibi, Osmanlının çökmesi ile çökmüş olan “Türk-Tasavvuf Sünniliği”nin; Cemaat-Tarikat-Siyaset ve şeyhler-şairler aracılığı ile 1950’lerden sonra Muhafazakârlık veya kod adı “Milli Görüş” olan İslamcılık nitelemesiyle parlatılıp tekrar topluma bir çıkış yolu olarak sunulmasına, yüzde elli seçmen kitlesi tarafından dahi artık itibar edilmemeye başlanmıştır. Gel ki, bu siyasi elitlerin, samimi olarak İslami bir “Davâ” mı güttükleri; yoksa 1980’lerden sonra Kapitalizme eklemlenen Türkiye’de giderek “Biraz da biz ölelim” modunda mı oldukları da, ayrı bir tartışma konusudur.

Bu düşünceyi 1970’lerden beri yeni nesillere empoze eden İmam-Hatip liseleri ve sayıları iki binlerden itibaren yüzü aşkın İlahiyat fakülteleri, çöküşün teolojik, tarihsel, politik nedenlerini anlama entelektüel kapasitesinden dahi yoksun oldukları için, topluma din konusunda yeni bir söz söylememekte ve yeni bir yön gösterememektedirler. Türk Üniversitelerinin Sosyal Bilim bölümleri de, dini düşünceye dışardan ciddi bir eleştiri yöneltme kapasitesinden yoksun olmuşlardır. Bunun sebebi, buraların, düşünce üreten veya araştırma yapan gerçek birer “Üniversite” veya “Akademi” olmaktan çok; büyük oranda sponsorluk yapan, nakilci-taklitçi birer “şube” olarak kalmış olmalarıdır.

Türkler, Maveraunnehir bölgesinde vaktiyle geliştirdikleri rasyonel teoloji (Hanefi-Matüridi)  Anadolu’ya gelmediği için, Arapların (Kelam-Fıkıh-Felsefe) ve Perslerin (İşrak Felsefesi) geçmiş oldukları “Rasyonel Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçemeden, bunu skolastik olarak (Medrese) devralıp “Mitolojik/Menkıbevi” (Tasavvuf-Tarikat) aşamada kalmışlardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, bir tarihçinin nitelemesi ile bir “Derviş Devlet”tir.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı’nın “Aydınlanma” ile geçtiği Felsefi ve Bilimsel düşünme aşamasına devrimler aracılığıyla “uzun atlama (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”)” ile erişme teşebbüsü, kaba dogmatik bir “Pozitivizm” ile sonuçlandı. Zira toplum hayatında böylesine bir “uzun atlama”, müstehildir. Üstat N. Fazıl ve muakkibi şairler (S. Karakoç, İ. Özel, C. Zarifoğlu, E. Beyazıt…), bu kaba pozitivizme karşı “Mistik-Menkıbevi” Türk Sünniliği ile kavga ettiler. Bu yazıda kendisine “İhtida edilen” bu düşüncenin, dünya görüşünün Batıdaki gerçek doğası, genetiği ve buna yapılan bazı eleştirileri serdedeceğim.

 

2-Felsefi-Bilimsel Düşünmenin Başarısı

Kadim Yunanda parlayan Felsefe ve Sanat (Tiyatro-Heykel-Müzik), Roma’da (Helenistik dönem) Mimari ve Hukuk Olarak aktüelleşti. Miladi beşinci yüz yıl ile on dördüncü yüzyıl arasında Kilisenin (Katoliklik-Ortodoxluk) kontrolünde skolastik dogmatizm olarak kalan düşünce, Yunan Felsefesinin Arapça Üzerinden Latinceye çevrilmesi ile yavaş yavaş Yeniçağ Felsefesi, Rönesans, Aydınlanma, Reform, Bilim ve Teknoloji olarak tekrar dirildi. 17. Yüzyıldan itibaren başlayan Endüstri devrimi ile yükselen Burjuva sınıfı, Kapitalizmi-Emperyalizmi/Kolonyalizmi (sömürü-zenginlik) yarattı. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan siyasal çalkantılar, imparatorluk-krallık yapılarını yıkarak Ulus-Devlet (Milliyetçilik), Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik, Toplum Sözleşmesi, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti, İnsan Hakları… kavram ve kurumlarını intaç etti. Batı, uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları, sömürü (I. ve II. Dünya ) savaşlarından sonra, kendi iç barışını kurmayı başarabildi (ABD ve AB).

A.N. Whitehead, “Aklın İşlevi” adlı kitabında Batı’nın başarısının sırrını şöyle izah eder: “Yunanlıların dünyadaki ilerleme açısından asıl önemi, adeta inanılmaz bir sırrı, spekülatif Aklın kendisinin de düzenli bir yönteme tabi olduğunu keşfetmiş olmalarıdır. Spekülatif Aklın, belirli sınırların ötesine geçme işlevini ortadan kaldırmadan, onu anarşik karakterinden mahrum bırakmışlardır. Artık vahiy (esin) yerine spekülatif Akıldan söz ediyor olmamızın sebebi işte budur. Akıl, makul olanın düzenliliğine müracaat ederken, “spekülasyon”, tikel bir yöntemin aşkınlığını ifade eder. Yunanlıların sırrı, yöntemin aşkınlığında bile, nasıl yöntemle sınırlı kalınabileceğidir. Yunanlılar, kendi keşiflerini neredeyse hiç anlamamışlardır. Fakat bizler, onu iki bin yıl boyunca iş başında gözlemlemiş olmanın avantajına sahibiz… Yunanlılar, kelimenin en geniş anlamıyla mantığı icat etmişlerdir: keşfetme mantığını. Yüzyılların deneyimiyle nihayet tamamlanan Yunan mantığı, bir kanaat içeriğinin tabi tutulması gereken bir dizi kriter sunar. Bu kriterler şunlardır: 1- Sezgisel deneyimle uyumluluk, 2- Önerme içeriğinin açıklığı, 3- Mantıksal iç tutarlılık, 4- Mantıksal dış tutarlılık, 5- Mantıksal şema tutarlılığı olarak: a) büyük ölçüde deneyimle tutarlılık, b) deneyimle herhangi bir uyuşmazlığın olmayışı, c) kategoriyal mefhumları birbiriyle tutarlı, d) yöntem bilimsel sonuçlara haiz olmak.” (Whitehead, Aklın İşlevi. çev: S. Çalcı. İst. 2020. s, 47)

Whitehead, şöyle devam ediyor: “Matematiğin erken dönemlerini düşünün:  milattan yaklaşık iki bin yıl önce Mısır’da birkaç teknolojik oyun. Muazzam bir uygarlıkta küçük bir unsurdu bu. Milattan yaklaşık beş yüz yıl önce, Yunanlılar, kuram aşkına bunu kuramsal olarak geliştirmeye başladı. Yunanlıların dehası, doğayı anlamak için matematiğin önemini açıkça sezmiş olmalarında görülüyordu. Soyut morfolojilerin gelişimini teşvik etme gerekliliği, on altıncı yüzyılın başlarında geometri biliminin durumuna bakılarak anlaşılabilir. Geometri, yaklaşık iki bin yıldır yapılıyordu. Çok ince ayrıntılarına kadar geliştirilmişti. Fakat ufak tefek istisnalar dışında, araştırmanın içsel değeri dışında bir meyve vermemişti. Ardından, -sanki bir kapı açılmış gibi-, yüzlercesi içinden ilkin Kepler, konik kesitlerin ilk önemli kullanımını keşfetmiş; Descartes ve Desargues, geometrinin yöntemlerinde devrim yapmış; Newton, Principia’sını yazmış ve uygarlığın modern dönemi başlamıştır.” (W., Aklın İşlevi, 52). Whitehead, genel olarak Doğu’yu şöyle eleştirir: “Asya uygarlığının parlak bir gelişme döneminden sonra girdiği göreli duraklama dönemi, merakın ürünü olan fikir sermayesini tüketmiş olmasından kaynaklanmıştır. Asya’nın, insanların zihinlerini enerjikleştiren ve rastlantısal deneyimlerine anlam vermek için hazır bekleyen geniş ölçekli soyut düşünce şemaları yoktu. Temaşada takılıp kaldı ve fikirler durağanlaştı. Yeniliği üreten anarşik merak, salt soyut fikirlerin temaşasında boğuldu (Şiir-Mistisizm- İG). Spekülasyon, Aklı terk etti. (Örneğin), Milyonlarca insan, ağaçlardan düşen elmalar görmüş; ama matematiksel bir dinamik ilişkiler şemasını zihninde oluşturan, (Batılı) Newton olmuştu…” (s, 51)

3-İslam’ın Başına Gelenler

İslam toplumları, miladi sekizinci yüzyıldan itibaren, yayıldıkları coğrafyada karşılaştıkları Felsefi-Bilimsel düşünce eserlerini, -merak ederek- Arapçaya çevirmiş; bunlarla bir müddet (12. yüzyıla kadar) uğraşmış; hatta bazı alanlarda bu düşünce gövdelerine ciddi katkılarda bulunmuş; daha sonra da, skolastisizme (medrese) yuvarlanarak Asya’da (Doğu’da) kalmıştır. Batı, felsefe ve bilim tarihi yazıcılığında Müslümanların bu katkısını uzun süre görmezlikten gelmiştir. Tâ ki, Türk bilim tarihçisi merhum Fuat Sezgin, bu gerçeği çalışmaları ile ortaya koyuncaya kadar.

Teolojik düşüncede ise, İslam’ın erken döneminde oluşan ve adına “Rey Ehli” denilen ve omurgasını Mutezile ve Hanefiliğin oluşturduğu düşünce; doğada nedenselliği, insanın özgür iradesini ve ahlakta/dinde vicdanı da bir bilgi kaynağı olarak kabul ederek Abbasilerin orta dönemine kadar etkin olmuş; fakat Mütevekkilin ihtilalinden sonra Hanbelilik-Şafiilik ve Eş’arilikten oluşan “Gelenekselci/Selefi-Sünni” düşünce egemenliğine yerini bırakmıştır. Bu düşünme tarzı/teoloji, doğada nedenselliği (atomculuk/adetullah), insanın özgür iradesini (kadercilik) ve ahlakta –temel kaynakların (Kur’an-Hadis) yanında- vicdanı/aklı/düşünmeyi bilgi kaynağı olarak reddetmiştir. Dokuzuncu yüzyıldan itibaren gelişen, bedeni/biyolojiyi ve dünyayı lanetleyip ruhu yücelten (zühd-riyazat), akıl yerine sezgiyi/ilhamı (Batın) kutsayan “Tasavvuf” da Sünniliğe eklemlenerek (Gazzali/İhyâü Ulûmi’d-din) Sünni ortodoksi, 12. yüzyıldan itibaren içtihat kapısını –büyük ölçüde- kapatarak, Selçuklulardan itibaren Osmanlı’nın çöküşüne kadar Tarikatlar ve Medreseler yolu ile devletin resmi ideolojisi olmuştur. Bu tarihlerden itibaren düşünce, büyük oranda fiziki ve toplumsal dış dünyadan bağlarını kopararak; doğadaki morfolojileri ve toplumsal formasyonları kavramayı-kavramlaştırmayı terk ederek; kitaplar-satırlar arasında geviş getiren/cepten yiyen (haşiye-şerh-zeyl-hamiş-telhis) metafizik, mantık ve teoloji/teosofi olarak kalmıştır. Bu tarihlerden sonra, tek tük -İbn Haldun gibi- orijinal düşünürler çıkmış olsa da, genel gidişatı etkileyememişlerdir.

Türkiye’de Düşüncenin Dogmatik İki Yüzü Üzerine-2

4- Felsefe-Bilim ve Batı’ya Eleştiriler

Batıda gelişen düşüncenin devingenliği, bilimsel keşifler, üretim ekonomisi, sağlık, eğitim, imar, özgürlükler, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi… hemen hemen herkesin benimsediği ve elde etmeye çalıştığı insani-toplumsal formasyonlardır. Ancak onun metafiziğine, teknolojisine, ekonomik sistemine (Kapitalizm) ve ahlakına yapılmış ciddi eleştiriler de mevcuttur.

