Sözün Özü
“Otorite ve Din” Çıktı..!
Otorite ve Din
İnsanın özü, vicdanı ile zekâsının sürekli irtibatta olması ve aktif olmalarıdır (kalp-akıl). Yabancılaşma, bu irtibatın koparılması veya bu iki unsurdan birinin dumura uğramasıdır. Yanlış tanrı veya din tasavvuru, buna sebebiyet verebilir. Putçuluk (şirk), bir dinsel yabancılaşma türüdür. Putçuluğun kriteri, tanrı sayısında değildir; sahip olunan tanrı veya din tasavvurunun, insanı kendine, yeteneklerine ve vicdanına yabancılaştırıp yabancılaştırmadığındadır: “Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’ı bırakıp da ilahlar edindiler.” (36/74).“Kendilerine kuvvet ve şeref kaynağı olsun diye, Allahtan başka ilahlar edindiler.” (19/81). “Hz. İbrahim, halkına şöyle dedi: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi ve çıkar kaynağı olsun diye, Allah’ı bırakıp, birtakım putlar edindiniz.” (29/25).
Dinde ve Siyasette “Husumetin Galip Gelmesi”
1 – DİNİ SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Ahirette cehennemlikler/kaybedenler, pişmanlıklarını şöyle ifade ederler: “Ey Rabbimiz, “Husumetimiz bize galip geldi; hatalıydık” (23/106). Demek ki, dini bağlamda hidayeti bulamamanın, dalalete sürüklenmenin temelinde yatan husus, ahlaki konularda cehalet, korku, çıkar veya kibir saikleri ile tek tek insanların veya grupların içine kapandıkları kör/taklidi-dogmatik husumet/düşmanlık, kibir/istiğna ve kesin inançlılık durumudur. Şüpheyi, eleştiriye açık olmayı ve sürekli “düşünceli” olmayı terk etmektir. İnsanda yerleşmiş, tabiatının en derin temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü ve arzuların “makuliyete” bürünmesi, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir. İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu duvarın aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir. Örneğin, Kur’an şöyle der: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Ne münasebet, biz sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.” (2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: “Senin (yeni) ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.”(ll/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve keyfi arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi ve toplumsallaştırılmasıdır. Cehalet, tembellik, korku ve çıkarın ürünü olan mitoloji ve şirkin/paganizmin, İlahi dinlerdeki uzantısı veya paraleli, dogmatik/taklidi körlüktür. Muhteva/ajanda değişse de; karakter, psikoloji ve saikler aynıdır: “Dinlerini paramparça ettiler; her mezhep de (hizb) kendinden son derece emindir.” (23/53)
Çıkarlar, arzular ve güdüler toplamı olarak heva, havalanıp/şişip benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23 … ) ve giderek kişi kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın, ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘’Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.
İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır. Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan” da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği, otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin yani cemaat, mezhep, parti, lider, toplum, devletin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan (İnsanın Dört Zindanı) iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’ (kültür)dur. Bir ‘canlı’ türü olan insan, toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise, ancak o zaman giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan/zindanlardan kurtulur ve özgürleşir; ünsiyet sahibi “İnsan” olur.
Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), “Atalarımızın böyle yaptığını gördük.’ Derlerdi” (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini, kesinlikle reddetmektedir (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23). Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak “Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk” (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.
2 – POLİTİK SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Demokrasinin olmazsa olmazı olan İktidar-muhalefet ve siyasal partilerin varoluş gerekçesi, zorunlu olarak “çoğul” ve “ideolojik” olan kimlik/kültür, güvenlik, hukuki asayiş veya ekonomi/çıkar politikalarının eleştiri, tartışma-uzlaşma ve rekabet içinde yürütülmesidir.
Türkiye’nin, kültürel/ideolojik bir “devrim” ile kurulması ve bir imparatorluk bakiyesi olarak demografisinin etnik-mezhebi olarak çoğul yapısı, politik faaliyeti kolayca “Kimlik” eksenine kilitleyerek demokrasiyi felç etmektedir. Son dönemlerde politik hayatta kullanılan ”İttifak” veya “Cephe” kavramları ve oluşumları aslında militer/savaş-düşmanlık imaları taşımaktadır. İkinci Dünya savaşında “Müttefik Kuvvetler” vardı. Yetmişli yıllarda da Türkiye’de “Milliyetçi Cephe” hükümeti kurulmuştu. O yıllarda toplumun “sol-sağ” diye bölünerek ne hale geldiği, hafızalarda mevcuttur. Demokrasinin kavramları uzlaşma, rekabet, koalisyon, icma, şura… vs dir. Son dönemlerde Türkiye’de siyaset, vatansever-vatan haini, yerli-işbirlikçi… gibi “bölücü” ve insanlarda nefret, kin, hınç yaratan kavramlarla yürütülmektedir. ”Yerliliğin bir ideolojiye dönüştürülmesi, sürekli dışardan alma kadar “ergen” bir tutumdur. Her ikisi de, aynı madalyonun iki yüzüdür.” (Besim Dellaloğlu, Poetika ve Politik, İst.2020. s. 28) Hegel’in Aufhebng kavramının, Tanpınar’ın “değişirken devam etmek, devam ederken değişmek” ifadesi ile çevrilebileceğini ileri süren Dellaoğlu, “Rönesan”sın da geleneğin yaratıcı yenilenmesi(tecdit) olarak aynı anlama geldiğini ifade ederek şöyle devam ediyor: “ Batının yaptığı ve Türkiye’nin yapamadığı budur. Batı, hem değişiyor, hem de devam edebiliyor. Türkiye ise, ikisi arasında bir tercih yapmaya zorunlu hissediyor kendini. Bu nedenle de Türkiye ya değişiyor(devrim-İG); ya da devam etmeye çalışıyor(Katı Muhafazakârlık-İG); ama ikisini aynı anda yapamıyor. Tıpkı bisiklet binerken, sakız çiğneyememek gibi. Devam etmek isteyenlere, “Muhafazakâr”, “Yerlici”; değişmek isteyenler, “Batıcı-Kemalist-(Seküler)” diyorlar.”(Dellaloğlu, Poetika ve Politik.s51). Bu tutumlar, Kur’an’ı ve Nutuk’u kutsal kitaplara dönüştürerek “kültürel kamusallık” olarak –İstiklal Marşında olduğu gibi- herkesin okuyup anladığı ve benimsediği “Kanon” veya “Klasik”lere dönüştürme yerine, politik-kültürel hayata “husumet” olarak yansıyor.
Kesin-kör inançlılık (dogmatizm/taklit) ve husumet, tezyif, tahkir ve itham, tarafların diğerlerinde bulunan iyiliği, erdemi ve doğruluğu görmeyi engeller. “İttifak” yapma ve “cepheleşme”, bu ithamlarla yapılmaktadır. Oysa, Ulus Devlet’in/sınırların, hepimizin “zorunlu” evi olduğu ve hepimizin yine zorunlu olarak “aynı gemide” olduğu; eşit “vatandaşlık” dışında etnik, dini/mezhebi, ideolojik kimlik farklılıklarının modern toplumda ve demokrasilerde “normal” olduğunu hepimiz kabul etmek zorundayız. “Kimlik” oluşturma süreçleri, beton dökme ameleliği değil; düşünsel, ahlaki ve estetik süreçlerdir. Su sızdırmaz “ölümcül kimlikler(E.Maluf)” yaratmak yerine; geçişken-olgunlaşan, evrilen, gelişen kimlikler yaratmak, “medeniliğin/insaniliğin” temel ölçüsüdür. C.G. Jung: “ Bir içsel durum, bireyde bilinçli hale gelmediği takdirde; dışarda kader(kahraman) haline gelir” der.(Jhon Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler. Çev: H.Aral. Ank. 2019. S 273)“Husumetin galip gelmesi”, dini hayatta ölümcül ve büyük bir hata olduğu gibi; politik hayatta da ölümcül ve yanlıştır. Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’u Firavun’a elçi olarak gönderdiğinde, onlara tavsiye olarak şöyle dedi: “Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır ve çekinir.” (20/44). Hz. Muhammed’e de şu tavsiyede bulundu: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et.” (16/125).
3 – SONUÇ
Hâsılı, iç-siyaset savaş, husumet, hile, kumpas, kurnazlık, düşmanlaştırma değil; yarış, rekabet, işbirliği, eleştiri-uzlaşıdır. Marifet adaleti, hukuku/hakkaniyeti ifade eden ”Tarafsızlık” ile Rahmani siyaset olarak bunlara “Taraftar olma” nın diyalektiğidir. İletişimin/ilişkinin, birlikteliğin, toplum olmanın zemini(kamusallık bilinci) ben-sen, biz-siz arasındaki yaratıcı diyalektik ilişki, karşılıklı bağımlılıktır. Husumet, “öteki/düşman”laştırma olarak bu bağların tahrip edilmesi, hakikatten ve dostluktan uzaklaşmaktır. Tarafların ibtidaen ortaya koyacakları söz ve davranış, jest ve misillemenin çapı, etik kapasitesi ve niteliği, onların karakterinin ve kültürlerinin tekâmül derecesine (medeniliğine) bağlıdır; ham da olabilir, olgun da. Kur’an şöyle der: “Rahmanın kulları ortalıkta vakar ve tevazu ile dolaşan kimselerdir. Cahiller, onlara laf attıklarında “Selam” der, geçerler.” (25/63). “Onlar, yalana şahitlik etmez; faydasız/boş bir şeyle karşılaştıklarında, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” (25/72). “Boş söz işittiklerinde, ondan yüz çevirirler ve “Bizim görüşümüz/işimiz, bize; sizin ki de size; selametle; cahillerle işimiz olmaz derler.” (28/55). Lokman (a.s), oğluna şöyle öğüt vermişti: “ “İnsanları küçümseyerek, surat asarak, sırtını onlara dönme. Sokaklarda böbürlenerek caka satarak dolaşma; tabii ol. Allah, böbürlenen-kibirlenenleri sevmez. Muhataplarınla konuşurken, eşekler gibi bağırıp çağırarak hakaret etme. ” (31/18-19).