Bu bağlamda E. Levinas, Metafizik açıdan Batı’yı şöyle eleştiriyor: “Batı felsefesi, “Başka (münezzeh Tanrı)”yı açığa çıkarmak ile birdir. Bu açığa çıkarmada “Başka” varlık olarak tezahür etmekle başkalığını yitirir. Felsefe, çocukluğundan beri, Başka olarak kalan Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle maluldür. Bu yüzdendir ki, her şeyden önce bir “Varlık Felsefesi (Ontoloji)” olagelmiştir; varlığı anlama, onun nihaî gayesi ve insanın temel yapısı olmuştur. Yine bu yüzdendir ki o, bir içkinlik ve özerklik felsefesi; bir tanrı tanımazlık olarak gelişmiştir. Aristoteles’ten Leibniz’e filozofların tanrısı –ki Skolastiklerin Tanrısı da buna dâhildir- (mahiyeti itibari ile- İG) akla uygun bir tanrıdır.” (E. Levinas, Sonsuza Tanıklık. Haz: Z. Direk-E. Gökyaman. İst. 2001. s.131)

Batı Felsefesini “Onto-Teoloji” veya          “Varlığın (Unutulmuş) Tarihi” olarak kavramlaştırıp bunu da, Pre-Sokratikler, Sistemci Filozoflar (Platon-Aristo), Hristiyanlık Teolojisi, Modernite ve Geç-Modernite (Nietzsche ve sonrası) şeklinde dönemselleştiren Heidegger, “Fenomenolojik Ontoloji” nin kurucusu olarak, son aşamayı –insanın kendisi dâhil, her şeyin- “teknolojileşme”si ve “Çerçevelenmesi (Gestell)” olarak şöyle tasvir eder: “ Nietzsche’nin entitelerin varlığını ontolojik olarak ezeli ve ebedi şekilde tekerrür eden (“Ebedi Döngü”) güç tutkusu/güce tutku (will-to-power), daha da ilerisi “istemeyi isteme (will-to-will)” diye anlamasının bu temel güçlerini sağlayan kendi kendilerini büyütmek dışında başka hiçbir amaç/gaye ile birleşmemeye ve başka hiçbir amacın/gayenin parçası olmamaya mahkûm etmiştir. İkincisi, (teknolojik düşünme), biz geç modernleri örtülü şekilde kendimiz dâhil ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar/rezervler” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, işte tam da entitelerin varlığının bu ontolojik, indirgemeci kavranışını ifade eder.” (Iain D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. S. 75). “Post-Nietzsche’ci çağımızda giderek kontrol altına alınacak hiçbir özne kalmamıştır; keza, özne de emre amade “rezerv”e dönüşmüştür (“İnsan kaynakları”)…Basitçe ifade etmek gerekirse, modernitenin yaralı öznesinin, sadece optimizasyonu bekleyen bir başka doğası gereği anlamsız “kaynağa” dönüşümü, biz geç modernlerin, doğayı objektifleştirerek kontrol etmek amacı ile modernlerce geliştirilen pratiklerin geriye/kendimize dönmesinden doğmuştur. Bir zamanlar, objektif dünyaya egemen modern özneler, (artık) kendilerine “nesne” muamelesi yapmaya başlamış; özne-nesne ayrımının kendisi bile yıkılmış ve özne, sadece optimize edilmesi gereken, esnek kullanım uğruna güven altına alınan ve düzenlenen bir “kaynağa” dönüştürülmüştür.” (Thomson,  Ontoteoloji, s.101)

Carl Gustav Jung, “Aydınlanma” ve sonrasındaki gelişmelere bazı sorular sorup eleştiriler yapıyor: “Aydınlanmış rasyonaliteye şu soruyu sormak durumundayım: Rasyonalist indirgemecilik, madde ve ruhun, herkesin yararına olacak bir biçimde kontrol altına alınmasını sağladı mı? Rasyonalist, yanıt olarak fizik ve tıptaki ilerlemelere, ruhun ortaçağın donukluğundan kurtarılmasına ve iyi niyetli bir Hristiyan olarak da “Demon (şeytan)” korkumuzun sona ermesine gururla işaret edecektir. Ama biz, sormayı sürdürelim: Diğer tüm kültürel başarılar ile ne elde edildi? Bunun korkunç yanıtı ortadadır: İnsan, hiçbir korkudan kurtulamadı; dünyanın üzerine korkunç bir kâbus çöktü. Şu ana kadar akıl, acıklı bir başarısızlığa uğradı; özellikle de herkesin kaçınmaya çalıştığı şey, dehşet verici bir şekilde ilerliyor. İnsan, muazzam işler başardı; ama bunun karşılığında, dünyanın uçurumunu derinleştirdi. İnsan, nerede durabilecek? Son dünya savaşından sonra ümidimiz akıldı; şimdi yine umut ediyoruz. Ama insanlar, atomun parçalanmasının sunduğu olanaklar karşısında daha şimdiden büyüleniyor ve “Altın Çağ” beklentisi içine giriyorlar. Tahribatın, akıl almaz boyutlara ulaştığının, en büyük kanıtı bu. Ve bütün bunlara neden olan kim? Güya zararsız, yetenekli, icatçı ve sağduyulu olan; ama maalesef demonizminin bilincinde olmayan insan ruhu. Evet, bu ruh, kendi ile yüz yüze gelmemek için, her şeyi yapıyor ve herkes canla başla ona yardım ediyor. Aman, psikoloji (kendini tanıma çabası-İG) olmasın da, ne olursa olsun. Çünkü bu sapma, insanın kendisi hakkında bilgi sahibi olmasına yol açabilir! Onun yerine, hep karşı tarafın suçlanabildiği savaş olsun, daha iyi. Üstelik de, tüm dünyanın, korkup kaçılan şeyi adetâ çıldırmış gibi yaptığını kimse fark etmiyor. Açıkça itiraf etmem gerekirse, bence, geçmiş çağlar, abartmıyordu. Ruh, demonizmini sıyırıp üstünden atmadı. İnsanlar, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yüzünden cinnet geçirme tehlikesine giderek daha çok maruz kalıyorlar. Elbette “Ruh” arketipi, hem iyiliğe hem de kötülüğe muktedirdir. Ama iyiliğin, şeytaniliğe dönüşüp dönüşmemesi, insanın özgür, yani bilinçli iradesine bağlıdır. İnsanın en büyük günahı, şuursuzluktur. Ama insanlığa yol gösterip, örnek olması gerekenler bile, şuursuzluğa hürmet ve rağbet ediyorlar. İnsanî barbarlığının normal sayılamayacağı; onun içindeki şeytanı çıkarmanın ve şuursuzluğunu sona erdirmenin yolunun ve araçlarının tüm ciddiyetle araştırılmasının, en büyük uygarlık görevi sayılacağı bir dönem ne zaman gelecek? Tüm harici değişim ve gelişmelerin, insanın içsel doğasına ulaşmadığı; son kertede her şeyin, bilim ve teknolojiyi elinde bulunduran insanın sorumluluğunun bilincinde olup olmadığına bağlı olduğunu ne zaman kavrayacak? Hristiyanlık, bize yol gösterdi. Ama olguların da kanıtladığı gibi, yüzeyin (bedenin-varlığın, İG) altına yeterince nüfuz edemedi. Dünyadan sorumlu liderlerin gözünün, kendilerinin olsun doğru yoldan sapmayacağı kadar açılabilmesi için daha ne kadar çaresizliğe düşmek gerekiyor?” (C. G. Jung, Dört Arketip. Çev: Z. A. Yılmazer. İst. 2003. S. 119-20)

Bu metafizik/onto-teolojik veya –Heidegger’in nitelemesi ile- “teknolojik” düşünmenin/epistemenin politik (Ulus Devlet/Milliyetçilik) uzantıları hakkında M. Foucault’dan esinle W. Hallaq şunları söyler:  (Benlik teknolojileri),“ artık bir kralın ya da papanın iradesi tarafından değil; yeni tasarlanmış haliyle, yayılmış ve bürokratikleştirilmiş özne tarafından oluşturulan egemenin iradesine güdümlenebilen ve ona göre biçimlendirilebilme kapasitesine sahip olarak sömürgeleştirilebilir hale getirildi. Sömürgeleştirilme, uzak kolonilerden önce tam da “yurt”ta başlamıştı… Öznenin birliği, ulusun birliğini cisimlendiriyor ve ifade ediyordu; çünkü neredeyse her özne, ulusun bir mikro-kozmozuydu. Ulusçuluk, sadece siyasal bir teşekkül değildir; birinci derecede ontolojik ve epistemolojik bir teşekküldür. Doğru, ulusçuluk, ulusal özneyi yaratır; ancak bunu, yalnızca özneyi hususi bir kimlik olarak yarattıktan sonra yapar. Onu bilen, düşünen bir varlık olarak “özel bir rasyonellik tarzıyla” yaratır. Bu ontolojik ve epistemolojik teşekkülden tamamıyla kaçabilen hiçbir vatandaş, öğrenci, bilim adamı yoktur… Bu ontolojik ve epistemolojik statüden serbest kalabilen hiçbir modern özne yoktur; ondan özgürleşilince, karşısında mücadele verilmesi gereken şey ipso facto (bu sebepten dolayı) bu statüdür. Bu, tastamam “merkezi paradigmalar”ın anlamını verir… Bütün bunlar, modern devletin, paradigmatik vatandaşı ürettiği, paradigmatik vatandaşın da devleti ürettiği bir yapıdır.” (W. Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek (Modern Bilginin Eleştirisi). Çev: A. Demirhan. İst. 2020. S. 179)

Not:  Felsefe ve İslami Teoloji’nin daha geniş bir eleştirisi ve alternatif bir düşünme yolu üzerine benim Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme” ( Ankara Okulu Yayınları. Ank. 2019) adlı kitabıma müracaat edilebilir.

İki Farklı Tanrı Tasavvuru ve İslamcı Siyaset Pratiği

1 – SALTANAT TARİHİ VE TANRI TASAVVURU  

Kadim Yemen’deki “Main” ve “Sebe” Krallıklarından gelen ve Cahiliyye Araplarında devam edip, Kur’an’da yer alan (42/38), -Yunan Demokrasisine benzer şekilde- halkı yönetime katmak olan “Şura” pratiğinin, İslam döneminde “Hilafet” olarak, otuz senelik meşru bir yönetim arayışını dışarı çıkarırsak; bin dört yüz senelik “Saltanat” tarihi Mısır, Mezopotamya, İran ve Bizans’ın tesiriyle “Çoban-Sürü” ve “Tanrı-Kral” geleneğinin etkisinde kalmıştır (Doğu Despotizmi).

Bu yapının, teolojik olarak İslam ile temellendirilmesi ise, Mutezile (Tevhit ve Adalet) ve Matüridiliğin (Hikmet) Tanrı tasavvurlarından ziyade; Eş’ariliğin Âlim-i Mutlak, Mürid-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak, “Hikmetinden sual olunmayan (Hikmet-i Hükümet)” Tanrı tasavvuru tarafından yapılmıştır. Yani Allah’ın tüm insanlara karşı göstermiş olduğu Rahman, Rahim, Adil, Rezzâk, insanlardan görüş alan (şura, maruf-münker, tayyip-habis…) sıfatlarına değil; büyük ölçüde zalimlere karşı göstermiş olduğu Cabbâr, Kahhâr, Zü’l İntikam… sıfatlarına yaslanılmıştır.

Kadim Yunan’da yönetim işi “Kaptan-Gemi” metaforu ile ifade edilirken; Mısır-Mezopotamya’da “Çoban-Sürü” metaforu ile ifade edilmiştir. Çoban, sürüyü koruyup beslediği gibi; onu kurt ile korkutup sonunda koyunları kendisi boğazlayabilir de. Bu, çobanın niteliğine/karakterine bağlıdır. Bu kod, tehlikeye her zaman açıktır.

Hz. İsa, İncillerde bu metaforu –birinci anlamda- kullandığı gibi; Hz. Muhammed de bir hadisinde bunu kullanmıştır: “Küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi=Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mesulsünüz.” Ancak Kur’an, Arapların Hz. Muhammed’e: “Bizi güt=Raina” demelerine karşı çıkmış ve onlara: “Bize bak=unzurna (ihtimam göster)” demelerini (2/104) ve kamusal/siyasal işlerini aralarında ve Hz. Muhammed ile “şura” yoluyla çözmelerini tavsiye etmiştir (42/38; 3/159).

İmparatorluklar döneminde her ne kadar şeriat âlimleri (ulema) sivil olarak halkın hukukunu korumaya çalışmış olsalar da (“Şeriatın kestiği parmak acımaz”); siyasi irade, çoğunlukla ulemayı, kendi iradesi ve baskısı altına alarak (Ulema-i Rüsum) iradesini hükümferma yapmaya çalışmıştır. Nice âlimlerin hapishanelerde çürüdüğünü veya katledildiğini biliyoruz.

İslam’ın mutlak olmayan ilmi ve ahlaki temsili, sivil ulemada olması gerekirken;  ciddi düzeyde “Kilise”yi andıran saltanat/devlet tarafından yapılmıştır. ”Din-u Devlet” kavramı, bunun ifadesidir. Ulema, fıkıh-içtihat-fetva aracılığı ile sivil “Hukuk” yapmaya çalışırken; Saltanat/Sultan, “Zillullah=Allah’ın gölgesi” nitelemesi ile iki dudağı arasından çıkan “Kanun” ve “Ferman” lar ile halkı yönetmiştir.