Türkiye’de Sekülerlerin ve Muhafazakârların “Üniversite” Algısı
İslam Dünyasında “Merak/Taaccub”un Başlaması ve Bitmesi
Yedinci yüzyıl ile dokuzuncu yüzyıl arasında “Teolojik Düşünme”yi (Dâhili İlimler: Kelam-Fıkıh, Tefsir, Hadis, Tasavvuf) başaran Araplar, 9-13. yüzyıllar arasında Yunanca’dan, Süryanice’den, Farsça’dan ve Hintçe’den çevrilen “Harici İlimler” aracılığıyla Felsefe ve Bilimsel düşünme ile tanışmış hatta onlara bazı katkılarda bulunmuşlardır. Bunda Müslüman olan milletlerin hepsinin payı vardır. Emevi ve Abbasilerin orta dönemlerine kadar etkinliğini sürdüren Mu’tezile’nin (logos) boğulması, Tasavvufun (mitos-mistik) giderek etkinlik kazanması ve Moğol İstilası, İslam’ın “altın çağı”nı giderek sönümlendirmiştir.
12. yüzyıldan itibaren Arapça yazılmış Felsefi-Bilimsel eserlerin Latinceye çevirisi ile Batılılar (İbn Sina ve İbn Rüşd örneklerinde olduğu gibi), skolastik-teolojik düşünceden sıyrılıp, Felsefi Bilimsel (mantıkî-nedensel) düşünme yolunda ilerlerken; Türklerin hegemonyasında (Selçukîler-Osmanlılar) İslam imparatorlukları Gazzâli (Eşari-Tasavvuf), Sühreverdi, Molla Sadra, Devvani (İşrak Felsefesi) ve İbn Arabi, S. Konevi, D. Kayseri (Tasavvuf) önderliğinde “Teosofi-Teoloji” yolunda yürümeyi tercih etmişlerdir. Akdeniz’in doğusu, “Doğu”lulaşmıştır. Batılılar, 16. Yüzyıldan itibaren fiziksel morfolojileri ve toplumsal formasyonları, Felsefe ve Bilim ile (Keşifler) kavramsallaştırmaya çalışırken; Müslümanlar, düşüncede fiziksel ve toplumsal gerçekliklerden (nedensellik-olgusallık) koparak “Medreselerde” skolastik-metafizik-mistik olarak kaldılar.
Hukuk/Fıkıh alanında Şatibi’nin “Makasıt” teorisi, Kıyasın, kaynakları -“Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına uydurma” ifadelerinde kendini ortaya koyduğu gibi-, sömürmesini (semerelendirilmesi/istismaru’l-elfaz) sona erdirecek verimli metodoloji önerisiydi. Fakat itibar edilmedi. İbn Haldun, Marx’ı önceleyen Tarih Felsefesi ve Annal Tarih Okulunu önceleyen “Sosyal Tarih/Tarih Sosyolojisi” teorileri ile “semasında tek yıldız” olarak kaldı. Osmanlıda Takiyuddin’in Kozmoloji çalışmalarına itibar edilmediği gibi; kurduğu rasathane, skolastik sofular tarafından yerle bir edildi.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Naci Fikret ve Namdar Rahmi Karatay’ın öncülüğünde ve “Yeni Fikir” dergisi etrafında bir gurup yazar-düşünür tarafından kurulan “Konya Enerjetizm Okulu” , Naci Fikret’in dizelerinde ifade ettiği gibi, hiçbir etki uyandırmadan hayal kırıklığı ile sona erdi: “Bilmem ki ne olmaktı senin gayen-maksadın/ Fare gibi, kitaplar arasında yaşadın/ Ne dans ettin, ne de sevdin kız, kadın/ Kim dedi, be hey serseri, sağlığına kıy diye/ Geçti Bor’un pazarı; sür eşeği Niğde’ye.”
Çöküş ve Batı’yı Taklidin Başlaması
Batıda meydana gelen bilimsel keşifler (tabiat bilimleri-sosyal bilimler) ve teknik icatlar, endüstri devrimini ve ekonomik zenginlikleri yarattıktan sonra; Osmanlı imparatorluğu, Batı karşısında tutunamadı ve yıkıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet, Osmanlı’nın Batıda olup bitenleri anlama ve kendini yenileme çabaları idi. Medreseler ıslah edilmeye çalışıldı, üniversitelerin temeli atılmaya çalışıldı (Daru’l-Fünun); ancak, yıkılış durdurulamadı.
Cumhuriyet Devrimleri, radikal bir kültürel “reddi miras” olarak her alanda “batılılaşma” veya “çağdaşlaşma” olarak gerçekleşti. Batıdaki her şey (Ulus Devlet/Milliyetçilik, Laiklik, Hukuk, İktisat, Bilim, Sanat, Mimari…) taklit edilmeye çalışıldı. Dünya görüşü olarak dinin yerine, revaçta/yükselişte olan “pozitivizm”, eğitimin/insan yetiştirmenin temeli haline getirildi: “Hayatta en ‘hakiki mürşit’ ilim/fen (bilim) dir” cümlesi, M. Kemal Atatürk’ün şiarı idi. Şeriat, hilafet ve tarikatlar ilga edildikten sonra, din “Diyanet” kurumu aracılığı ile kontrol altına alındı. Dine yönelimler, “irtica” olarak yaftalandı ve kriminalize edildi. Olup bitenler, muhafazakâr halk kesiminde derin bir içerleme ve uçuklama yarattı.
Tanzimat ve Meşrutiyet yıllarında “Jön Türkler”de başlayan “pozitivizm” sevdasını Yusuf Akçura şöyle nitelemektedir: “Eskiden medreseliler İmam-ı Ali’den, Muhyiddin-i Arabi’den, Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden muhakemelerini yürütürlerdi. Yeni muharrirlerimizde ise, aynı esaret vardı. Fakat bu defa Şark imam ve müellifleri yerine, Garp muharrirleri, feylosofları kaim oldu. Bu sefer muharrirlerimizin senedi Rousseau, Spencer, Büchner, Demoulins, hatta Gustave le Bon oldu.” (Aktaran, Timur Kuran. Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 23).
Timur Kuran, benzer tutumun Cumhuriyet döneminde şiddetlenerek devam ettiğini söylemektedir: “Türk devriminde bilim, soyut bir kavram ve ilke olarak Atatürk’ün karizması sayesinde belli bir “kutsallık” kazanmış ve bu haliyle birçoklarınca dine rakip bir statüde algılanmıştır. Kemalist pozitivizm, tam da bu yüzden İslamcıların boy hedefi haline gelmiş ve ağır hücumlara uğramıştır. Adnan Adıvar, bu pozitivizmin Cumhuriyet Türkiye’sinde eskiden İslamî dogma nasıl empoze ediliyorsa, öyle empoze edildiğini söylerken, aynı itirazı dile getiriyordu. Gerçekten de Fransa’da yüzyıl önce Saint-Simon bilimi nasıl kutsal kılmaya çalışmış ise, Atatürk Türkiyesi’nde de “Bilim” kavramı, kutsal bir yere oturtulmuştur.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 34-35). Hasılı, teolojik dogmatizm (skolastik), kolayca yerini bilimsel dogmatizme (pozitivizm) bırakmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanya’da gelişen “Beşeri Bilimler (Geistesswissenchaften)” teorisi ve bu bilimlerin metodolojisi için önerilen “Hermenötik” teori; Frankfurt Okulunun “İdeoloji Eleştirisi” teorisi; Viyana Çevresi düşünürlerinin “Metafizik/Felsefe Eleştirisi”; Fransa merkezli “Post-Yapısalcılık” ve “Post-modernizm (Deconstruction)” teorileri; T. Kuhn, K. Popper ve P. Feyerabend’in Pozitivist bilim felsefelerine yaptıkları eleştiriler, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimin müstağni/mütekebbir karizmasını epeyce çizerek onu kendi sınırlarına geri zorlamıştır. Bu etkiler, Türk üniversitelerinin “pozitivist” kadrolarında hakkı ile içselleştirilmiş görünmüyor.
Cumhuriyetin onuncu yılında (1933) yapılan” Üniversite Reformu” ile Almanya’dan gelen bilim insanlarına Türkiye’de “Üniversite”nin kurumsallaşması için görevler verilmiştir. Bu çaba, belli oranda da başarılı olmuştur. Öncelikle devrimleri benimsemiş seküler kuşaklar, arkasından muhafazakâr nesiller taklit ile başlayarak “bilim” yapmaya çalışmışlardır. ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Hacettepe, Atatürk Üniversitesi, Ankara Üniversitesi gibi devlet üniversiteleri; 1980 ihtilalinden sonra kurulan Bilkent, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteler, belli oranda başarı ortaya koymuşlardır.
“Derviş Devlet (Mistisizm)” ve Felsefe-Bilim
Türk Üniversitelerinin bilimsel performansını konuşurken, bu alanda Batı ile bir “Derviş Devlet” olan Osmanlı Toplumu arasındaki tarihsel mesafeyi dikkate almak gerekir. Epey bir oranda “mitolojik” ve de “teolojik” düşünme aşamasında kalmış bir toplumun, “bilimsel düşünme” aşamasına sıçraması (arada felsefi düşünme aşaması var), sanıldığı gibi kolay değildir. Batıda burjuva sınıfının yükselmesi ile felsefi ve bilimsel düşünmenin yeniden çiçeklenmesi arasında nedensel bir ilişki söz konusudur. Kilisenin dogmatizmine karşı, filozofları ve bilim insanlarını burjuva sınıfı korumuş ve desteklemiştir.
Mistik-mitolojik (menkıbevi) düşünmeyi temsil eden tarikatların Osmanlı Devleti ile olan ilişkisini Timur Kuran şöyle tasvir ediyor: “Osmanlılarda tarikatçılığın devletin kuruluşuna uzanan bir tarihi vardır. Bunlardan bir kısmı, egemen sınıfların çıkarlarını temsil etmiş, merkezde Saray ve yönetici oligarşinin, taşrada da derebeylik, ağalık kurumlarının ruhani planda meşru sayılmasına destek olmuştu. Buna karşılık bir kısmı da Marx’ın deyimi ile “kalpsiz bir dünyanın ruhu” olmuş ve ezilen halkın “protestosunu” ifade etmişti. Daha Anadolu Selçukluları döneminde Baba İshak’ın ayaklanmasına tanık olduğumuz bu hareket, daha sonra Şeyh Bedrettin’e, oradan da “Hurufiliğe” uzanan mistik ve eklektik öğretilerle yoksul sınıfların devlete karşı isyanını dile getirmiştir.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği, s. 24). Teolojik düşünme ise, -büyük ölçüde- medreselerde klasikleşmiş birkaç kitaba şerh, haşiye, hamiş, zeyl, telhis… şeklinde skolastik bir tarzda geviş getirme ve cepten yeme idi.
Türkiye’de Muhafazakârların, -seküler ve solculara nispetle- felsefe ile başları pek “hoş” olmasa da “bilim”e bakışları aynı değildir. Oysa felsefi merakı olmayan, bilim yaratamaz. Ta başından beri, felsefe ile bilim, at başı gitmişlerdir. En azından Batıdaki hikâye böyledir. Teknoloji ve onun verimi olan finans, son aşamalardır.
Muhafazakârların, bilime teolojik/dini “ilim” kavramından gelen organik bir sempatileri vardır. Sosyal bilimlerin verilerine, fizik/tabiat bilimlerinden daha az itibar ederler. Bu tutum “pozitivizm” karşıtlığından veya teolojik-metafizik (medrese) bilinçaltından geliyor olabilir. “Pozitif/fizik bilimler”e bin senelik “yitik” bir şey (müsbet ilim) olarak bir özlemleri vardır. Ancak, Türkiye’nin kuruluş aşamasındaki din ile “rekabeti”, onunla aralarını nispi olarak soğutmuştur. Bilimin sonuçları olan “teknoloji”yi pek severler; “icad çıkarma”salar da. Modern teknolojinin (robotlar, gen teknolojisi, big data verileri…) ekosistemi tümüyle “rezerv/stok” olarak gören; insanlığın tabiatını dönüştüren, ruhunu iğfal eden “şeytansı (Ge-stell/Heidegger-Homo Deus/Hariri)” tabiatından pek haberleri yoktur. Ona, -meşakkatini gâvurun çektiği- “nimet” gözü ile bakarlar.
1950’lerden itibaren Türk (liberal) sağı, “Üniversite” ile barışmıştır. Muhafazakârlar, bilimin itibarını (titr) kullanmaktan (Prof., Doç., Dr.) çok hoşlanırlar; her yerde kullanırlar. Ancak bilimsel keşif yapmanın veya icat çıkarmanın ön şartı olan soyut düşünme, felsefe, şüphe etme, merak, sabır, meşakkat, nedensellik ve özgürlükten çok hoşlanmazlar. Bu iklimin yaratıldığı Batı üniversitelerine gidenler, başarı sağlıyorlar. Genetikte bir sorun yoktur; şifahi-şiir (Ozan) kültüründen geliyor olmanın sonucu olsa gerek (“Ozan, dinleyecek kulak ister; velev ki camış sürüsü olsun”, Nietzsche).
Hayret ile Birlikte Merak
Üniversite, Hukuk/Yargı ve Din, irfanı hür-vicdanı hür insanların deruhte edebileceği kurumlardır. Batıda olduğu gibi devlete bağlı, fakat siyasi erkten bağımsız/özerk olmaları gerekir. Doğrudan siyasete bağlanması, onları çürütür. 1960-1980 arasında üniversiteler politik-ideolojik (sol-sağ) kavgaların arenası durumundaydı. 1980-2000 arasında ise askeri vesayetin (YÖK) emrindeydi. Ak Parti, iki binlerde iktidara geldiğinde, üniversiteyi özerkleştireceğini vadetti. Ne var ki, YÖK’ü kaldırma veya ıslah etme yerine, Rektör atamaları ile kontrol altına almaya (siyaset) çalıştı.
Üniversitede esas olan uzmanlaşma ve ekolleşmedir. Birincisi, ülke ihtiyaçlarından; ikincisi, kendiliğinden oluşur. Üniversitenin birinci misyonu “bilim yuvası” olmaktır, “meslek ocağı” olmak, ikincildir. Sayıları iki binlerden sonra artan özel Vakıf Üniversitelerinin bir kısmı, -çok katlı otoparktan üniversite binasına dönüştürülen örnekleri ile- birer “ticaret hane”dirler. Bina ve nicelik/sayı, “üniversite (bilim)” kavramı ile aslında çelişiktir; olsa olsa iş, inşaat ve istihdamdır. Batıda da bu yönde bir eğilim vardır; ancak sıralamada ilk beş yüze giren üniversitelerin çoğu oradadır. Bizde ise, son yıllarda bir gerileme söz konusudur.
Mitolojik veya teolojik düşünme aşamalarından felsefi-bilimsel düşünme aşamasına –Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- geçmenin “uzun atlama” gibi bir yolu yoktur; öncelikle “merak etme”yi öğrenmemiz gerekiyor. “Hayret/Hikmet” ise, bir hadiste buyrulduğu gibi, nerede bulunursa alınması gereken “yitik”tir. Felsefi-bilimsel düşünme aşamasına geçmek, -Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- toplumun kültürel kimlik kodlarından (kimlik teknolojisi) kopmayı gerektirmiyor. Kodların ıslah edilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi de Üniversitenin sorumluluğundadır.
Türkiye’de Siyaset Sevdası ve Hukuk Nisyanının Politik-Teolojik Genetiği
1- İKİ SİYASET TARZI
Siyaset; devlet veya toplum güvenliği ve yönetimi olarak, tarih boyu bireysel düzlemde temel iki saikle icra edilmiştir: 1- Kişisel İhtiras-içgüdü, güç istenci, zenginlik oluşturma (ontoloji-tağutluk). 2- Toplumsal maslahatı, adaleti ve hakkaniyeti koruma (insanlık-ahlak). Platon ve Aristo, siyaseti pratik ahlak olarak tanımlamışlardır. Birinci tarz siyaset, kendini kitlelere “kanun” yolu ile meşrulaştırır; ikinci tarz siyaset ise, ahlaka dayanan “hukuk (adalet)” ile meşrulaştırır. Kanunu hukuktan ayıran temel nitelik, birincinin, egemenin salt iradesine ve gücüne-ontolojiye dayanması; ikincinin ise, yaptırım güç ile birlikte ahlaka, adalete, hakkaniyete dayanmasıdır. Bu bağlamda siyaset ile kanun ve hukuk yapmak geçişkendir. Yani siyaset yapma tarzı ile kanun veya hukuk yapma arasında kopmaz/zorunlu bir iç ilişki söz konusudur. Makyavelli, “Prens” adlı kitabında “başarılı (güç istenci-ontoloji)” olmak için, siyasilere birinci yolu tavsiye etmiştir. Kur’an ise, birinci yolu, Firavunların siyaset tarzı olarak (Tağutluk/ontoloji) kınamış; -daha önceleri Hz. Musa, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’a tavsiye edildiği gibi (38/26, 21/78)- Hz. Muhammed’e ikinci yolu tavsiye etmiştir (16/90). Fakihlerin formüle ettikleri “Makasidu’ş-Şeria (Şeriatın maksatları)”, siyaset ve hukukun (devletin) ortak telosu/amacı/gayesi olarak, bireylerin canını (güvenlik), malını (mülkiyet), onurunu (özgürlük), aklını (düşünce) ve dinini (özgürlük-ahlak) korumaktır.
2- HUKUK VE KANUN AYRIMI
Fransız iktisatçısı Frederic Bastiat (1801- 1850), hukuku, -makasidu’ş-şeria’ya paralel olarak- Tanrısal kaynaklı ve bireyin kişilik, özgürlük ve mülkiyet hakkının, yani bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olarak tanımlamıştır. (Bastiat, Hukuk, çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 15). Bastiat, hukukun, “kanun” yolu ile yozlaşmasının temel saikleri olarak, insanın aç gözlülüğü (yağma-soygun-ganimet-gasp) ve sahte bir “yardımseverlik” iddiası olduğunu teşhis eder. Ona göre ne din, ne de ahlak, tek başlarına tarihi süreç içinde bu eğilimleri engelleyememiştir. Bastiat’a göre hukukun temel amacı: “kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti (kişiliği ve özgürlüğü) korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, genellikle bir insan veya insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gerekli gücü temin etme görevi, kanunları yapan iradeye bırakılmaktadır. İşte bu olgu, insanoğlunun fıtratında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama (yağma-gasp, soygun, ganimet-İG) eğilimi ile hukukun evrensel bozulma/yozlaşma sürecinin temel nedenidir.” (Bastiat, Hukuk, 18). Hukukun, onun yapıcısı egemen irade tarafından “kanun” yolu ile yozlaştırılması veya kanunlara riayet edilmemesi, insanların vicdanlarındaki adalet ve adaletsizlik ayrımını siler ve yok eder. Yasalara uyulmaması durumunda, toplumun ayakta kalması mümkün değildir. İnsanların yasalara uymasını temin etmenin yolu, yasaları saygıdeğer, meşru, hakkaniyetli (hukuk) kılmaktır. Kanunlar, hukukla, adalet duygusu ve ahlak ile çatışmaya başladığı andan itibaren (Hukuka güvenin kaybolması), insanlar ahlak duygusu ile hukuk saygısı arasında birini tercih etmek zorunda kalırlar. Bu iki seçenekten birini seçmek zorunda kalmak kadar kötü bir şey yoktur. “Kanunî” olan her şeyin, adil ve hukuki olduğu sağduyusu, asla doğru değildir. (Bastiat, Hukuk, s. 20). Nazi Almanyası, Sovyet Rusyası, Çin Komünizmi, İsrail Siyonizmi ve Güney Afrika Apartheid rejimi, bunun örnekleridir.