M. A. Cabiri’nin vurguladığı gibi, İslam’ın siyasal hakimleri olan Arapların (ve Türklerin de-İG) yönetim aklını kabile (Boy-Soy,…Oğulları), ganimet ve akide motive etmiştir. Ganimeti gasp eden kabile, toprak mülkiyetini mutlak kontrolüne alarak akideyi de kendi oluşturarak veya kontrolüne alarak yönetim işini deruhte etmiştir. Abbasilerin orta döneminden sonra Mutezile saf dışı bırakılarak Eş’arilik, medreselerde devletin resmi/sünni ideolojisini oluşturmuştur.

2 – İSLAMCILIK VE TANRI TASAVVURU 

Günümüzdeki “İslamcı” hareketler, uzun süre “Biat” kavramı ile geleneksel “Saltanat” kodunu otoriter-totaliter bir algı ile sürdürmüş olmalarına rağmen; en sonunda Demokrasinin  “Seçim/Sandık” kavramlarını –istemeyerek- kabul ederek, “Seçilmiş Sultan/Kral” ve yönetim şekli olarak da” Cumhuriyet” e razı olmuşlardır.

“Tevhit” kavramının Eş’ari versiyonu, politik düzlemde “Tek-Adam” şeklinde tezahür ederken; teolojik olarak “hakikatin tekliği” motivasyonu/kodu/dogması da, bu tek adamın politik icraatlarında “Otoriteryanizm” olarak tecelli ve tezahür etmektedir. Oysa, hukuk-hakkaniyet(adalet), toplumdaki “Tanrısallık”tır.

Oysa demokrasi ve şura kavramları, -teolojik düzlemde değil- politik düzlemde çok partililik, sivil toplum ve iktidar-muhalefet kavramları ile “müşrik (çoğul)” bir kuvvetler, partiler panteonunu, toplumsal-politik yapı olarak önermektedir. Yasama-Yürütme ve Yargı “teslisi” yani “kuvvetler ayrılığı”, bu yönetim tarzının esasıdır. Kişi kültü yerine kurum ve kural, ehliyet ve liyakat, yönetimin temelidir. Bunun sebebi siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında hakikatin çoğulluğu ve mutlak olmayan hakikate erişmenin yolunun “icma/konsensüs” ile sağlanmasıdır.

Tanrı’nın Rahmaniyeti ve Adil oluşu, politik hayata “şura” kavramı olarak yansıyabilseydi; İslam toplumları hukuki hayatı ulemanın çoğul içtihatları ile sivil olarak tutmayı başardıkları gibi; siyasi hayatı da kuruma, kurala, hukuka (Anayasa) bağlı olarak oluşturmayı başarabilirlerdi. Ancak Eş’ariliğin Kadir-i Mutlak, Âlim-i Mutlak ve Mürid-i Mutlak, dolayısıyla “Hikmetinden sual olunamayan” otoriter (Kaderci), Kahhar, Cabbar, Zü’l-İntikam… Allah tasavvuru, siyasete yansıdığı için, kolayca Saltanat ve Tek-Adamcı politik kültür oluştu.

İnsanın canının/kanının haramlığı/kutsiyeti gibi, özel mülkünün de aynı olduğu (makasidu’ş-şeria) kabul edilseydi; bunun üzerine bir “Kamu hukuku” geliştirilebilirdi. Oysa toprak mülkiyetinin, ta baştan itibaren (Hz. Ömer) “devlet” dolayımı ile Halifenin-Sultanın emrine verilişi, siyasal iktidarın keyfi olarak bu toprakları “miri malı” , “ıkta”, “has-zeamet” ,“tımar”,  “vakıf”, “Arpalık”, “ulufe”… adı altında “istediğine (hukuksuzca)” vermesini doğurmuştur. İslam toplumlarının bir türlü “Kamu Hukuku” geliştiremeyişlerinin ve siyasal iktidarın kamu kaynaklarını harcamasını denetleyemeyişlerinin (Bütçe Hakkı) gerisinde yatan, bu tarihsel pratiktir. Bireysel özgürlüğün ilk şartı, özel mülkün dokunulmazlığıdır. Bunun ilk şartı da, bireylerin, mülkleri üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilmeleridir. İslam imparatorluklarında özel mülk, daima siyasal iktidarın tehdidi altında bulunmuştur: “Haydan gelen huya gider.”

3 – TÜRKİYE PRATİĞİ VE TANRI TASAVVURU 

Türkiye’ye gelecek olursak, Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafet, Şeriat ve Tarikat’ı ilga eden ve kendisi de bir “Osmanlı Paşası” olan M. Kemal Atatürk, teorik olarak “saltanat”a karşı olsa da; -bir “devrimci” olarak- “Tek-Adam” ve “Tek Parti” yönetimi kurarak, Cumhuriyet rejimini benimsemiştir. Ancak demokrasiyi uzun vadede hedeflediği de bazı icraatlarından anlaşılmaktadır. Rejimin ideolojisini de, Şeriat ve Tarikattan sekülerliğe dönüştürmüştür. Ancak, 1950’den itibaren Türkiye demokrasiye doğru yol almaya başlamıştır. 1960 ihtilali ile Askeri bürokrasi (M. Kemal’in “Ehl-i Beyti” olarak), siyasal sistem üzerinde (seküler) ideolojik bir baskı/vesayet kurarak, muhafazakâr bir karşı devrimi önlemeyi amaçlamıştır.

1960-2010 tarihleri arasını, Türkiye’nin demokrasi kurma çabası olarak görmek mümkün. Daha sonraları Ak Parti, “Parti” olma niteliğini büyük ölçüde zayıflatarak, bir nevi siyasal bir “cemaat”e dönüşerek, Sayın Erdoğan’ın –İslami tarihsel kodlara atıf yaparak konuşacak olursak- “Sultan”lığının veya kendinin daha uygun göreceği bir niteleme ile “Halife”liğinin kontrolüne girdi. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gündeme getirilen ve uygulamaya konulan “Başkanlık” kavramı/sistemi, bu kodun tecellisi-tezahürü işlevi gördü. Son dönemlerde şikâyet konusu olan “KHK”lar, hukuka ve iktisadi sisteme yapılan “tek” yanlı müdahaleler, bu teolojik tek “Tanrı” ve tek “Hakikat” algısının,  politik aktörde ortaya çıkan tipik yansımalarıdır.

Tanrı’nın gerçek temsilcisi Peygamber vefat ettikten sonra, –Ulema değil- “Din adamı/din ulusu” denen ve kendilerine kutsiyet atfeden-atfedilen haham (Yahudilik), rahip, papaz, ruhban (Hristiyanlık), imam, Ayetullah, mehdi (Şiilik), gavs-kutup, veli/evliyaullah, mehdi, şeyh/meşayıh (Sünnilik) denen, -kerameti kendinden menkul-, samimi veya kurnaz olabilen, Tanrı’nın otoritesini kullanarak kendilerine itibar, nüfuz ve menfaat devşirebilen “temsilci”ler türemiştir.

Benzer bir durum, “Zillullah” rolünü üstlenmiş politik bir figür olan “Halife-Sultan”  veya “Tek-Adam”, “Başkan” ın etrafında (Sarayında) onunla irtibatı, iltisakı ve ilişkisi olan veya onunla akraba olan şahıslarda da oluşmuştur. Bunlar, -bürokrasinin dışında- “elçiler” rolünü üstlenerek kişisel itibar, nüfuz ve menfaat devşirirler. Tek adamlara taraftarları genellikle dalkavukluk yaparak “Karizma” sıfatı verirler. Oysa karizmanın ölçüsü, dostları ve düşmanları nezdinde saygı uyandıran politik kişiliktir. Sadece taraftarlarınca saygı-korku duyulan kişi “Kahraman” veya “Kabadayı” dır. Bunu doğuran husus ise, düşmanları ile giriştiği çatışmada korkusuzca ölümü ve yaralanmayı göze almış olmasıdır.

Sonuç olarak, Batı’nın ancak İkinci Dünya Savaşından sonra oturtabildiği kurumsal akıl, kuvvetler ayrılığı, Anayasal Demokrasi ve Hukuk Devletine kavuşabilmemiz için, biraz daha çabalamamız gerekir. Umarım Sayın Başkanın son gündeme getirdiği “Hukuk Reformu” söylemi, -yeni bir taktik(siyaset değil-; kendinin de bunların değerini daha bir takdir etmiş olduğunun ifadesidir.

Siyasette Din Dili ve Milliyetçiliğin Doğurduğu Sorunlar

1- SORUNLAR

Siyasette Din Dilini ve Milliyetçiliği kullanmak,  -istisnaları ile birlikte- büyük ölçüde insanları “öteki”leştirmenin, düşmanlık ve iç-dış savaş yaratmanın, engizisyonların ve katliamların tarihidir. Dinlerin (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam-Hinduizm-Budizm) kurucu tecrübelerini (vahiy-peygamber) dışarda tutarak, politik tarihlerine ve teolojilerine bakarsak, bunu rahatça görebiliriz. Örneğin, peygamberinin (Hz. İsa) hayatında ve kutsal kitabında (İnciller) kategorik olarak şiddeti ve ötekileştirmeyi barındırmayan Hristiyanlık, dördüncü yüzyıldan ve Kilisenin kurulmasından sonra bir şiddet makinasına (Engizisyon) dönüştürülmüştür. Kurucu tecrübesinde sadece koruyucu/savunma şiddetine (kıtal-cihat) müsaade eden İslam, çok erken dönemden itibaren bir iç savaşa maruz kalmış (Büyük Fitne) ve teolojik olarak Müslümanlar, “Daru’l-Harp (Sürekli Savaş)” ve “Fütuhat” kavramları ile savaşı, ülke/toprak işgalini meşrulaştırmışlardır. “Siyonizm”, seküler kökleri olduğu kadar, teolojik kökleri olan modern bir ideolojidir. Diğer dinlerde de benzer durumları görmek mümkündür.

Ulus Devlet ve Milliyetçilik, dindarların yaratmış olduğu ötekileştirme ve düşmanlığın-şiddetin kat be kat fazlasını yaratmıştır. Burjuva sınıfının hâkim olduğu topraklarda yaşayan diğer etnisiteler/diller, asimilasyona, jenoside, tehcire, katliama tabi tutularak, bir “Hayalî Cemaat=Ulus” uğruna hapishane, hastahane, kışla, okul/eğitim, üniversite/sosyal bilim, çekirdek aile… aparatları ile tornadan geçirilerek tek tipleştirilmiştir. Batının başlatmış olduğu ve daha sonra dünyaya yayılan kolonyalizm, iki dünya savaşı, faşizm/ırkçılık… bunun sonuçlarıdır.

“Milliyetçilik”, aile hamiyeti ve hemşehrilik duygusuna benzer şekilde, ait olunan toplumu koruma ve ona hizmet etmek olarak masum ve ahlaki bir tutumdur. Ancak, siyasi bir ideoloji haline getirilince, bir tür bencillik/ırkçılık, kibir ve saldırganlıktır. Sonuçları ötekileştirme, düşmanlık yaratma ve savaştır.

Aleni din diline başvurarak “İslamcılık” ideolojisi ile Ulus Devlet sınırları içinde siyaset yapılan modern dönemde, ortaçağda yaratılan dinsel şiddet ve ötekileştirme, aynen geri gelmiş durumdadır. İŞİD, Pakistan, Sudan… bunun örnekleridir. Balkanlarda (Bosna) ortaya çıkan Hristiyan-Ortodox Fundamentalizmi, aynı sonuçları yaratmıştır.

2- ÇÖZÜM

Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım, siyasetteki bu “ötekileştirme” ve şiddet/düşmanlık yaratmayı önlemeye dönüktür. “Rahmani Siyaset” ile kastım, Rahman olan Allah, insanların dünyadaki “denenme/din” sürecinde onlara karşı muamele olarak nasıl ki –din ayrımı yapmadan- eşitçe ve adalete dayalı olarak davranıyorsa; devlet de, tebaasına karşı aynı muamelede bulunmalıdır. Devletin dini adalettir. Hukuk, Hakkaniyet, Anayasa, toplumdaki “Tanrısallık” tır. Şeriatın maksatları (Makasidu’ş-Şeria) olan canın, malın, ırzın/onurun, aklın ve dinin korunması ile insanların “Toplum Sözleşmesi” olarak bir “Devlet”e ihtiyaç duymaları özdeştir. Siyasette ve devlet yönetiminde din diline başvurmak dogmatizm, totalitarizm, şiddet (iç ve dış savaş) ve din istismarı doğuracağı için; siyasetin ve kanunların dili “Laik” yani ahlaki, akli/gerekçeli-eleştirel ve kamu maslahatına dayanmalıdır. Bu durumda şiddet ve istismardan kaçınmak mümkün olduğu gibi; ikna ve tashih imkânı da artmaktadır.  Bu vicdani tutum, özünde dinidir. Çünkü Rahman olan Allah, vahiylerinde insanın sağduyusunu, vicdanını muhatap alarak konuşur.

“Evrensel Ümmetçilik” ise, “Ümmet” kavramını “din kardeşliği” üzerine değil; Medine Anayasasında olduğu gibi “Vatandaşlık” yani aynı yurtta (Medine Ovası) yaşamaya dayalı olarak, farklı dinden ve etnik kökenden insanların (Yahudi-Müşrik-Müslüman) ortak güvenlik, çıkar ve kader birliğine dayandırır. Din kardeşliği ve birliği, Kur’an’da “Millet” olarak kavramsallaştırılır. Örneğin, “Millet-i İbrahim” (4/125). “Ümmet” ise, herhangi bir çeşit ortak gaye/amaç, çıkar, kader, işlev ve maslahat için bir araya gelen, bir arada bulunan sosyolojik “topluluk” (4/41,5/48…) demektir. Dolayısıyla, “vatandaşlık”, sosyolojik, politik, iktisadi… bir “ümmet”tir. “Vatanperverlik/Vatanseverlik” ve eşit onur ve hukuku haiz “Anayasal Vatandaşlık” kavramları, seküler ulusçuluk anlamında Milliyetçilik veya Irkçılıktan daha medeni ve ahlakidir.

Batıda Protestanlığın teorileştirdiği Dünyevi asketizm (Dünya için Dindarlık), Pragmatizm ve Faydacılık (Utilitarizm) ahlak teorileri, Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu “Homo Economicus” u yaratmıştır. Sınırsız üretim ve sınırsız tüketime (İsraf) dayanan, piyasa ve makinaların (teknoloji) tahakkümündeki Kapitalizm, Ulus Devlet ve Milliyetçiliği seküler totalitarizmler veya seküler demokrasiler şeklinde formatladı. Batıda gelişen İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Demokrasi, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı kavram ve kurumları, kendi toplumlarında iç barışı sağlamış olsa da; dış politikada Batının sömürü ve şiddet yaratmasını engellememiştir.

İslam’ın erken döneminde Müslümanlar, büyük bir özgüven ile karşılaştıkları medeniyet-kültür havzalarında İslam’a aleni olarak ters olmayan siyasi, kültürel, hukuki, felsefi, mimari, bilimsel… unsurları almada ve onları İslam’ın temel paradigması ile uyumlu hale getirmede bir çekince görmedikleri gibi; bugün de aynı tutumu göstermek gerekir. Yukarıda saydığım aparatlara manevi/metafizik-yüce bir arka plan verilebilir. Allah’ın kendisi bile, Cahiliyye döneminin “maruf” olan birçok unsurunu, Kur’an’a/İslam’a katmıştır. Kur’an, gökten indiği kadar (inzal); aynı zamanda yerden bitmiştir (Huda-i Nabit/Vicdan).

Bu kavram ve kurumların, metafizik-manevi (ahlaki-dini) yüce değerler ile buluşması, “Dünyada Dindarlık (Takva)” yaratabilir. Fazlurrahman’ın dediği gibi: “İslam’ın ana görevi, doğuşundan itibaren sağlam bir ahlaki temele dayalı toplumsal bir düzen kurmak olmuştur. Bu görevin icrasında başı çeken, bizzat onun maneviyatı, yani gerçek ahlakıdır. O, “Bu Dünya’da Dindarlık” tır. Ekonomik refah ve tabiatın insani hedefler için kullanımı, bu ahlakın ayrılmaz parçasıdır… İnsan, makine ve pazardan daha yüksek hedeflere sahiptir. “Bu insanlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü iyi bilirler; fakat onun sonrasından (Ahiret) habersizdirler.” (30/7) ayeti, Kur’an’ın putperest Mekke tüccar toplumuna yönelttiği eleştiridir. Çünkü “bu, onların bilgisinin sonudur.” (53/30). (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-I. Çev: A. Çitçi.  Ankara. 1997. S 103.)

3- SONUÇ

Türkiye’deki Tarikat, Cemaat ve bazı Parti örgütlenmeleri, aleni din diline başvurarak siyaset yapmaktadırlar. Bunlar, ayrıca “Kilise”nin yaptığı gibi, dini “temsil” iddiasında da bulunabilmektedirler. Bu durum, toplumda ötekileştirme, düşmanlaştırma (kin-hınç-nefret) ve şiddet (Fetö) yaratabilmektedir. Etnik veya dinsel kimlik üzerinden politika yapmak, toplumları kendiliğinden paralize etmektedir. Bu örgütlenme tarzlarında bu sonuçları onaylamayan çok sayıda insanın bulunduğu da ayrı bir gerçektir. Ancak, biz, burada siyasette aleni din diline ve milliyetçiliğe başvurmanın doğurabileceği muhtemel/mümkün-potansiyel ve vaki tehlikelerinden bahsediyoruz.

Dindarlardaki samimiyet, cehalet ve dogmatizm (taklit) ile birleşince, -Kilise, Hariciler, FETÖ, İŞİD… örneklerinde olduğu gibi- siyasette kolayca totalitarizm, ötekileştirme ve şiddet yarattığı gibi; samimi olunmadığı takdirde de, din ve milliyetçilik, siyasal tahakküm ve ekonomik çıkar elde etmenin aracına kolayca dönüşmektedir (istismar).

Türkiye’de son kırk yılda bu tarz siyaset yapmanın yakıcı ve yıkıcı sonuçları mebzul miktarda ortaya çıkmış, ülkemize ve insanımıza büyük acılar yaşatmıştır ve hâlâ yaşatmaktadır. Muhafazakâr ve Milliyetçi-Mukaddesatçı siyaset erbabına benim önerim, bu tarz siyaset yapmaktan vazgeçip, Rahmani Siyaset, Evrensel Ümmetçilik metafizik-ahlaki ilkelerine yaslanarak “Vatanperverlik” siyaseti yapmalarıdır.

Söyleşi: Klasik Teolojiyle Yüzleşmedikçe Sorunlarımıza Çare Üretemeyiz

Kitabınızla başlamak istiyorum. Allah’ın Ahlakiliği Sorunu kitabınızda çizdiğiniz çerçeve aslında belki de bugün yaşadığımız krizin Tanrı tasavvuru boyutuyla doğrudan alakalı. Tanrı tasavvuru önce dini, sonra da hayatı şekillendiriyor. Kitabınızdan anladığımız; Allah’ın bir ahlakı olduğuna dair sağlam, muhkem bir kanaatı olmayan yaklaşımın kendisinin de bir ahlak krizi yaşamasının mukadder olduğunu söylüyorsunuz. Bunu aşmak için sizin gördüğünüz genel çerçeve nedir? Tanrı tasavvuru değişir mi, değiştiğinde din ve hayatla ilişkimiz değişir mi? Yoksa, bunun yerine demokratik hukuk devletinin sağlıklı bir şekilde oturması mı meseleyi çözer? Batı da bu krizi yaşadı, onların çözümleri de aslında birçok açıdan ele alınabilir. Burada çözümü nerede görüyorsunuz? 

Bugünkü İslam anlayışımızı etkileyen iki önemli kırılmadan bahsedebiliriz; birincisi Tanrı tasavvurunda, ikincisi de Kur’an, yani metin tasavvurunda yaşandı. İslam’ın erken döneminde iki tip Tanrı tasavvuru ortaya çıkıyor. Mutezile ve daha geç dönemde Maturidilik kanalıyla teorik ve teolojik olarak aktüelleşen ve Kur’an’daki Allah tasavvuruna daha yakın olarak hissettiğim, insana irade özgürlüğü bahşeden bir tasavvur. Bir de daha sonra Mutezileden ayrılan Eşariliğin geliştirdiği kadir-i mutlak, alim-i mutlak, mürid-i mutlak ve dolayısıyla insana özgürlük bırakmayan bir tasavvur.  

Tarihi süreç içerisinde, özellikle Abbasiler’in ortasından itibaren, Hanbeli olan Mütevekkil’in ihtilalinden sonra ikinci tasavvur egemen oluyor. Ondan sonra İslam tarihine egemen olan Tanrı tasavvuru; Eşariliğin geliştirdiği, insana özgür irade vermeyen bir tasavvur. Selçuklu’da da Eşarilik ideolojisi öğretilmiştir. Daha sonra Osmanlı’ya da aynı şey sirayet ediyor. Dolayısıyla Sünniliğin tasavvuru büyük ölçüde bu tarzda gelişiyor.  

Tanrı tasavvurunun yanı sıra Kur’an tasavvuru da kırılmaya uğradı. Tarihi süreç içerisinde ikinci büyük kırılma budur. Erken dönemde, yine Mutezile’nin reyine, Hz. Ömer’in öncülüğünde onun içtihatlarından da baktığımız zaman; Kur’an’ın söylevi insan vicdanına ve insan reyine açık bir konuşma. Teolojide, Hz. Ömer’in, Ebu Hanife’nin içtihatlarında ve Mutezile’nin mahlûk Kur’an teorisinde bunu rahatça görebiliyoruz. Yani Kur’an, tarihi şartlar içerisinde Tanrı’nın insan vicdanını ayıktırmak için tarihi şartlara göre konuşarak gerçekleştirdiği bir söylem olarak ortaya çıkıyor. Emeviler ve Abbasiler’in erken döneminde bu tasavvur aktüel. Ama bizim kritik kırılma noktamız Eşari ve Şafii. Şafii, Hıristiyanlığa benzer şekilde, Mushaf yerine Hz. Muhammed’i ve onun sahabesini merkeze koydu. Hıristiyanlıkta din, Hz. İsa ve havariler etrafında teşekkül etmiştir. Dolayısıyla Şafii’nin kurmuş olduğu fıkıh usulü, Kur’an’ı bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş bir dogma olarak kuruyor. Yani bizim “Edille-i Şer’iyye”, “Edille-i Erbaa” dediğimiz olay; Kitap, sünnet, icma, kıyas. Sünnilik dört mezhep olmasına rağmen usul tektir, o da Şafi’nin kurduğu usuldür. Dolayısıyla ikinci kırılma da burada gerçekleşiyor. Yani düşünce, vicdan ve Mushaf üzerine bir düşünce mi, yoksa Hz. Muhammed, Hadisler ve mutlak bir Kur’an imgesi mi?  

Sünniliğin belirleyici iki dogması bu şekilde. Eş’arilik kanalıyla kadercilik, Şafi kanalıyla da mutlak bir Kur’an ve Hz. Muhammed’in ve Kütüb-i Sitte dediğimiz, 7. yüzyılın şartlarında canlı insan suratına söylenmiş olan sözlerin mutlaklaştırılarak dinin teolojik, epistemik merkezine yerleştirilmesi.  

Aslında bizim aşağı yukarı bin yüz, bin iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nasta yabancılaştığı bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuyor. Ama maalesef tarihi süreç içerisinde, Cahiliye insanının içine düşmüş olduğu o putlarda yabancılaşma sürecine; İslam’ın kendisi de İslam toplumu da -Tanrı dolayımıyla ve kutsal kitap-mutlak dogma dolayımıyla– tekrar dinsel bir yabancılaşma sürecine girmiş oluyor.  

Kitap orada duruyor ama metni, Şafii’yle birlikte “bir kere ve bütün zamanlar için” diye dogmalaştırdığınız andan itibaren artık siz yeni söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü Tanrı’yı yansılama; Ömer’in yaptığı gibi, “Tanrı böyle söyledi, ben de böyle söylüyorum”. Tanrı’yı takip etme odur. Hayatı, insanı, dış gerçekliği göz önünde tutarak hayatı deruhte etme. 

Peki, bu hangi ihtiyaçtan ortaya çıktı? Niye Şafii’den sonra bu ta 18-19. yüzyıllara kadar ciddi bir meydan okumaya uğramadı? 