Hukukun, “negatif” bir kavram olduğunu belirten Bastiat şöyle diyor: “Hukukun amacı, adaletin hükümranlığını sağlamaktır” ifadesi, yanlıştır; onun yerine: “Hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” ifadesi kullanılmalıdır. Zira kendiliğinden (somut olarak) var olan, adalet değil; adaletsizliktir. Adalet, ancak adaletsizlik yoksa gerçekleşir. Buna göre, “güç” kullanma yoluyla insanlara işgücünün istihdamını, eğitimin konu ve yöntemini veya dinsel bir inanç ve itikadı zorla dayatmaya kalktığı andan itibaren, hukuk, negatif olma özelliğini yitirir ve insanlar üzerinde pozitif (müdahaleci-dayatmacı) bir eyleme dönüşür. Böyle bir hukuk anlayışı ile halk iradesi yerine, kanun koyucunun iradesi hâkim duruma geçer. Bu durumda halk, ne tartışma, ne de seçenekler arasında tercih yapma, ne de geleceği hakkında plan yapma gereği duyar. Onun adına, bütün bunları “Hukuk” adına, aslında kanun koyucu (siyasal egemen) üstlenir. Artık düşünme melekesini kullanma zorunluluğu kalmadığından, halk, beşeri özelliklerini, kişiliğini/kimliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini de yitirmiştir.” (Bastiat, Hukuk, s. 35)
3- HUKUK/ŞERİAT VE SİYASET/SALTANAT
İslam’ın kurucu anında (610-632) ve siyasal tarihinde dört “Raşid” halife döneminde, Allah’ın iradesi doğrultusunda ahlaka yaslanan bir siyaset ve hukuk pratiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Kur’an, Allah’ın, kendine koymuş olduğu kesin ahlaki yasalara göre insanlarla ilişkiye girdiğini beyan eder: “Rabbinin kendine koyduğu kesin bir yasası olmasaydı; ihtilafa düştükleri mevzuda derhal hüküm verilirdi.” (10/19,117110,20/129,41/45,42/14). “Sünnetullah” ve “Sünnet’ül-Evvelîn” kavramı da, Allah’ın ahlak ve hukuka daimi riayetini ifade eder (33/62, 35/43, 40/85). “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni (Hakemi) değil midir?” (85/8) Hz. Muhammed de bu doğrultuda yönlendirilmiştir. Ahlaksız ve hukuksuz (adaletsiz) kanun koymayı ve siyaset yapmayı Allah güç istenci, içgüdü, istiğna, tuğyan ve zulüm anlamına gelen “Tağutluk” olarak niteler ve lanetler (2/257, 4/76, 16/36).
“Kur’an, başlangıçtan itibaren Müslümanlara tamamen ahlaki-doğal yasalarla temellenen bir kozmoloji sunmuştur. Muhtemelen Aydınlanmadaki metafizik benzerlerinden çok daha ikna edici bir güce, güçlü ve derin psikolojik etkilere sahip bir kozmoloji… Kur’an’ın ahlaki malzemesi, bu sebeple bütüncül bir ahlaki sisteme, metafiziği de içeren bir kozmolojiye dayanmıştır.” (W. Hallaq, Hukukun Ahlaki Boyutu. Çev: N. Kızılkaya. İst. 2020. S. 88). İslami hukuk ve siyaset, bu metafiziğe-kozmolojiye yaslanmıştır.
Hz. Ali’nin politik hakkaniyet arayışına karşın; Muaviye’nin politik ihtiras, içgüdü ve güç istenci ile giriştiği ihtilalinden sonra “Saltanat” yönetimi, nisbî olarak bu rotadan çıkmıştır. Muaviye’yi bir anlamda Makyavelli’nin öncüsü sayabiliriz. Ancak, erken dönemde oluşan “Ulema” heyeti, şeriatın (mutlak olmayan-gerekçeci) temsilcisi olarak – siyaseti olmasa da- hukuki hayatı siyasal iradeden bağımsız (sivil) olarak şeriatın kontrolünde tutmayı başarmıştır. Wael B. Hallaq, “İmkânsız Devlet” adlı çalışmasında bu gerçeği ortaya koymaktadır: “ Yönetici, şeriat hukukunun üstünde değil, altında yer alıyordu ve hiçbir yönetici, şeriatın mahkemelerde olduğu gibi, toplumun genelinde de hüküm sürdüğü gerçeğine karşı gelemezdi. Bu şemaya göre, şeriat mahkemesi hukuku “yasama organı” yani şeriatın ahlaki yasası tarafından formüle edildiği haliyle uyguluyordu; sultanın yasaması tarafından değil.” (Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. S. 114). “Şeriat, politikadan çok toplumla ilgili idi; ahlaki sosyal karakterle ilgiliydi. Politik toplum, birçok ikincil kaygıdan biridir.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 170). “Şeriat, İslami yasa diyeceğimiz hermenötik, kavramsal, teorik, pratik, eğitimsel ve kurumsal sistemdir.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 99). Saltanatın/siyasetin, şeriat dışı/haddi aşan epeyce eyleminin/amelinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bastiat’ın vurguladığı gibi, “özel mülkiyet” ile “Hukuk” arasında kopmaz bir bağ vardır. Ekonomide üretim kaynağının büyük ölçüde toprak olduğu Patrimonyal tarım imparatorluklarında fütuhat yoluyla “ganimet” olarak elde edilen mülkiyetin, Hz. Ömer döneminden sonra “Devlet” dolayımı ile Saltanat ailesine, daha doğrusu Sultanın tekil iradesine ve kullanımına verilen mülkiyet sisteminde “Kamu Hukuku”nun durumu, yukarıda bahsedilen “özel hukuk” gibi olmamıştır. Daha doğrusu, İslam toplumlarında bir Kamu Hukuku gelişmemiştir. Ayrıca, kişilik ve özgürlük temel haklarının, mülkiyet hakkına bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tuttuğumuz takdirde; özel hukukun da bundan etkileneceği, izahtan varestedir. Ayrıca ulemanın sivil alanda hukuk üretiminin zamanla “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına Uydurma” kavramlarıyla şeriatın/hukukun özü olan ahlaktan uzaklaştığını da itiraf etmemiz gerekmektedir.
4- ULUS DEVLET VEYA EGEMENİN MUTLAK İRADESİ OLARAK KANUN VE HUKUK
Modern Ulus Devlet, Avrupa’da ve Amerika’da uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları ve çıkar savaşları sonunda Burjuva sınıfı veya çoğunluk olan etnisite tarafından mutlak bir egemenlik olarak kurulmuştur. Tanrı’nın veya Kilisenin elinden egemenlik yetkisi ile birlikte kanun koyma, hukuk yapma ve “istisna (Mucize)” koyma yetkisi de alınmıştır. Egemen irade (Ulus), ülke sınırları içindeki bireyleri çekirdek aile, okul/eğitim, üniversite, ordu, hastahane, hapishane, kışla… gibi “kimlik teknolojileri” ile tornadan geçirerek “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir potada eriterek istediği nitelikte kimlikler yaratmıştır (Hayali Cemaatler). Politik faaliyet, ahlaktan boşandırıldığı gibi; hukuk yapma da, sonuna kadar politikleşmiştir. Halkı Müslüman olan ülkelerde kurulan devletler de aynı durumdadır. “Hukuk, ne tarihsel bir boşluğun içinde işlerlik gösterdiği, ne de toplumdaki ideolojik kavgalardan bağımsız olduğu için, tam olarak yasanın politikaya gömüldüğü yerdir… Bu yüzden yasa (kanun –hukuk), yapısal olarak daha geniş bir politik bağlamın bütünleşik bir parçasıdır.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 79).
Batı toplumları, uzun süren iç savaşlardan sonra, menfaatin altın kuralı olan “ayağıma basma; ayağına basmayayım” veya “sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” yı keşfederek Hukuk yapmayı başardılar. Yalnız bu kural, İslam’da olduğu gibi iman/metafizik ve ahlaktan değil; menfaatten türediği için, tehlikenin yakın olduğunda (ülke içinde) işler; uzak olduğunda (dış politika) işlemez. Avrupa’nın yaratmış olduğu İnsan Hakları, Demokrasi, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik, Toplum sözleşmesi (Anayasa)… (iç barış), buradan türemiştir. Dış politikada “tağutluk (güç istenci-istiğna-içgüdü- sömürü…)” devam eder. “Modern proje, çağdaş Müslüman dünyanın yaşayan gerçekliğinde “hukuki ahlak” çağından politik çağa keskin bir dönüşümü temsil ve tesis ediyor. Modernitede politika ve politik olan her yerdedir ve güne (hayata) hükmeder.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 170).
5- TÜRKİYE’DE SİYASET SEVDASI VE HUKUKUN SAVSAKLANMASI (NİSYANI)
Genel olarak halkı Müslüman olan ülkelerdeki yönetimlere gelecek olursak, dış politikada olmasa da iç politikalarda siyaset ve hukuk (kanun) yapma tarzları Makyavalizme/Muaviyeizme yaslandığını görebiliriz. Türkiye devleti de tipik bir Ulus Devlet formatı ile kurulmuştur. Devrimlerle kurulmuştur. Tek Parti, Tek Adam dönemlerinden darbeler ve muhtıralar ile evrilerek yoluna devam etmiştir. 1960-2010 arasında bazı “Hukuk Kurumları” kurmaya çalışmıştır. Daha sonraları, tekrar hukuk kurumlarını askıya alarak, “kanun” yapmaya (KHK) veya var olan hukukun etrafını dolanmaya evrilmiştir. Hukuk yargılamalarında “kurunun yanında yaşın da yakıldığı” vakalar çoğalmıştır.