Bu tarihsel bir şey. Tarihte genelde Mitos egemen, Logos biraz daha zordur. Kur’an’ın yapmaya çalıştığı da mitosa karşı logosu diriltmektir. Dikkat ederseniz Kur’an çok zorlandı; 23 sene boyunca o Logosu, reyi devreye sokmak, vicdanı devreye sokmak çok zor oldu. Kur’an belki bunu başardı ama biz “Sünnet” kavramıyla tekrar Cahiliyenin; atalar, toplum, tarih, selef koduna aynen geri döndük. Sadece içerik değişti; içerik Kur’an, sünnet oldu, insanlar değişti ama mantık ve mantalite olduğu gibi kısa sürede Cahiliyeye geri döndü. Trajedi bu, insanlığın trajedisi. Mutezile, Ebu Hanefi, İmam Malik…, Kur’an’ın atmış olduğu adımı tekrar ilerletmek, devam ettirmek istiyorlardı. Yüz-iki yüz yıl öyle bir egemenlik görüyoruz ama Abbasiler’in ortasından itibaren tekrar geriye dönüyor. 

AVRUPA TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN BİLİMSEL DÜŞÜNCEYE GEÇTİ, İSLAM DÜNYASI TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN MİTİK DÜŞÜNCEYE GERİ DÖNDÜ  

Şimdi bu dediğiniz evreden sonra, 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında İslam dünyasının Batı’yla karşılaşıp, “Biz niye geri kaldık?”, “Acaba Kur’an’la, Tanrı’yla, dinle ilişkilerimizi yanlış mı kurguladık?” sorularıyla başlayan yeni hareketler var. İslamcılık düşüncesinden Selefiliğe, o hengamede çıkan birçok yeni arayış ve teşekkül var. Sanayi toplumu öncesinde güçlü Müslüman devletlerin olduğu bir ortamda bu dediğiniz İslam anlayışı sorun üretmedi, çünkü zaten iktidarla bir toplumsal düzen inşa edebilmek için iktidarların da ihtiyaç duyduğu bir teoloji imkânı sunuyordu. Fakat Müslümanların siyasal tecrübelerinde yenilmelerinden sonra başlayan o özeleştiri sürecinde bir yol alabildik mi? Ya da niye buradan çıkarken bir şey üretemedik? O günden bu zamana geçen sürecin değerlendirmesini nasıl yaparsınız? 

Orada benim dikkat edebildiğim kadarıyla, bu dediğim iki yabancılaşmadan; yani Tanrı’dan kader yoluyla yabancılaşma ve Vahiyden dogma yoluyla yabancılaşmadan ciddi düzeyde bir çıkış gayreti toplumsal olarak yok. Belki Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal gibi isimlerde bu klasik Sünni teolojiyi gözden geçirip, onu tekrar Mutezile veya daha özgürlükçü bir çizgiye çekme çabaları var, fakat toplumsal düzlemde bunun karşılığı yok. Toplumsal düzlemde en çok karşılığı olan, İslamcılık denilebilecek İhvandır. O da aslında öz itibariyle ideolojik olarak bakarsan yine tasavvufa, yine Eşariliğe, yine SelefiliğeNasa bir geri dönüş; yani imparatorluk dönemlerindeki içtihatlarla ortaya konmuş olan sapmalardan tekrar ana kaynaklara, erken döneme dönüş eğilimine sahip. 

Ancak erken döneme dönüşte hem teolojik anlamda hem de usul anlamında bir yenilenme de ortada yok. Mesela Mutezileye ve Maturidiliğe yakın veya Naslar konusunda Ebu Hanife’ye yakın, insana özgürlük tanıyan yeni bir usul ben göremiyorum. Dolayısıyla şu ana kadar geldiğimiz noktada, İslam toplumunda kendini çok ciddi ifade edecek, sahici anlamda Kuran’a ve Hz. Muhammed’in ortaya koymuş olduğu İslam’ın ruhuna uygun bir başarı ortaya konamadı.  

Bu arada Batı’nın saldırısı da çok güçlü oldu tabii. Yani düşünsenize, imparatorluk döneminde uzu bir süre boyunca yatmışsınız; skolastik olarak sürekli tekrar etmiş, cepten yemişsiniz ve orada çok ciddi bir kırılma olmuş: Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali, Endüstri Devrimi… Büyük bir dalga bu. Dolayısıyla o dalga vurduğu andan itibaren, son temsilci Osmanlı’yı tümüyle çökertmiş. Osmanlı, bu dediğim ideolojinin çok kötü bir versiyonuyla, yani tarikat ile tasavvuf dediğimiz mitolojik düşünceyle kendini kurmuş ve devam ettirmiş bir imparatorluk. Çünkü Osmanlı medreselerine bakarsanız tamamen skolastiktir.  

Ayrıca, Selçuklulardan itibaren Türkler, İslamiyet’in tasavvuf versiyonuyla Müslüman olmuş ve onu büyük ölçüde içselleştirmişler. O da büyük ölçüde mitolojiye ve tarikatların örgütlenmesine dayanıyor. Yani bir Amerikalı tarihçinin nitelemesi ile “Derviş Devlet”tir. Bu Derviş Devlet, kendi dışında meydana gelen olayları idrak edebilecek, dış dünyada referansı olabilecek bir düşünce üretemiyor. Kendi döneminde toplumsal formasyonların nasıl çöktüğüne ve bunların nasıl yenilenmesi gerektiğine ilişkin, ayağı yere basan, dış dünyada gerçekliği olan bir düşünce üretemiyor.  

Tanzimat’tan başlayarak bütün o çabalarla gerçekten bir şey yapılmaya çalışılıyor; ama yetmiyor, çünkü dalga çok güçlü, vurduğu gibi yıkıyor. En sonunda Cumhuriyet devrinde olduğu gibi tarikat, hilafet, şeriat hepsini kaldırıp bir kenara atıp orayı taklit eden bir yapı kurmak zorunda kalıyorsun. Bu böyle basit bir şey değil. 

Kabaca şunu söylemiş oluyoruz: Dünyanın ciddi bir kısmında, gerçekten kırılma olarak kabul edebileceğimiz devrimler yaşanıyor. 18-19. yüzyıllarda, bu kırılma evrelerinde, İslam dünyası yaşanan gelişmeleri gözlemleme ve gereğini yapma imkanına sahip. Ardından da güçlenen batı İslam dünyasına müdahale etmiş; sömürge dönemi başlamış. Klasik teori şunu söylüyor: Bu türden hercümercin olduğu dönemlerde, hiç değilse bir dünya görüşü, düşünce hareketi eksenleri, arayışları ortaya çıkar. Ancak İslami hareketler ve onların düşünsel çabaları başı sonu belli, muhkem diyebileceğimiz dünya görüşü üretemedi. Bu nasıl bir krizdir? Normalde böylesine sıcak çatışmanın olduğu yerlerde muhakkak bir şeyler çıkması beklenir, dünyada bir sürü örneği var. Çünkü bir cevap verme ihtiyacı ortaya çıkar. Bizde niçin hâlâ bugün bile kendi gerçekliğimiz, değerlerimiz ile küresel gelişmeleri eklemleyen, İslam’ı modern hayatta da muhkem kılabilecek yaygın ve etkili bir cevap, bir düşünce geleneği üretme krizi devam ediyor? Bununla bağlantılı olarak niçin bir kamu fıkhı da üretemiyoruz? 

Bana öyle geliyor ki burada 12-13. yüzyıllara kadar İslam dünyasında teolojik düşünce, felsefi ve bilimsel düşünme aşamasına belli oranlarda geçmiş. Filozoflar çıkmış; Yunanlı filozoflarla hesaplaşan İbn Rüşd’ü takip edenler veya Farabi gibi ona itiraz edenler var. Yani kendi döneminde belli oranda bir aktivite, bilimsel keşifler söz konusu. Ama aşağı yukarı Selçuklulardan itibaren skolastik düşünce, yani medrese tarzındaki örgütlenme çok uzun sürüyor ve teolojik aşamada kalıyor. Felsefe ve bilim, Osmanlı medreselerinden büyük ölçüde dışa atılıyor veya buralarda hakkıyla yer almıyor. Araplarda da düşüncenin teolojik aşamada kalması ve o ilk adım atılan felsefe ve bilimsel düşüncenin hakkıyla devam edememesi, siyasal örgütlenmeyle, belki kavimlerin kültürel kodlarıyla ilişkilidir. 

Avrupa, 13-14. yüzyıllardan itibaren teolojik düşünceyi paranteze alarak, yavaş yavaş felsefi düşünceyi tekrar yeniden İslam üzerinden tercümelerle alıp, onu bir müddet daha ilerletip akabinde bilimsel düşünceye geçtiği halde; bizim coğrafyada genel olarak teolojik düşünceden mitik düşünceye bir gerileme söz konusu. Türklerin egemenliği döneminde teolojik düşünce medreselerde sadece skolastik olarak yani Şerh, HâşiyeTelhis,Hamiş tarzında tekrar ediyor. Biraz metafizik, mantık, bazı ontolojik konular tartışılıyor. Ama dış dünyada, Avrupa’da toplumsal formasyonlar, kozmoloji veya astronomi, fizik, matematik gelişme alanı bulurken; bunlar, Osmanlı medreselerinde gelişmiyor. Oralarda sadece olduğu gibi metin tekrar ediliyor. Türklerin hegemonyası, Maveraünnehir’de ortaya konan o rasyonel, teolojik çaba Anadolu’ya yeterince gelmiyor.  

Kastınız kim, Maturidi gibi isimler mi? 

Maturidi ve oradaki ulema ve medreseler. Osmanlı’ya uzayın araştırılması konusunu getiren, padişahların Maveraünnehir’den çağırdıkları âlimler var. Orada da belli bir ciddi rasyonel teoloji var; ama bu Anadolu’ya gelmiyor. Anadolu’ya gelenler daha ziyade Alperenler ve Ahmet Yesevi’nin müritleri, yani tasavvuf düşüncesi oluyor. Tasavvuf dediğiniz şey mitik düşüncedir; teolojik düşünceden bir adım daha geridedir. Bunu anlamak lazım. Sizin soru çok doğru bir soru. Adamlar 200-300 sene her alanda ciddi düzeyde sıçramalar, öncü isimler ortaya çıkarıyorlar her alanda, fakat burada hiç ses yok. Bu tesadüf değil.  

Bu yönüyle İslam teolojisi ve mistik düşüncesi, bugün baktığınızda hangi yüzyılda? 

Aşağı yukarı 11-12. yüzyıllarda, hiç farkı yok. Şu anda gidin İlahiyat Fakültelerindeki tezlere bakın aynısı; onu olduğu gibi Türkçeye çeviriyorlar sadece. Düşünce, dış dünyayla olan referansını ciddi düzeyde kaybetmiş ve kuramıyor. Temel sorun bu. Bunun da arkasında yatan Osmanlı’daki skolastik zihniyetin çok güçlü olması, bir de bunun üzerine tarikat ve tasavvuf dediğimiz mitik düşüncenin ciddi düzeyde, devlet katında dahil itibar görmesi. 

NEDENSELLİĞİ YADSIYAN TEOLOJİK VE ONTOLOJİK ANLAYIŞ DÜŞÜNCE ÜRETİMİNİ DURDURDU 

20.yüzyıla kadar bu yaptığınız açıklama var olan durumu tasvir etmek için yeterli bir çerçeve sunuyor, fakat 20. yüzyılda başka bir şey oldu. İnsanlık tarihi birkaç yönden dönüşüme uğradı. Bir, İslam coğrafyası seküler iktidarların hegemonyasına girdi ve Batı’yla entegrasyon sorunu çözüldü. İki, İslami kurumlar büyük oranda alternatif olmaktan çıkarak yerlerini modern batılı kurumlara bıraktılar. İlk dönemlerde rastlanan ikili yapılar kalmadı. Mesela artık medrese sistemi neredeyse Afganistan, Pakistan gibi münferit birkaç örnek dışında yok. Her yerde alternatifsiz bir kurum olarak üniversite var. İslam ülkelerinde de bu modern üniversiteler, bu üniversitelerin içerisinde İlahiyat Fakülteleri var. Bunlar akademinin Batılı evrensel formlarında eğitim, sistematik bilgi üretiminden geçiyor. Bu perspektiften baktığınız zaman, İlahiyat Fakültelerinin ürettiği bilgiyi nasıl görüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz çağla hesaplaşan, yüzleşen bir bilgi ve düşünce üretimi var mı? 

Teolojinin ve Tanrı tasavvurunun, doğa tasavvurunun, yani klasik ontolojinin hâlâ egemenliğini sürdürdüğü kanaatindeyim. Avrupa’daki kırılma nasıl oldu? Kilisenin her şeyi Tanrı ile izah eden teolojisi kaldırılıp atıldı; onun yerine seküler bir bakış açısıyla, yani bir merakla, felsefeye geri dönüldü. Felsefe, doğada olup biteni merak etmektir. Eski Yunan’da da öyleydi: “Bu (nesne) nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” soruları sorulmaya tekrar başlanıyor. Dolayısıyla Avrupa’da bilimi ve teknolojiyi yaratan temel kırılma budur. 