Muhafazakârlar İmana, ahlaka (adalete) dayanan ve herkese güvenlik ve adalet dağıtan “Hukuk” kurumları yaratma ve hukuka riayet çabasından ziyade; “İlm-i Siyaset (devlete sızma-takiyye, paralel yapı, harp=hile)” yapmayı tercih etmektedirler. “Partizanlık” kavramı, Marksist literatürde “militanlık”, toplum için kendinden geçme, fedakârlık anlamlarına gelirken; Türkiye’de kamu kaynaklarını partililere tahsis etmek, adam kayırmak anlamlarına kaymıştır. CeHaPe’nin seküler “siyaset”ine karşı, muhafazakâr rövanş “siyaset”i yapılmaktadır. Örneğin: Muhafazakâr bir siyasetçi, 17 Aralık 2020 günü Haber-Türk kanalında “17-25 Aralık” olayını yorumlarken, FETÖ tarafından, kanunsuz dinleme yapma ve bunları ifşa etmenin İslam’a göre nasıl bir “büyük” günah olduğundan bahsederken (ki söyledikleri doğrudur); siyasi elitlerin kamu kaynaklarına karşı nasıl bir şeffaf-ahlaki/hukuki tutum takınmaları gereğinden hiç bahsetmemektedir.
Topluma güven veren bir hukuki yapı kurulamadığı için, “Sosyal Medya” bir linç mahkemesine dönüşmüştür. Hâsılı, Türkiye’de siyaset, herkeste onulmaz bir “sevda”ya dönüşmüş iken; Hukuk da, “kanun” yapma olarak, onun bir aracına/aparatına dönüşmüştür. Oysa Müslümanlık, siyasette ve hukukta “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak”tır. Yani “Rahmani siyaset” olarak, “tağutluk (zulüm)”tan uzaklaşarak, herkese (düşmanlar dâhil) güven, adalet, hakkaniyet ve insaf ile muameledir; bir “Hukuk Devleti” inşa etmektir. Üstünlerin hukuku (kanunu) yerine “Hukukun Üstünlüğü” nü tesis etmektir. Hukuk, -tağutluğun karşıtı olarak- insanlar arasında “Hakemlik (Tanrılık)”tir.
Medyascope Tv Söyleşi: Deizm, toplum ve gençlik
Medyascope Tv Söyleşi: Deizm, toplum ve gençlik
26.12.2020
Türkiye’de Düşüncenin Dogmatik İki Yüzü Üzerine-1
1-Türkiye’nin Başına Gelenler veya Evden Kaçmanın Hikâyesi
Sünniliğin ve Şiiliğin bin yılı aşkın bir süredir yenilenmeyip (tecdit), evrimleşmeyip taşlaşmış, mumyalaşmış, donmuş, katılaşmış, yer yer çürümüş, eskimiş, yıpranmış, dogmatik, anakronik, ortodox gövdeleri, artık kafası çalışan, meraklı, düşünen ve vicdanı diri olan yeni jenerasyonlara cazip gelmediği için, epey bir zamandan beri evden kaçmalar, evi terk etmeler artmaktadır: Sekülerleşme, Deizm, Agnostisizm, Ateizm… Bir zamanlar Marksizm, Sosyalizm/Komünizm ile evden kaçanlarda olduğu gibi. İlginç olanı da, bir dönem ömrünü bu dini-dogmatik yapıları savunmak için harcamış, okumuş-yazmış zevatın, ömürlerinin sonuna doğru yavaş yavaş veya birden “aydınlanıp”, dümeni kırıp Felsefeye, Bilime ve Sekülerizme ihtida etmeleridir. Son zamanlarda Türkiye’de sık sık böylesi figürler çoğalmaya başladı. Allahualem, yaşını başını almış olan, -Tanrı’ya olmasa da- Ahiret hayatına olan inançlarının zayıflaması veya onu kaybetmeleri ile bu zevat, ömr-ü ahirlerinde dünyadan muratlarını alma telaşına kapılıyorlardır. Çökmüş olan evden, yurttan yuvadan umudunu kesmiş olan bu “geç aydınlanmışlar”, bize felsefenin, us’un (Rasyonalite), bilimin, sekülerizmin, ödev ahlakının (Kant) faziletlerinden dem vuruyorlar. “Kestaneden çıkıp, kabuğuna tükürüyorlar.” Karşı karşıya olunan devasa “decadance”dan dolayı, bu özgüven kaybını ve savrulmaları, normal karşılamak gerekir belki de.
Merhum Mehmet Akif’in “Safahât” adlı manzum eserinde terennüm ettiği gibi, Osmanlının çökmesi ile çökmüş olan “Türk-Tasavvuf Sünniliği”nin; Cemaat-Tarikat-Siyaset ve şeyhler-şairler aracılığı ile 1950’lerden sonra Muhafazakârlık veya kod adı “Milli Görüş” olan İslamcılık nitelemesiyle parlatılıp tekrar topluma bir çıkış yolu olarak sunulmasına, yüzde elli seçmen kitlesi tarafından dahi artık itibar edilmemeye başlanmıştır. Gel ki, bu siyasi elitlerin, samimi olarak İslami bir “Davâ” mı güttükleri; yoksa 1980’lerden sonra Kapitalizme eklemlenen Türkiye’de giderek “Biraz da biz ölelim” modunda mı oldukları da, ayrı bir tartışma konusudur.
Bu düşünceyi 1970’lerden beri yeni nesillere empoze eden İmam-Hatip liseleri ve sayıları iki binlerden itibaren yüzü aşkın İlahiyat fakülteleri, çöküşün teolojik, tarihsel, politik nedenlerini anlama entelektüel kapasitesinden dahi yoksun oldukları için, topluma din konusunda yeni bir söz söylememekte ve yeni bir yön gösterememektedirler. Türk Üniversitelerinin Sosyal Bilim bölümleri de, dini düşünceye dışardan ciddi bir eleştiri yöneltme kapasitesinden yoksun olmuşlardır. Bunun sebebi, buraların, düşünce üreten veya araştırma yapan gerçek birer “Üniversite” veya “Akademi” olmaktan çok; büyük oranda sponsorluk yapan, nakilci-taklitçi birer “şube” olarak kalmış olmalarıdır.
Türkler, Maveraunnehir bölgesinde vaktiyle geliştirdikleri rasyonel teoloji (Hanefi-Matüridi) Anadolu’ya gelmediği için, Arapların (Kelam-Fıkıh-Felsefe) ve Perslerin (İşrak Felsefesi) geçmiş oldukları “Rasyonel Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçemeden, bunu skolastik olarak (Medrese) devralıp “Mitolojik/Menkıbevi” (Tasavvuf-Tarikat) aşamada kalmışlardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, bir tarihçinin nitelemesi ile bir “Derviş Devlet”tir.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı’nın “Aydınlanma” ile geçtiği Felsefi ve Bilimsel düşünme aşamasına devrimler aracılığıyla “uzun atlama (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”)” ile erişme teşebbüsü, kaba dogmatik bir “Pozitivizm” ile sonuçlandı. Zira toplum hayatında böylesine bir “uzun atlama”, müstehildir. Üstat N. Fazıl ve muakkibi şairler (S. Karakoç, İ. Özel, C. Zarifoğlu, E. Beyazıt…), bu kaba pozitivizme karşı “Mistik-Menkıbevi” Türk Sünniliği ile kavga ettiler. Bu yazıda kendisine “İhtida edilen” bu düşüncenin, dünya görüşünün Batıdaki gerçek doğası, genetiği ve buna yapılan bazı eleştirileri serdedeceğim.
2-Felsefi-Bilimsel Düşünmenin Başarısı
Kadim Yunanda parlayan Felsefe ve Sanat (Tiyatro-Heykel-Müzik), Roma’da (Helenistik dönem) Mimari ve Hukuk Olarak aktüelleşti. Miladi beşinci yüz yıl ile on dördüncü yüzyıl arasında Kilisenin (Katoliklik-Ortodoxluk) kontrolünde skolastik dogmatizm olarak kalan düşünce, Yunan Felsefesinin Arapça Üzerinden Latinceye çevrilmesi ile yavaş yavaş Yeniçağ Felsefesi, Rönesans, Aydınlanma, Reform, Bilim ve Teknoloji olarak tekrar dirildi. 17. Yüzyıldan itibaren başlayan Endüstri devrimi ile yükselen Burjuva sınıfı, Kapitalizmi-Emperyalizmi/Kolonyalizmi (sömürü-zenginlik) yarattı. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan siyasal çalkantılar, imparatorluk-krallık yapılarını yıkarak Ulus-Devlet (Milliyetçilik), Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik, Toplum Sözleşmesi, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti, İnsan Hakları… kavram ve kurumlarını intaç etti. Batı, uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları, sömürü (I. ve II. Dünya ) savaşlarından sonra, kendi iç barışını kurmayı başarabildi (ABD ve AB).