Toplumda çok yaygın olan bir inanç var (Azer Bülbül’ün şarkısından): “Her an her şey olabilir”. Bu cümle çok enteresan bir cümle. “Her an her şey olabilir” demek, Eşariliğin, Cabiri’nin kavramsallaştırması ile “Tecvize dayanan ontolojidir. Yani nedensellik yoktur. Bunu, Gazali yerleştirdi, İbn Rüşd buna karşı çıktı. İbn Rüşd nedenselliğin Tanrı’nın varlığının kanıtı olduğunu, mucizenin kanıtının doğadaki nedensellik olduğunu ifade etmeye çalışırken; Gazali, bunu tümden reddetti ve tecvizi meşrulaştırdı: “Her an her şey olabilir. Doğada nedensellik yoktur.”  

Böyle bir ontoloji ve Tanrı’nın her şeye müdahale ettiği, her şeyi çözdüğü tarzdaki bir teolojinin olduğu yerde, “merak” doğar mı? Bilimin temeli meraktır. Benim kanaatim, İslam dünyasında nedensel ve farklı bir tarzda düşünme, ciddi anlamda düşünce üretme olayı, klasik kodların çok güçlü olmasından dolayı gerçekleşmedi. Dikkat edin, seküler kesimlerde bile üniversitelerde şimdiye kadar bu anlamda ciddi bir şey üretilemedi. Oralarda da Arap dünyasında da yok.  

Tanrı ile doğa arasındaki ilişki ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin ta başından teolojik olarak, ontolojik olarak yanlış kurgulanmış olduğu kanaatindeyim. Yani doğru bir Tanrı-doğa ilişkisi İbn Rüşd’de ve bazı Mutezili düşünürlerde olduğu gibi tasavvur edilebilseydi. Cahız, 8-9. yüzyıllarda, “İnsan, isterse insan yaratabilir” diyor. “İnsan yaratabiliriz” diye ta o tarihte ortaya düşünce koymuş. Erken dönemde, Tanrı ile doğa arasındaki ilişkiyi kavrama ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi de özgürlükçü bir tarzda kavrama yönünde bir sürü çaba var. Ama bunlar olmadı.  

EşarilikleŞafilikle birlikte 11-12. yüzyıldan itibaren onlara söyleneni folk düzlemde halka yayan tasavvuf ve tarikat gelişti ve onlar bütün İslam toplumlarına, özellikle Türk dünyasına egemen oldular. Dolayısıyla uzun bir süreden beri bu düşüncenin etkisi altında yaşamış olan insanların böyle kısa sürede, olayları nedensel olarak merak edip bunları anlama ve bunları idrak etme olayı olmuyor. Görebildiğim kadarıyla arkada böyle bir geçmiş var.  

KLASİK USULE DAYANAN KELAM, FIKIH VE TASAVVUF AYDINLANMAYA CEVAP ÜRETEMEDİ 

Burada tabii dediğiniz çerçevenin ötesinde şöyle bir kriz de yaşanıyor: Özellikle son 10 yıl içerisinde, neo-ehli sünnet ve elitist tasavvuf şeklinde tarif edilebilecek güçlü bir akımın tezahürlerine rastlıyoruz. Bu sadece bize özgü de değil, Arap dünyasında da böyle bir damar güçleniyor. Düşünce geleneğimizdeki gerilimleri ve modern dönem tecrübemizi hesaba katmadan geleneğe yönelip oradan çıkarılan malzemeler tekrar dolaşıma sokuluyor. Bu damar güçlü bir şekilde geliyor. Biz mi yanlış okuyoruz? Bu duruma yönelik bir projeksiyon yapabilir misiniz? 

Buradan bir şey çıkmaz. Türkiye için en azından buna benzer şeyleri ben de görüyorum. İlahiyatlarda Arapça olan, tarihsel olan her şeyi bugüne aktarıp orada moderniteye ve çağa karşı alternatif bir şey görme durumu var. Ben onun ciddi düzeyde Batı’nın felsefi, bilimsel, teknik ve iktisadi hegemonyasına -ki çok güçlü bir hegemonya, sadece Batı değil, bütün dünyayı kuşatmış durumda şu anda- karşı alternatif, İbrahimi öğretiyi veya Kudüs’ün davasını ciddi bir düzeyde entelektüelin diline çevirecek bir kapasiteyi görmüyorum. Çünkü o teolojilerin dili ve metodolojileri yanlış. Bir defa onların baştan düzeltilmesi lazım.  

Mesela felsefi düzlemde veya düşüncenin toplamında Ortaçağ’daki yarılmalar, mücerret düşünce, felsefe, kelam, fıkıh veya SelefilikNas’ı önemseyen bir düşünce. Bana sorarsanız Kur’an’daki; hayata bütüncül bakan, hatta hayatı Avrupa felsefesindeki, epistemolojideki o meşhur, “varolan ve olması gereken”deki ayrımı bile aşan, varlığı bile Tanrı’nın bir rahmeti olarak görüp, olması gerekeni de varlıkla birlikte ele alan ve insanın hem duygu hem sezgi hem mantık hem beş duyu yetisini birlikte ifade eden o bütüncül düşüncenin yeniden diriltilmesi gerekiyor. Şahsen görebildiğim kadarıyla benim çözüm yolum bu. Bu da çok köklü bir yeniden düşünmeyi gerektiriyor.  

Oysa bahsettiğiniz tarzdaki çabalar; Ortaçağ’da parçalanmış olan tasavvuf, mistisizm, panteizm; İbn Arabi, Mevlana veya Selefilikten, klasik fıkıhtan bazı çeviriler, ki o fıkıh yetmedi biliyorsunuz, Ortaçağ’da Osmanlı’ya da yetmedi; oradan biz, “Hile-i Şeriyeyi, “kitabına uydurma yarattık. Yani klasik usulün fıkıhta ortaya koymuş olduğu epistemoloji dış dünyadaki olguları zamanında algılayıp onu Kur’an’ın davası ve metafiziği doğrultusunda çözüme kavuşturmaya engeldi. Onlar, ancak tarım toplumunda ortaya çıkan bazı küçük sorunları çözebildi. Ne zaman ki sorunlar sökün etmeye başladı; Aydınlanma yeryüzünün topografyasını değiştirmeye başladı; ne Kelam ne Tasavvuf ne de Fıkıh buna cevap veremedi.  

Dolayısıyla benim iddiam, bizim şu ana kadar miras aldığımız düşüncenin temel epistemolojik kalıplarında ciddi sorunlar olduğu yönündedir. İbrahim ile beraber devam eden ve Kur’an’da son olarak aktüelleşen ve insanın bütün ruhsal donanımlarını işin içine katan mantığı, nedenselliği, ahlaki duygulanımı, sezgiyi, beş duyuyu, bunların hepsini birlikte Kur’an’da görüyorum. Avrupa’daki düşünce, biliyorsunuz ciddi düzeyde bir parçalanmadır. Hamdi Yazır’ın deyimi ile Avrupa medeniyeti “çatlak” bir medeniyettir. Mantıkçı pozitivizm ile teknolojiye evrilen sürecin bugün insanları getirdiği nokta korkunç. Son 300 yılda Avrupa’nın dışındaki bölgelerin tümüyle kolonileştirilmesi, asimilasyonu, kaynaklarının sömürülmesi ve tamamen hümanist, seküler, ilerlemeci ve Batı’yı merkeze alan bir düşünce. Bugün insanlığın geldiği nokta o anlamda çok matah bir yer değil.  

Batı düşüncesinin de ciddi ciddi içine saplanmış olduğu çıkmazları, insanları getirdiği noktayı görebilecek bir alternatif düşünceye bugün çok ciddi düzeyde ihtiyacımız var. Ancak, İslam dünyasına baktığım zaman, maalesef, bu anlamda iki kişi benim gözüme çarpıyor: Biri Fazlur Rahman, diğeri de Taha Abdurrahman. Bu iki alim hem Batı’nın hem de bizim hikâyemizin problemlerini görmüş. Bunun dışında, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara da söz söyleyebilecek bir yeni düşünce üretme kapasitesi çok zayıf. Dolayısıyla ben yakında böyle bir şey göremiyorum. 

CUMHURİYET DÖNEMİNDE CİDDİ BİR DÜŞÜNME ÇABASI OLMADI

Dini düşünceyi konuştuk, biraz daha güncel konulara gelelim. İslam’la ilgili ya da İslam adına konuşan, Türkiye’de kabaca iki kesimden bahsedilebilir. Bir, profesyonel olarak zaten ilahiyatlarda İslami ilimlerle uğraşan hocalarımız, akademisyenlerimiz var. İkinci olarak da Türkiye’de 1960’lardan itibaren farklı İslami cemaatlerin, İslami hareketlerin kendi halkalarında tartıştıkları bir İslam gündemi var. Fakat bu iki farklı aktöre de baktığımızda, birisi neredeyse tamamen dini ilimlerle ilgilenip sosyal bilimlerin kapsama alanına girecek başlıklarla veya örneğin Türkiye’nin ulusal sorunlarıyla da dünyanın küresel sorunlarıyla da ilgilenmiyor. İkincisi, bu İslami cemaatlerin gündemlerine de baktığımız zaman, tamamen o cemaate mensup üyelerin tüketimine uygun hazırlanmış, o dünyanın dışına çıktığında da tamamen anlamsızlaşacak bir terminoloji, bir gündem, bir öncelikler sıralaması görüyoruz. Dini alan ile toplumun genel yaşantısı arasında bir etkileşim yok. Din üretimi ya da toplumsal hayatı Müslümanlaştırma iddiasıyla yola çıkan akademisyenlerin veya İslami hareketlerin Türkiye tarihiyle, darbelerle, asker-siyaset ilişkileriyle, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle, sosyal adaletle, çevreyle… ilgilenmemesini nasıl açıklarsınız? Niye din hayatın kenarında kalıyor? Türkiye’de ana gündemi din olan kişi ve yapıların toplumla, hayatla bu denli kopuk oluşlarının gerekçeleri ne olabilir? 

Aslına bakarsanız Osmanlı’da bir yanıyla bu medreselerin sürekli dış dünyadaki toplumsal gerçeklikle irtibatının olmaması, tasavvuf, tarikat dediğimiz o yapıların da yine kendi içlerinde doğal olarak kapalı yapılar olması, Cumhuriyet’e intikal ettiği andan itibaren görebildiğim kadarıyla, seküler devrimden dolayı dinin temsil olayı önce tarikat ve cemaatlerde kaldı uzun süre. Yetmişlerden itibaren Erbakan’ın ortaya çıkmasıyla, temsil iddiasını, bu sefer siyaset aldı. Dolayısıyla ilahiyatlar biraz geride kaldı. İlahiyatlara Ankara İlahiyat’ın 1949’da devlet tarafından biçilen “aydın din adamı yetiştirme” misyonundan dolayı, muhafazakar kamuoyu tarafından, zaten şaşı bakılıyordu. Ondan sonra belki sayıları biraz çoğaltıldı; ama şu anda baktığım zaman, İlahiyatlardaki söylem daha çocukluk aşamasında, yani hâlâ klasik kaynakları tanıma, onları tercüme etme, onların üzerine doktora yaptırma aşamasında. Ama dış dünya ile İslami düşüncenin irtibatını koparması bence çok daha gerilere gidiyor.  

Bu klasik kaynaklar yine İslam dini çerçevesindeki kaynaklar. Aynı dönemde hayata, tabiata, insana dair bir sürü başka kaynak da var. Buraya hiç ilgi yok zaten.  

Mesela ötekinin ürettiği düşünceyle, Batı’da üretilen antropoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefeyle ilgilenmiyor. Hatta son dönemlerde İlahiyatlarda bazı felsefe derslerini bile azaltarak salt dini düşünceyi, dinsel o klasik söyleme dönüştürme durumu var. Hatta devlet tarafından, doktora projelerinde Batı’ya gitmek isteyenleri engelleyip, “Ne işiniz var?” diyerek Arap dünyasına, İslam dünyasına yönlendirme çabaları var. 

Bana sorarsanız, İlahiyat Fakültelerinin dini temsil iddiası değil ama en azından klasik dönemde ulemanın İslamiyet’i mutlak anlamda değil, nispi olarak temsil-tebliğ etme yetkisi vardır. Türkiye’nin, seküler devriminden dolayı, trajik bir şekilde dinsel temsilin cemaatlere ve siyasete transferi söz konusu. Bizim yaşadığımız çok trajik bir olay. Dikkat edin hâlâ öyle. Şu anda dini temsil iddiası siyasette ve tarikatlarda. İlim heyeti henüz dini düşüncenin otoritesi olmaya ehil değil ve onu düşünemiyor. Ama bu çapsızlığın arkasında da uzun süren geçmişteki o dış dünyadan kopmanın, dogmatik, skolastik olmanın rolü olsa gerek diye düşünüyorum. 