A.N. Whitehead, “Aklın İşlevi” adlı kitabında Batı’nın başarısının sırrını şöyle izah eder: “Yunanlıların dünyadaki ilerleme açısından asıl önemi, adeta inanılmaz bir sırrı, spekülatif Aklın kendisinin de düzenli bir yönteme tabi olduğunu keşfetmiş olmalarıdır. Spekülatif Aklın, belirli sınırların ötesine geçme işlevini ortadan kaldırmadan, onu anarşik karakterinden mahrum bırakmışlardır. Artık vahiy (esin) yerine spekülatif Akıldan söz ediyor olmamızın sebebi işte budur. Akıl, makul olanın düzenliliğine müracaat ederken, “spekülasyon”, tikel bir yöntemin aşkınlığını ifade eder. Yunanlıların sırrı, yöntemin aşkınlığında bile, nasıl yöntemle sınırlı kalınabileceğidir. Yunanlılar, kendi keşiflerini neredeyse hiç anlamamışlardır. Fakat bizler, onu iki bin yıl boyunca iş başında gözlemlemiş olmanın avantajına sahibiz… Yunanlılar, kelimenin en geniş anlamıyla mantığı icat etmişlerdir: keşfetme mantığını. Yüzyılların deneyimiyle nihayet tamamlanan Yunan mantığı, bir kanaat içeriğinin tabi tutulması gereken bir dizi kriter sunar. Bu kriterler şunlardır: 1- Sezgisel deneyimle uyumluluk, 2- Önerme içeriğinin açıklığı, 3- Mantıksal iç tutarlılık, 4- Mantıksal dış tutarlılık, 5- Mantıksal şema tutarlılığı olarak: a) büyük ölçüde deneyimle tutarlılık, b) deneyimle herhangi bir uyuşmazlığın olmayışı, c) kategoriyal mefhumları birbiriyle tutarlı, d) yöntem bilimsel sonuçlara haiz olmak.” (Whitehead, Aklın İşlevi. çev: S. Çalcı. İst. 2020. s, 47)
Whitehead, şöyle devam ediyor: “Matematiğin erken dönemlerini düşünün: milattan yaklaşık iki bin yıl önce Mısır’da birkaç teknolojik oyun. Muazzam bir uygarlıkta küçük bir unsurdu bu. Milattan yaklaşık beş yüz yıl önce, Yunanlılar, kuram aşkına bunu kuramsal olarak geliştirmeye başladı. Yunanlıların dehası, doğayı anlamak için matematiğin önemini açıkça sezmiş olmalarında görülüyordu. Soyut morfolojilerin gelişimini teşvik etme gerekliliği, on altıncı yüzyılın başlarında geometri biliminin durumuna bakılarak anlaşılabilir. Geometri, yaklaşık iki bin yıldır yapılıyordu. Çok ince ayrıntılarına kadar geliştirilmişti. Fakat ufak tefek istisnalar dışında, araştırmanın içsel değeri dışında bir meyve vermemişti. Ardından, -sanki bir kapı açılmış gibi-, yüzlercesi içinden ilkin Kepler, konik kesitlerin ilk önemli kullanımını keşfetmiş; Descartes ve Desargues, geometrinin yöntemlerinde devrim yapmış; Newton, Principia’sını yazmış ve uygarlığın modern dönemi başlamıştır.” (W., Aklın İşlevi, 52). Whitehead, genel olarak Doğu’yu şöyle eleştirir: “Asya uygarlığının parlak bir gelişme döneminden sonra girdiği göreli duraklama dönemi, merakın ürünü olan fikir sermayesini tüketmiş olmasından kaynaklanmıştır. Asya’nın, insanların zihinlerini enerjikleştiren ve rastlantısal deneyimlerine anlam vermek için hazır bekleyen geniş ölçekli soyut düşünce şemaları yoktu. Temaşada takılıp kaldı ve fikirler durağanlaştı. Yeniliği üreten anarşik merak, salt soyut fikirlerin temaşasında boğuldu (Şiir-Mistisizm- İG). Spekülasyon, Aklı terk etti. (Örneğin), Milyonlarca insan, ağaçlardan düşen elmalar görmüş; ama matematiksel bir dinamik ilişkiler şemasını zihninde oluşturan, (Batılı) Newton olmuştu…” (s, 51)
3-İslam’ın Başına Gelenler
İslam toplumları, miladi sekizinci yüzyıldan itibaren, yayıldıkları coğrafyada karşılaştıkları Felsefi-Bilimsel düşünce eserlerini, -merak ederek- Arapçaya çevirmiş; bunlarla bir müddet (12. yüzyıla kadar) uğraşmış; hatta bazı alanlarda bu düşünce gövdelerine ciddi katkılarda bulunmuş; daha sonra da, skolastisizme (medrese) yuvarlanarak Asya’da (Doğu’da) kalmıştır. Batı, felsefe ve bilim tarihi yazıcılığında Müslümanların bu katkısını uzun süre görmezlikten gelmiştir. Tâ ki, Türk bilim tarihçisi merhum Fuat Sezgin, bu gerçeği çalışmaları ile ortaya koyuncaya kadar.
Teolojik düşüncede ise, İslam’ın erken döneminde oluşan ve adına “Rey Ehli” denilen ve omurgasını Mutezile ve Hanefiliğin oluşturduğu düşünce; doğada nedenselliği, insanın özgür iradesini ve ahlakta/dinde vicdanı da bir bilgi kaynağı olarak kabul ederek Abbasilerin orta dönemine kadar etkin olmuş; fakat Mütevekkilin ihtilalinden sonra Hanbelilik-Şafiilik ve Eş’arilikten oluşan “Gelenekselci/Selefi-Sünni” düşünce egemenliğine yerini bırakmıştır. Bu düşünme tarzı/teoloji, doğada nedenselliği (atomculuk/adetullah), insanın özgür iradesini (kadercilik) ve ahlakta –temel kaynakların (Kur’an-Hadis) yanında- vicdanı/aklı/düşünmeyi bilgi kaynağı olarak reddetmiştir. Dokuzuncu yüzyıldan itibaren gelişen, bedeni/biyolojiyi ve dünyayı lanetleyip ruhu yücelten (zühd-riyazat), akıl yerine sezgiyi/ilhamı (Batın) kutsayan “Tasavvuf” da Sünniliğe eklemlenerek (Gazzali/İhyâü Ulûmi’d-din) Sünni ortodoksi, 12. yüzyıldan itibaren içtihat kapısını –büyük ölçüde- kapatarak, Selçuklulardan itibaren Osmanlı’nın çöküşüne kadar Tarikatlar ve Medreseler yolu ile devletin resmi ideolojisi olmuştur. Bu tarihlerden itibaren düşünce, büyük oranda fiziki ve toplumsal dış dünyadan bağlarını kopararak; doğadaki morfolojileri ve toplumsal formasyonları kavramayı-kavramlaştırmayı terk ederek; kitaplar-satırlar arasında geviş getiren/cepten yiyen (haşiye-şerh-zeyl-hamiş-telhis) metafizik, mantık ve teoloji/teosofi olarak kalmıştır. Bu tarihlerden sonra, tek tük -İbn Haldun gibi- orijinal düşünürler çıkmış olsa da, genel gidişatı etkileyememişlerdir.
Türkiye’de Düşüncenin Dogmatik İki Yüzü Üzerine-2
4- Felsefe-Bilim ve Batı’ya Eleştiriler
Batıda gelişen düşüncenin devingenliği, bilimsel keşifler, üretim ekonomisi, sağlık, eğitim, imar, özgürlükler, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi… hemen hemen herkesin benimsediği ve elde etmeye çalıştığı insani-toplumsal formasyonlardır. Ancak onun metafiziğine, teknolojisine, ekonomik sistemine (Kapitalizm) ve ahlakına yapılmış ciddi eleştiriler de mevcuttur.
Bu bağlamda E. Levinas, Metafizik açıdan Batı’yı şöyle eleştiriyor: “Batı felsefesi, “Başka (münezzeh Tanrı)”yı açığa çıkarmak ile birdir. Bu açığa çıkarmada “Başka” varlık olarak tezahür etmekle başkalığını yitirir. Felsefe, çocukluğundan beri, Başka olarak kalan Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle maluldür. Bu yüzdendir ki, her şeyden önce bir “Varlık Felsefesi (Ontoloji)” olagelmiştir; varlığı anlama, onun nihaî gayesi ve insanın temel yapısı olmuştur. Yine bu yüzdendir ki o, bir içkinlik ve özerklik felsefesi; bir tanrı tanımazlık olarak gelişmiştir. Aristoteles’ten Leibniz’e filozofların tanrısı –ki Skolastiklerin Tanrısı da buna dâhildir- (mahiyeti itibari ile- İG) akla uygun bir tanrıdır.” (E. Levinas, Sonsuza Tanıklık. Haz: Z. Direk-E. Gökyaman. İst. 2001. s.131)
Batı Felsefesini “Onto-Teoloji” veya “Varlığın (Unutulmuş) Tarihi” olarak kavramlaştırıp bunu da, Pre-Sokratikler, Sistemci Filozoflar (Platon-Aristo), Hristiyanlık Teolojisi, Modernite ve Geç-Modernite (Nietzsche ve sonrası) şeklinde dönemselleştiren Heidegger, “Fenomenolojik Ontoloji” nin kurucusu olarak, son aşamayı –insanın kendisi dâhil, her şeyin- “teknolojileşme”si ve “Çerçevelenmesi (Gestell)” olarak şöyle tasvir eder: “ Nietzsche’nin entitelerin varlığını ontolojik olarak ezeli ve ebedi şekilde tekerrür eden (“Ebedi Döngü”) güç tutkusu/güce tutku (will-to-power), daha da ilerisi “istemeyi isteme (will-to-will)” diye anlamasının bu temel güçlerini sağlayan kendi kendilerini büyütmek dışında başka hiçbir amaç/gaye ile birleşmemeye ve başka hiçbir amacın/gayenin parçası olmamaya mahkûm etmiştir. İkincisi, (teknolojik düşünme), biz geç modernleri örtülü şekilde kendimiz dâhil ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar/rezervler” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, işte tam da entitelerin varlığının bu ontolojik, indirgemeci kavranışını ifade eder.” (Iain D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. S. 75). “Post-Nietzsche’ci çağımızda giderek kontrol altına alınacak hiçbir özne kalmamıştır; keza, özne de emre amade “rezerv”e dönüşmüştür (“İnsan kaynakları”)…Basitçe ifade etmek gerekirse, modernitenin yaralı öznesinin, sadece optimizasyonu bekleyen bir başka doğası gereği anlamsız “kaynağa” dönüşümü, biz geç modernlerin, doğayı objektifleştirerek kontrol etmek amacı ile modernlerce geliştirilen pratiklerin geriye/kendimize dönmesinden doğmuştur. Bir zamanlar, objektif dünyaya egemen modern özneler, (artık) kendilerine “nesne” muamelesi yapmaya başlamış; özne-nesne ayrımının kendisi bile yıkılmış ve özne, sadece optimize edilmesi gereken, esnek kullanım uğruna güven altına alınan ve düzenlenen bir “kaynağa” dönüştürülmüştür.” (Thomson, Ontoteoloji, s.101)
Carl Gustav Jung, “Aydınlanma” ve sonrasındaki gelişmelere bazı sorular sorup eleştiriler yapıyor: “Aydınlanmış rasyonaliteye şu soruyu sormak durumundayım: Rasyonalist indirgemecilik, madde ve ruhun, herkesin yararına olacak bir biçimde kontrol altına alınmasını sağladı mı? Rasyonalist, yanıt olarak fizik ve tıptaki ilerlemelere, ruhun ortaçağın donukluğundan kurtarılmasına ve iyi niyetli bir Hristiyan olarak da “Demon (şeytan)” korkumuzun sona ermesine gururla işaret edecektir. Ama biz, sormayı sürdürelim: Diğer tüm kültürel başarılar ile ne elde edildi? Bunun korkunç yanıtı ortadadır: İnsan, hiçbir korkudan kurtulamadı; dünyanın üzerine korkunç bir kâbus çöktü. Şu ana kadar akıl, acıklı bir başarısızlığa uğradı; özellikle de herkesin kaçınmaya çalıştığı şey, dehşet verici bir şekilde ilerliyor. İnsan, muazzam işler başardı; ama bunun karşılığında, dünyanın uçurumunu derinleştirdi. İnsan, nerede durabilecek? Son dünya savaşından sonra ümidimiz akıldı; şimdi yine umut ediyoruz. Ama insanlar, atomun parçalanmasının sunduğu olanaklar karşısında daha şimdiden büyüleniyor ve “Altın Çağ” beklentisi içine giriyorlar. Tahribatın, akıl almaz boyutlara ulaştığının, en büyük kanıtı bu. Ve bütün bunlara neden olan kim? Güya zararsız, yetenekli, icatçı ve sağduyulu olan; ama maalesef demonizminin bilincinde olmayan insan ruhu. Evet, bu ruh, kendi ile yüz yüze gelmemek için, her şeyi yapıyor ve herkes canla başla ona yardım ediyor. Aman, psikoloji (kendini tanıma çabası-İG) olmasın da, ne olursa olsun. Çünkü bu sapma, insanın kendisi hakkında bilgi sahibi olmasına yol açabilir! Onun yerine, hep karşı tarafın suçlanabildiği savaş olsun, daha iyi. Üstelik de, tüm dünyanın, korkup kaçılan şeyi adetâ çıldırmış gibi yaptığını kimse fark etmiyor. Açıkça itiraf etmem gerekirse, bence, geçmiş çağlar, abartmıyordu. Ruh, demonizmini sıyırıp üstünden atmadı. İnsanlar, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yüzünden cinnet geçirme tehlikesine giderek daha çok maruz kalıyorlar. Elbette “Ruh” arketipi, hem iyiliğe hem de kötülüğe muktedirdir. Ama iyiliğin, şeytaniliğe dönüşüp dönüşmemesi, insanın özgür, yani bilinçli iradesine bağlıdır. İnsanın en büyük günahı, şuursuzluktur. Ama insanlığa yol gösterip, örnek olması gerekenler bile, şuursuzluğa hürmet ve rağbet ediyorlar. İnsanî barbarlığının normal sayılamayacağı; onun içindeki şeytanı çıkarmanın ve şuursuzluğunu sona erdirmenin yolunun ve araçlarının tüm ciddiyetle araştırılmasının, en büyük uygarlık görevi sayılacağı bir dönem ne zaman gelecek? Tüm harici değişim ve gelişmelerin, insanın içsel doğasına ulaşmadığı; son kertede her şeyin, bilim ve teknolojiyi elinde bulunduran insanın sorumluluğunun bilincinde olup olmadığına bağlı olduğunu ne zaman kavrayacak? Hristiyanlık, bize yol gösterdi. Ama olguların da kanıtladığı gibi, yüzeyin (bedenin-varlığın, İG) altına yeterince nüfuz edemedi. Dünyadan sorumlu liderlerin gözünün, kendilerinin olsun doğru yoldan sapmayacağı kadar açılabilmesi için daha ne kadar çaresizliğe düşmek gerekiyor?” (C. G. Jung, Dört Arketip. Çev: Z. A. Yılmazer. İst. 2003. S. 119-20)
Bu metafizik/onto-teolojik veya –Heidegger’in nitelemesi ile- “teknolojik” düşünmenin/epistemenin politik (Ulus Devlet/Milliyetçilik) uzantıları hakkında M. Foucault’dan esinle W. Hallaq şunları söyler: (Benlik teknolojileri),“ artık bir kralın ya da papanın iradesi tarafından değil; yeni tasarlanmış haliyle, yayılmış ve bürokratikleştirilmiş özne tarafından oluşturulan egemenin iradesine güdümlenebilen ve ona göre biçimlendirilebilme kapasitesine sahip olarak sömürgeleştirilebilir hale getirildi. Sömürgeleştirilme, uzak kolonilerden önce tam da “yurt”ta başlamıştı… Öznenin birliği, ulusun birliğini cisimlendiriyor ve ifade ediyordu; çünkü neredeyse her özne, ulusun bir mikro-kozmozuydu. Ulusçuluk, sadece siyasal bir teşekkül değildir; birinci derecede ontolojik ve epistemolojik bir teşekküldür. Doğru, ulusçuluk, ulusal özneyi yaratır; ancak bunu, yalnızca özneyi hususi bir kimlik olarak yarattıktan sonra yapar. Onu bilen, düşünen bir varlık olarak “özel bir rasyonellik tarzıyla” yaratır. Bu ontolojik ve epistemolojik teşekkülden tamamıyla kaçabilen hiçbir vatandaş, öğrenci, bilim adamı yoktur… Bu ontolojik ve epistemolojik statüden serbest kalabilen hiçbir modern özne yoktur; ondan özgürleşilince, karşısında mücadele verilmesi gereken şey ipso facto (bu sebepten dolayı) bu statüdür. Bu, tastamam “merkezi paradigmalar”ın anlamını verir… Bütün bunlar, modern devletin, paradigmatik vatandaşı ürettiği, paradigmatik vatandaşın da devleti ürettiği bir yapıdır.” (W. Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek (Modern Bilginin Eleştirisi). Çev: A. Demirhan. İst. 2020. S. 179)
Not: Felsefe ve İslami Teoloji’nin daha geniş bir eleştirisi ve alternatif bir düşünme yolu üzerine benim Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme” ( Ankara Okulu Yayınları. Ank. 2019) adlı kitabıma müracaat edilebilir.
İki Farklı Tanrı Tasavvuru ve İslamcı Siyaset Pratiği
1 – SALTANAT TARİHİ VE TANRI TASAVVURU
Kadim Yemen’deki “Main” ve “Sebe” Krallıklarından gelen ve Cahiliyye Araplarında devam edip, Kur’an’da yer alan (42/38), -Yunan Demokrasisine benzer şekilde- halkı yönetime katmak olan “Şura” pratiğinin, İslam döneminde “Hilafet” olarak, otuz senelik meşru bir yönetim arayışını dışarı çıkarırsak; bin dört yüz senelik “Saltanat” tarihi Mısır, Mezopotamya, İran ve Bizans’ın tesiriyle “Çoban-Sürü” ve “Tanrı-Kral” geleneğinin etkisinde kalmıştır (Doğu Despotizmi).
Bu yapının, teolojik olarak İslam ile temellendirilmesi ise, Mutezile (Tevhit ve Adalet) ve Matüridiliğin (Hikmet) Tanrı tasavvurlarından ziyade; Eş’ariliğin Âlim-i Mutlak, Mürid-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak, “Hikmetinden sual olunmayan (Hikmet-i Hükümet)” Tanrı tasavvuru tarafından yapılmıştır. Yani Allah’ın tüm insanlara karşı göstermiş olduğu Rahman, Rahim, Adil, Rezzâk, insanlardan görüş alan (şura, maruf-münker, tayyip-habis…) sıfatlarına değil; büyük ölçüde zalimlere karşı göstermiş olduğu Cabbâr, Kahhâr, Zü’l İntikam… sıfatlarına yaslanılmıştır.
Kadim Yunan’da yönetim işi “Kaptan-Gemi” metaforu ile ifade edilirken; Mısır-Mezopotamya’da “Çoban-Sürü” metaforu ile ifade edilmiştir. Çoban, sürüyü koruyup beslediği gibi; onu kurt ile korkutup sonunda koyunları kendisi boğazlayabilir de. Bu, çobanın niteliğine/karakterine bağlıdır. Bu kod, tehlikeye her zaman açıktır.
Hz. İsa, İncillerde bu metaforu –birinci anlamda- kullandığı gibi; Hz. Muhammed de bir hadisinde bunu kullanmıştır: “Küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi=Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mesulsünüz.” Ancak Kur’an, Arapların Hz. Muhammed’e: “Bizi güt=Raina” demelerine karşı çıkmış ve onlara: “Bize bak=unzurna (ihtimam göster)” demelerini (2/104) ve kamusal/siyasal işlerini aralarında ve Hz. Muhammed ile “şura” yoluyla çözmelerini tavsiye etmiştir (42/38; 3/159).