1960’larda başlayan, 1990’larda biraz daha güçlenen ve AK Parti iktidarıyla da merkeze taşınan bir İslami canlanma süreci yaşandı. Dinle, tarihle, toplumla bir barışma, bir normalleşme süreci yaşandı. Fakat son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de dindar kesimde İslamcılığa, İslami hareketlere yönelik bir hoşnutsuzluk var. Bu anlayışın iyi sınav vermediği, iddia ettiği özgürlük, adalet, İslami hayat tarzı gibi konularda hayal kırıklığı ürettiğine yönelik eleştiriler var. Siz bu gözleme veya eleştirilere katılıyor musunuz? Sizce de, bu durum, iddia edildiği gibi, Türkiye toplumunun dinle, İslam’la ilişkisinde bir kırılmaya yol açar mı?  

Önce bir defa çok genel söyleyeyim, dinsel bilinç veya dindarlık, kuruluş aşamasından, kurucu tecrübeden sonra zaman içerisinde dumura uğrar. Bu genel bir yasadır. Mesela Kur’an’dan bir ayet söyleyeyim: “İman edenlerin Allah’tan kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi ve ona karşı huşu duymaları zamanı gelmedi mi henüz? (57/16)?” diyor. Bunu müminlere söylüyor. “Onlar kendilerinden önce kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti, kalpleri katılaştı ve çoğu da fasıktır.” Bu tecrübe Ehl-i kitabın başına gelen dinsel tecrübe durumunu ifade ediyor. Bizim üzerimizden bin dört yüz sene geçti. Aynı psikolojik, antropolojik tecrübeyi göz önünde tutarsak, zaman uzayınca dinsel hassasiyetin, dinsel bilincin dumura uğraması ve zayıflaması genel bir yasadır. Bir defa önce bunu söylememiz lazım.  

İkincisi, bizim hikâyemize gelelim. Benim görebildiğim kadarıyla, Osmanlı çöktüğünde, merhum M. Akif’in Safahat’ını, dinsel bilincimizin bir “tasvir”i olarak alacak olursak; Mehmet Akif bu yüzyılın başında, yani Osmanlı’da veya İslam dünyasındaki durumu da orada çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Kur’an’dan, imandan, hassasiyetten, düşünceden nasıl koptuğumuzun çok net bir kanıtı olarak tasvir ediyor. Biz, bunun üzerine seküler, sert bir devrim yaşadık. 60-70 yıl boyunca din halının altına süpürüldü ve devlet tarafından, üniversite tarafından veya toplum tarafından ciddi bir şekilde bakımı, ele alınması, işlenmesi ta 50’lere, 60’lara gelinceye kadar teolojik olarak mümkün olmadı.  

Ondan sonra ortaya çıkan yapılar olan tarikatlara, cemaatlere ve siyasete baktığımız zaman, onlar da o çökmüş olan teolojik ve etik yapı ne ise, ona bir nostalji, tekrar onu geri getirme ve ona öykünme davası olarak ortaya çıktı. Mesela İslamcı hareketin temsilcileri Cumhuriyet döneminde şairler veya şeyhlerdir. Yani ortada ciddi bir teoloji ve ciddi bir düşünme çabası olmadı. Dolayısıyla bunu söylerken bütünüyle Türkiye’deki dini hassasiyeti, dindar insanların çabalarını bütünüyle bir tarafa attığım anlamına gelmiyor. Çok ciddi, dürüst işler, yardımlar yapılıyor; dini hassasiyetler var, insanlarımızın çabaları var.  

Burada önemli bir diğer nokta da sekülerizmin hem dünyada hem de Türkiye’de iyice gelişip yaygınlaştığını ve yerleştiğini gözlemliyorum. Bir taraftan Türkiye’deki tarikat, cemaat ve siyasetteki o söylemde bir dini yeşillenme, artma var. Ama derinden derine baktığınız zaman, yani iktisadi süreçleri ana kriter olarak alacaksak, kapitalizmin giderek yerleşmesi ve insanların bakış açısı olarak giderek teknolojinin bütün dünyayı bir kafes gibi iktisatla birlikte çepeçevre kuşatması söz konusu.  

Türkiye’deki bu şikâyet ettiğimiz şeyi biraz İslam’ın ne olduğunu bilen insanlar yapıyor. Buna hayal kırıklığı diyoruz, değil mi? Tarikat yapılarından bir tanesi Türkiye’yi az daha batırıyordu 15 Temmuz’da. Dolayısıyla ben biraz tarihsel perspektiften baktığım zaman, bir yanıyla dinin tarihi süreç içerisinde merkezden uzaklaşması, ikincisi de bizim kendi hikâyemiz, sek bir devrim gerçekleştirmemiz ve o hikâyenin giderek Türkiye’ye yerleşmesini temel dinamikler olarak görüyorum. 

RUHU(MUZU) MODERN TEKNOLOJİ KALBURA ÇEVİRDİ  

Sekülerleşme ile tarif ettiğiniz sürecin en doğrudan yansımalarından biri deizm üzerinden yaşanıyor. Gençlerdeki deizm tartışmasının içinde bulunduğumuz çağın etkilerinin yanı sıra özellikle İslam ve Müslümanlarla ilgili iki boyutu var gibi görünüyor. Bir, bugüne kadar bahsettiğiniz hayatla, güncel yaşanmışlıklarla, rasyonalizmle, akılla bağını koparmış, dolayısıyla da aslında vahiy ve Allah’ı yabancılaştırmış bir İslam anlayışının doğurduğu sorunlar. İkincisi de belki bunların etkisiyle, belki başka bir sürü gerekçeyle, bugün karşısında gördüğü somutlaşmış, cisimleşmiş İslami aktörlerin, İslami görünümlerin ürettiği hayal kırıklığı. Bu iki gerekçeyi bugün gençlerin bilgilenme kaynaklarıyla, yaşam tarzlarıyla, sorgulama düzeyleriyle beraber ele aldığınızda muazzam bir çelişkinin doğurduğu bir bocalama evresi var. Bizim 20. yüzyılda başlayıp beceremediğimiz ya da yapılamayan bu geleneği restore etme durumu tam da şimdi bu kriz üzerinden başlayabilir mi?  

Genç kuşakların özellikle internetle irtibatlı olmalarından ötürü ruhları modern oluşuyor. Hatta biz de dahiliz bence; bu modern dünya bizim ruhlarımızı da oluşturuyor. Dolayısıyla modernite, seküler hümanizm, kapitalizm veya teknoloji toplumu öyle yabana atacağımız şeyler değil. Heidegger’in meşhur bir lafı var: “Aydınlanmayla birlikte insanlık ruhtan zekâya geçti” diyor. Yani ruhtan zekâya geçiş çok müthiş bir şey, çünkü zekâ, mantık anlıktır, olay sayımına, matematiğe dayanır. Oysa ruh, bizim bildiğimiz, bütün İbrahimi dinlerin vaaz ettiği anlamda ayrı bir şeydir, ilahi bir şeydir. İnsanı insan yapan şeydir. Onu maalesef Hıristiyanlık koruyamadığı gibi İslam dünyası da koruyamadı. Dolayısıyla toplamda ruhun kaybedilmesi söz konusu.  

Geriden gelen kuşakların deizme kaymaları çok ciddiye alınacak ve önemli bir şey, çünkü çocukların ruhu modern teknoloji ve enformasyon tarafından örülüyor, oluşturuluyor. Kalbura çevrilmiş durumda. Kaldı ki diğer tarafta da İbrahimi dinlerin vaaz ettikleri bir ruh var. İnsanda vicdan var. Çok ciddi düzeyde bugünkü modernitenin dilini bilen, bunlara ciddi bir kritik yöneltebilecek ve geleneksel olarak dinlerin ortaya koymuş olduğu dilin de anakronikliğini görüp belirli politik koşullarda üretilmiş bir dil olduğunu idrak edecek ve o kutsal kitaplarda insanlara tavsiye edilen o ruhu, o davayı yeni bir entelektüel dile kavuşturacak bir çabaya ihtiyaç var.  

Bu çaba ortaya konmadan, Türkiye’nin bu anlamda gidişatı durdurulamaz. AK Parti, burada tamamen dış bir unsur; belirleyici bir aktör değil, kendisi ona maruz kalmış. Erbakan Hoca’nın kadroları ile 2000 sonrası Erdoğan’ın kadrolarını mukayese ettiğimiz zaman, öncekiler bana göre daha ruhlu insanlar olarak gözüküyor. Sivas’a gittik, Temel Karamollaoğlu oranın belediye başkanıydı. Oraya gittiğimde gördüm, “Şeriat budur” dedim. Ama bu tarihsel olarak yeni dönemde, 2000 sonrasında giderek ortadan kalktı.  

Bana sorarsanız, İslam’ın en manevi, en uhrevi tarafını söylemine almış olan bir cemaatin ortaya koymuş olduğu son performans, yani ülkeyi getirdiği nokta, bu bile bu çürümenin semptomudur. Ortaçağ’da bile böyle bir şey olamazdı; bir tarikatın kalkıp da böyle bir herzeye girişmiş olması mümkün değil. Dolayısıyla olayın ne kadar vahim ve büyük olduğunu ortaya koyuyor.   

FETÖ İLE SONU BİZE DOKUNACAĞI İÇİN YÜZLEŞEMİYORUZ 

FETÖ veya daha eski ifadesiyle Gülen cemaatini kastediyorsunuz. Bu yapı darbeye teşebbüs etti ve bu teşebbüs millet tarafından püskürtüldü. Bu yapının örgütsel boyutu büyük ölçüde zayıflatıldı. Ancak, bu örgütsel yapıyı ete kemiğe büründüren teoloji, usul ve fıkıh da var. “Fethullah Gülen Fıkhı” diye kitaplar yazıldı hatta. Usul, teoloji ve fıkıh anlayışları itibarıyla Fethullahçılıkla birçok ortak paydaya sahip pek çok İslami yaklaşımın varlığından bahsedilebilir. Türkiye’de Fethullahçılığın örgütsel yapısıyla mücadele edildi ama ne toplum ne de siyaset ve akademi Fethullahçılığın İslam tasavvuruyla yeterince yüzleşmedi. Bu gözlemi paylaşıyor musunuz, bir zihni yüzleşme gerekliliğine katılıyor musunuz? 

Aşağı yukarı 2007’den itibaren bu hareket üzerine yazıyorum. Oradan itibaren benim söylediğim, bunun tamamen Türkiye’deki mevcut Osmanlı’dan devraldığımız bu tarikat, tasavvuf ve Eşarilikle mecz olmuş olan ideolojinin aynası olduğu. Yeni bir icat değil, sadece örgütlenme tarzında yeni bir icat var. Örgütlenme tarzı şimdiye kadar diğer cemaatlerin tarzlarından farklı bir şekilde, üniversiteler, yurtlar, okullar, bürokrasi… Diğerleriyle mukayese ettiğim zaman orada bir yeniliğin olduğunu görüyorum ama bahsetmiş olduğunuz usul, teoloji, fıkıh açısından baktığınız zaman orada hiç diğerleriyle, hatta siyasi olan tezahürlerle de herhangi bir fark yok. Dolayısıyla bunun üzerine gidilemeyişinin sebebi de, üzerine gidildiği zaman olayın kendimize dokunacağıdır. Yani kendimizin, mevcut aktörlerin kendilerini sorgulaması gerektiği ortaya çıkacağından dolayı, insanlar bu özgüveni ve bu cesareti, bu dürüstlüğü gösteremiyorlar. Onu ne kadar günah keçisi olarak gösterip ilgilenirlerse, kendilerini daha temiz görüyorlar. Ana hatlarıyla görebildiğim şey bu.  

Bu dini yapı ve grupların devletçilik ve milliyetçilik anlayışları üzerine de konuşmak lazım. Dini grupların büyük çoğunluğu niçin milliyetçi ve devletçi? Bunu nasıl yorumlarsınız? 

Bu da bizim tarihimizle alakalı. Zekeriya Işık diye bir arkadaşımız, ‘Şeyhler ve Şahlar’, ‘Tekkedeki İktidar’, ‘Devlet ve Tarikat’ diye üç tane kitap yazdı. Orada ortaya koyduğu, bütün bir Osmanlı’nın böyle olduğu. Yani tasavvuf devletle, siyasi iktidarla iç içe. Yani kuruluştan çöküşe kadar Türkiye’nin hikâyesi bu.  