İmparatorluklar döneminde her ne kadar şeriat âlimleri (ulema) sivil olarak halkın hukukunu korumaya çalışmış olsalar da (“Şeriatın kestiği parmak acımaz”); siyasi irade, çoğunlukla ulemayı, kendi iradesi ve baskısı altına alarak (Ulema-i Rüsum) iradesini hükümferma yapmaya çalışmıştır. Nice âlimlerin hapishanelerde çürüdüğünü veya katledildiğini biliyoruz.
İslam’ın mutlak olmayan ilmi ve ahlaki temsili, sivil ulemada olması gerekirken; ciddi düzeyde “Kilise”yi andıran saltanat/devlet tarafından yapılmıştır. ”Din-u Devlet” kavramı, bunun ifadesidir. Ulema, fıkıh-içtihat-fetva aracılığı ile sivil “Hukuk” yapmaya çalışırken; Saltanat/Sultan, “Zillullah=Allah’ın gölgesi” nitelemesi ile iki dudağı arasından çıkan “Kanun” ve “Ferman” lar ile halkı yönetmiştir.
M. A. Cabiri’nin vurguladığı gibi, İslam’ın siyasal hakimleri olan Arapların (ve Türklerin de-İG) yönetim aklını kabile (Boy-Soy,…Oğulları), ganimet ve akide motive etmiştir. Ganimeti gasp eden kabile, toprak mülkiyetini mutlak kontrolüne alarak akideyi de kendi oluşturarak veya kontrolüne alarak yönetim işini deruhte etmiştir. Abbasilerin orta döneminden sonra Mutezile saf dışı bırakılarak Eş’arilik, medreselerde devletin resmi/sünni ideolojisini oluşturmuştur.
2 – İSLAMCILIK VE TANRI TASAVVURU
Günümüzdeki “İslamcı” hareketler, uzun süre “Biat” kavramı ile geleneksel “Saltanat” kodunu otoriter-totaliter bir algı ile sürdürmüş olmalarına rağmen; en sonunda Demokrasinin “Seçim/Sandık” kavramlarını –istemeyerek- kabul ederek, “Seçilmiş Sultan/Kral” ve yönetim şekli olarak da” Cumhuriyet” e razı olmuşlardır.
“Tevhit” kavramının Eş’ari versiyonu, politik düzlemde “Tek-Adam” şeklinde tezahür ederken; teolojik olarak “hakikatin tekliği” motivasyonu/kodu/dogması da, bu tek adamın politik icraatlarında “Otoriteryanizm” olarak tecelli ve tezahür etmektedir. Oysa, hukuk-hakkaniyet(adalet), toplumdaki “Tanrısallık”tır.
Oysa demokrasi ve şura kavramları, -teolojik düzlemde değil- politik düzlemde çok partililik, sivil toplum ve iktidar-muhalefet kavramları ile “müşrik (çoğul)” bir kuvvetler, partiler panteonunu, toplumsal-politik yapı olarak önermektedir. Yasama-Yürütme ve Yargı “teslisi” yani “kuvvetler ayrılığı”, bu yönetim tarzının esasıdır. Kişi kültü yerine kurum ve kural, ehliyet ve liyakat, yönetimin temelidir. Bunun sebebi siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında hakikatin çoğulluğu ve mutlak olmayan hakikate erişmenin yolunun “icma/konsensüs” ile sağlanmasıdır.
Tanrı’nın Rahmaniyeti ve Adil oluşu, politik hayata “şura” kavramı olarak yansıyabilseydi; İslam toplumları hukuki hayatı ulemanın çoğul içtihatları ile sivil olarak tutmayı başardıkları gibi; siyasi hayatı da kuruma, kurala, hukuka (Anayasa) bağlı olarak oluşturmayı başarabilirlerdi. Ancak Eş’ariliğin Kadir-i Mutlak, Âlim-i Mutlak ve Mürid-i Mutlak, dolayısıyla “Hikmetinden sual olunamayan” otoriter (Kaderci), Kahhar, Cabbar, Zü’l-İntikam… Allah tasavvuru, siyasete yansıdığı için, kolayca Saltanat ve Tek-Adamcı politik kültür oluştu.
İnsanın canının/kanının haramlığı/kutsiyeti gibi, özel mülkünün de aynı olduğu (makasidu’ş-şeria) kabul edilseydi; bunun üzerine bir “Kamu hukuku” geliştirilebilirdi. Oysa toprak mülkiyetinin, ta baştan itibaren (Hz. Ömer) “devlet” dolayımı ile Halifenin-Sultanın emrine verilişi, siyasal iktidarın keyfi olarak bu toprakları “miri malı” , “ıkta”, “has-zeamet” ,“tımar”, “vakıf”, “Arpalık”, “ulufe”… adı altında “istediğine (hukuksuzca)” vermesini doğurmuştur. İslam toplumlarının bir türlü “Kamu Hukuku” geliştiremeyişlerinin ve siyasal iktidarın kamu kaynaklarını harcamasını denetleyemeyişlerinin (Bütçe Hakkı) gerisinde yatan, bu tarihsel pratiktir. Bireysel özgürlüğün ilk şartı, özel mülkün dokunulmazlığıdır. Bunun ilk şartı da, bireylerin, mülkleri üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilmeleridir. İslam imparatorluklarında özel mülk, daima siyasal iktidarın tehdidi altında bulunmuştur: “Haydan gelen huya gider.”
3 – TÜRKİYE PRATİĞİ VE TANRI TASAVVURU
Türkiye’ye gelecek olursak, Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafet, Şeriat ve Tarikat’ı ilga eden ve kendisi de bir “Osmanlı Paşası” olan M. Kemal Atatürk, teorik olarak “saltanat”a karşı olsa da; -bir “devrimci” olarak- “Tek-Adam” ve “Tek Parti” yönetimi kurarak, Cumhuriyet rejimini benimsemiştir. Ancak demokrasiyi uzun vadede hedeflediği de bazı icraatlarından anlaşılmaktadır. Rejimin ideolojisini de, Şeriat ve Tarikattan sekülerliğe dönüştürmüştür. Ancak, 1950’den itibaren Türkiye demokrasiye doğru yol almaya başlamıştır. 1960 ihtilali ile Askeri bürokrasi (M. Kemal’in “Ehl-i Beyti” olarak), siyasal sistem üzerinde (seküler) ideolojik bir baskı/vesayet kurarak, muhafazakâr bir karşı devrimi önlemeyi amaçlamıştır.
1960-2010 tarihleri arasını, Türkiye’nin demokrasi kurma çabası olarak görmek mümkün. Daha sonraları Ak Parti, “Parti” olma niteliğini büyük ölçüde zayıflatarak, bir nevi siyasal bir “cemaat”e dönüşerek, Sayın Erdoğan’ın –İslami tarihsel kodlara atıf yaparak konuşacak olursak- “Sultan”lığının veya kendinin daha uygun göreceği bir niteleme ile “Halife”liğinin kontrolüne girdi. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gündeme getirilen ve uygulamaya konulan “Başkanlık” kavramı/sistemi, bu kodun tecellisi-tezahürü işlevi gördü. Son dönemlerde şikâyet konusu olan “KHK”lar, hukuka ve iktisadi sisteme yapılan “tek” yanlı müdahaleler, bu teolojik tek “Tanrı” ve tek “Hakikat” algısının, politik aktörde ortaya çıkan tipik yansımalarıdır.
Tanrı’nın gerçek temsilcisi Peygamber vefat ettikten sonra, –Ulema değil- “Din adamı/din ulusu” denen ve kendilerine kutsiyet atfeden-atfedilen haham (Yahudilik), rahip, papaz, ruhban (Hristiyanlık), imam, Ayetullah, mehdi (Şiilik), gavs-kutup, veli/evliyaullah, mehdi, şeyh/meşayıh (Sünnilik) denen, -kerameti kendinden menkul-, samimi veya kurnaz olabilen, Tanrı’nın otoritesini kullanarak kendilerine itibar, nüfuz ve menfaat devşirebilen “temsilci”ler türemiştir.
Benzer bir durum, “Zillullah” rolünü üstlenmiş politik bir figür olan “Halife-Sultan” veya “Tek-Adam”, “Başkan” ın etrafında (Sarayında) onunla irtibatı, iltisakı ve ilişkisi olan veya onunla akraba olan şahıslarda da oluşmuştur. Bunlar, -bürokrasinin dışında- “elçiler” rolünü üstlenerek kişisel itibar, nüfuz ve menfaat devşirirler. Tek adamlara taraftarları genellikle dalkavukluk yaparak “Karizma” sıfatı verirler. Oysa karizmanın ölçüsü, dostları ve düşmanları nezdinde saygı uyandıran politik kişiliktir. Sadece taraftarlarınca saygı-korku duyulan kişi “Kahraman” veya “Kabadayı” dır. Bunu doğuran husus ise, düşmanları ile giriştiği çatışmada korkusuzca ölümü ve yaralanmayı göze almış olmasıdır.
Sonuç olarak, Batı’nın ancak İkinci Dünya Savaşından sonra oturtabildiği kurumsal akıl, kuvvetler ayrılığı, Anayasal Demokrasi ve Hukuk Devletine kavuşabilmemiz için, biraz daha çabalamamız gerekir. Umarım Sayın Başkanın son gündeme getirdiği “Hukuk Reformu” söylemi, -yeni bir taktik(siyaset değil-; kendinin de bunların değerini daha bir takdir etmiş olduğunun ifadesidir.
İbrahimi Dinler, Teolojiler ve Şiddet
The theology of violence the violence of theology on peace education and religions, International Conference on Peace Education and Religions, University of Vienna, 25.10.2020