Benim bütün iddiam şu: Biz bu yapıyı gözden geçirip bunu reddetmek zorundayız. Osmanlı’da bütün bir 600 sene boyunca böyle geldi ise, böyle gidecek diye bir şey yok, çünkü o yapı sorunluydu. Devleti çökerten o yapı, o ideolojidir. Cesaret edip de bunu kritik etmeden bizim modern bir devlet, modern bir toplum kurma ihtimalimiz yok. “Modern” derken, Ulus Devleti aynı ile taklit edelim demiyorum.  

Cemaat yapıları olur; cemaate sosyolojik anlamda karşı çıkmak zordur. Ancak, en azından daha eşitlikçi, daha sorgulayıcı olabilir. Mesela Hz. Muhammed de karizmatik bir liderdi, karizması vardı, peygamberdi ama onun etrafında oluşan cemaat, yani müminler topluluğunun onunla olan ilişkisi son derece eleştirel ve neredeyse eşit ilişkiye dayanıyor. Adam saygısını ifade edip, “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” diyor; ondan sonra da ikinci sorusu: “Bu Allah’tan mı, yoksa senden mi?” oluyor. Yani bu görüş sana mı ait, yoksa Allah’a mı ait? Hudeybiye Barış Antlaşması’nı düşünün. Ali’yle Ömer, yakasına yapışarak peygamberi ağlattı. O anlaşmaya imza atma taraftarıydı, onlar karşı çıkıyorlardı. Sonuna kadar karşı çıktılar ve onaylamadılar, ta ki ayet gelip Hz. Muhammed’i onaylayana kadar. Hatta ayet geldikten sonra, Ömer’e yolda haber veriyorlar, “Yahu ayet geldi, Allah peygamberi temize çıkardı” diyorlar. “Ne fethi ya?” diyor. Hâlâ devam ediyor.  

Cemiyetin amorf, insanı kendinde yabancılaştıran yapısına karşı insanlar daha sınırlı çeşitli amaçlara yönelik bir araya gelebilirler. Sosyolojik olarak buna karşı çıkmam; ama, bizde sakat olan, bütün bir tarihi kesen, kişi kültü etrafında tamamen ona mutlak itaat tarzında insanların bireysel özgürlüklerini ve ahlaki kapasitelerini dumura uğratan bir yapı ortaya çıkması. Bunun İslam’la hiçbir alakası yoktur. Ama maalesef, bizde hem cemaat ve tarikatlarda hem de siyasette bu yapı devam ediyor.  

Bin dört yüz senedir devam eden yapı kişi kültü, İslam’ın ortadan kaldırdığı kişi kültüdür. İslamiyet’e dikkat edin, “temsiliyet” yoktur. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta din adamları dini temsil ederler, değil mi? Ama İslamiyet’in yaptığı en büyük devrim, temsil iddiasını ortadan kaldırması. Peygamber dahi olsa, İslamiyet’i temsil edemezsin sen. Nispi temsil vardır, o da ulemadır. Ulemanın temsili de -Hz. Muhammed’de olduğu gibi peygamberlerde de öyle- daima soruya, kritiğe, redde açık, hesap vermeye açık. Böyle bir yapı kuramadığımız müddetçe bence buna benzer olaylar tekrar devam edip gidecek. 

FETÖ: Kökü içeride dalları dışarıda Anadolu ağacı

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. Ali Köse’nin “Bir Fetö gider; bin fetö gelir” açıklaması, Tarikat ve Cemaatlerde  tepki çekti. Sosyal medyada hocaya demediklerini bırakmadılar. Daha önce de 2018’de İstanbul’da yapılan “Hayatın Anlamı İman” sempozyumuna bendeniz ve Prof. Dr. Ömer Özsoy’un katılımının Cemaat ve Tarikat yapıları tarafından engellenmesi ve “Kur’an Araştırmaları Merkezinde (KURAMER)” çalışan Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün görüşlerinden dolayı kovdurulması ve daha birçok örnek olayda görüleceği gibi, İlahiyat Fakülteleri ve buralarda çalışan akademisyenler üzerinde Tarikat ve Cemaat yapıları baskı ve terör yaratmaktadırlar. 15 Temmuz darbesinden önce de ‘The Cemaat’ tarafından İlahiyat Fakülteleri üzerinde bir baskı oluşturulmuştu. Hocaların bir kısmı korkusundan susup kenara çekilmişti; bir kısmı da, onlara –ikramları ve iltifatları ile- dışardan eklemlenmişlerdi.

Ben de, ta başından beri aynı şeyi söylüyorum. Şimdiye kadar yazmış olduğum ondan fazla yazıda aynı şeye dikkat çekmeye çalıştım. Bu “Cemaat”ın, şimdilerde “Örgüt”ün bütün teolojik-dinsel kavram dağarcığı ve imanî motivasyon kaynağı Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Nasıl ki IŞİD’in kaynağı Suud Selefiliği; Hizbullah’ın kaynağı Şiilik ise; Fetö’nün kaynağı da, Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kırk yıllık bu “Cemaat”in ve beş yıllık bu “Örgüt (Fetö)”ün kökü yani tohumu, toprağı, gübresi, havası, suyu, iklimi tamamen yerlidir/millidir. Sadece Sulayıcısı (ABD) dışardandır. Baltanın demiri bizden; sapı dışardandır. Cemaatın-Örgütün kökü içerde, dallarının bir kısmı (okullar) dışardadır. Örgütün başı ve gövdesi, yapıp ettiklerinde sonuna kadar kendilerince “samimi”dirler. Örgütün içinde örgütün dini gayesine/davasına münafıklık/hainlik denebilecek insan sayısı son derece azdır. Benim ta baştan beri dikkat çektiğim bir husus, Sünniliğin niyetin halisliğini vurgulamasına rağmen (İnnemel amalu binniyet=Ameller niyetlere göredir); sonuçları ıskalaması-görmezden gelmesidir. Oysa, -aynı meşhurlukta olmasa da-, aynı sahihlikte (Buhari) ki başka bir hadis: “İnnemel umuru bilhavatım= işler, sonuçlarına göredir) der. Bilinci, bilgiyi, sonucu önemsemeden; salt taklidi, dogmayı, samimiyeti vurgulamanın sonucu, bu tip skandallardır.

Örgütlenme yapısı, yani karizmatik bir dini lidere (mehdi-şeyh, gavs-kutup, imam, halife…) sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat etmek yerli, milli ve dini değil midir? Bütün bir tarikat yapıları aynı değil midir? Bu tarikatın üyelerinin kendilerini seçilmiş, kurtulmuş, ayrıcalıklı, övülmüş, güzideler olarak görmeleri, “72-Fırka” Hadisi gereği sonuna kadar “Sünni” değilmi dir?. “Harp Hiledir” hadisi (?) gereği “Takiyye” yapmak, “paralel yapı” kurmak -hâşâ- “sünnet” değil midir?. “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına Uydurma” Sünniliğin orta(o)praksisi değil midir?  Bu gerçekleri bile bile cemaatın soru çalmasını, kumpas kurmasını… -bilmezden gelerek- yadırgamak, ayıp değil mi?

Hindu ve Hristiyan mistisizminden (Ruhbanlık-Manastır) farklı olarak, İslam-Türk Tasavvufu, siyasetle daima içli-dışlı olmuştur. Özellikle Nakşilik ve Halidiyye kolu, siyaseti kendine baş uğraş alanı görmüştür. Tarihçi Z.Işık’ın “Devlet ve Tarikat”, “Şeyhler ve Şahlar”, “Tekkedeki
İktidar” adlı kitapları, Osmanlıdaki Tasavvuf-Tarikat ve Saray-Siyaset ilişkisini/çatışmasını açıkça ortaya koymaktadır. Şu anda Türkiye’de bulunan cemaat ve tarikat yapılarının da baş uğraş-ilgi alanı devlet,  siyaset ve ticaretttir. Devlete, bürokrasiye sızmaları, siyasete sulanmaları, bunu açıkça ortaya koymuyor mu?

Türk Tasavvuf Sünniliği, koynunda 50 yıldır beslediği bu “yılan”ı son ana kadar fark etmediyse; bunun bir sebebi olmalıdır. Bu da aynı genetiği paylaşıyor olmalarıdır. Kendi bünyesinin “kanser” gibi böyle bir genetik bozukluk taşıyor olmasını insanın kabullenmesinin zor olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sağlıklı benlik bilinci, bu gerçeği kısa sürede görüp gerekli sağlık tedbirlerini almak zorundadır. Bu cemaatin kırk yıl boyunca ABDCIA’nın kucağında beslenmesi ve Türk siyasi aklının buna göz göre göre müdahale etmemesinin altında Türk Tasavvuf Sünniliğinin ünlü “Veli”leri olan Mevlana’nın “Gel, gel, her ne olursan ol, gel…” ve “Biz aşkın aşıklarıyız; Müslümanlar, başkadır.”;  İbn Arabi’nin “Aşıkların Dini Yoktur” ve Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, adam değildir.”…. sözlerinin bir etkisi ve izi yok mudur acaba? Bu sözleri, “Anadolu Hümanizmi” olarak yorumlamak mümkün. Ulus Devlet ve Milliyetçilik çağında, bu imparatorluktan kalma fikirler, Vatan-Millet-Bayrak tanı
madan melekle olduğu gibi, kolayca şeytanla da kol kola girebilir. Nitekim öyle de olmuştur.

Bu cemaat, toplam 19 milyon ailenin 14.5 milyonu ile ilişkiye girebilmiş ise; bu durumu, genetik aynılık dışında başka bir şeyle izah etmek, ikiyüzlülük değil midir? Osmanlı’nın “Derviş Devlet” olması ile ikibinlerden itibaren ‘tarikat, cemaat ve siyaset’in kendini “devlet”le özdeşleşmesi arasında ne fark vardır? Osmanlıyı din-teoloji üzerinden çökerten “Şeyh-Şah Kavgası” tekrar geri gelmiştir. 28 Şubat, sekülerler ile muhafazakârlar arasında bir politik kavga ise; 15 Temmuz, İslamcılığın Cemaat-Tarikat kanadı ile Siyaset-Hilafet kanadı arasındaki bir iç çatışma/savaş ve kavgadır.

15 Temmuz darbesinden beri dört yıl geçmiş olmasına rağmen örgütün çözülmemesi, devlete-bürokrasiye ve diğer tarikatlara sızmasına devam etmesi, bu örgütü salt kriminal bir suç örgütü olarak görme yerine; onu ne kadar bizden, içimizden, teolojimizden, ontolojimizden…olduğunu göstermiyor mu? Benim önerim, ta başından beri kendimizi-sünniliğimizi, dindarlığımızı, teolojimizi gözden geçirmemiz gerktiğidir. Ancak, ne ilahiyatlar ne siyaset mercii bunu dikkate almamaktadır. FETÖ’yü bir “günah keçisi”ne dönüştürerek, kendimizdeki günahları, hataları ona yükleyerek kendimzi temize çıkarmak, günahsız
saymak işimize geliyor.

15 Temmuz, Batıda-Hrıstıyanlıkta “Kilise” gibi “örgütlü dindarlığın” toplumların başına nasıl belalar açabileceğinin İslami bir versiyonu. İslam toplumlarında da din Tarikat, Cemaat ve Hilafet/Saltanat şeklinde örgütlenmiştir. Hilafet öegütlenmesi, İslamın erken dönemindeki iç savaşı (Cemel-Sıffın-Kerbela…) yaratmıştır. Saltanat örgütlenmesi Emevi-Abbasi iç savaşını körüklemiştir. İmamet teolojisi Şiilikte Teokratik bir yapı doğurmuştur. Tarikat örgütlenmesi, Osmanlıdaki birçok iç ayaklanmayı doğurmuştur. Cemaat örgütlenmesi ise, Türkiye’de 15 Temmuz Darbesini doğurdu. Özetle Hrıstıyanlıktaki “Kilise”nin muadili İslam toplumlarında Hilafet, İmamet, Tarikat ve Cemaattır. Yani onlarda teki, bizde dörtlü.

Örgütlü (Tarikat-Cemaat-Hilafet-İmamet) din, doğası gereği: 1- Totalitarizm, 2- Dogmatizm, 3- Şiddet-iç savaştan kaçamaz. Tarihte olduğu gibi; günümüzde de Türkiye’de yaşanan budur. Benim “Rahmani siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilk” kavramlarım, siyaseti –motivasyon olarak- sonuna kadar dinsel-ahlaki bir alan olarak görmesine rağmen; örgütlenme tarzını kurumsal-çoğul/ortak (Şura) ve dilini de muhasibi (eleştirel), makul-maslahat ve ahlaki olarak kurmayı önerir. Din sömürüsü, iç savaş ve zorbalıktan (totalitarizm) kaçmanın ve kurtulmanın başka yolu yoktur.