İlmihal (Akaid-İbadet) ve iman-takva Müslümanlığı

1 – İMAN VE TAKVA MÜSLÜMANLIĞI

İman, İslam ve takva kavramları, İslam dininin temelini oluşturur. Her üç kavram da, bir taraftan insanın Allah’a dayanarak huzur, bütünlük, sükûnet, güven içinde olmasını ve dağılıp çözülmeden, bunalım, sıkıntı ve saçmalık (nihilizm)tan uzak olmayı ifade ederken; diğer taraftan da insanlar arası ilişkilerde “ahlak” olarak aynı hal ve durumlarda olmayı ifade eder. İman, Allah ve Ahiret ile duygusal-değerlilik yaşantılarına (saygı, şükran, korku, güven, umut, sevgi) dayanan canlı bir “ilişki”yi ifade ederken; İslam, Allah’a teslimiyet ile birlikte, bunun gereği olan ahlaki eylemleri icra ve ifa etmeyi birlikte ifade eder. Takva ise, Allah korkusu, cezalandırmaya yol açacak davranışlardan kendini koruma, Allah ve Ahiret bilinci, keskin bir sorumluluk bilincini ifade eder. İman ve İslam’ı da içeren takva kavramı, sürekli teyakkuzda ve tetikte olmayı, kül yutmamayı, uyanık-uykusuz olmayı, düşünceli-kaygılı, dikkatli olmayı, sorumluluk bilinci ile karar vermeyi ve amel işlemeyi ifade eder. Olan (vakıa-realite-gerçeklik) ile “olması gereken (ideal-ahlak)” arasındaki mesafeyi optimal olarak, olması gereken lehine kapatma çabasını ifade eder (Bkz: Fazlurrahman, “Kur’an’ın Ahlaki Temel Kavramları: İman-İslam-Takva” Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank. 1997. S 1-25). Kur’an’da baştan sona kadar işleyen çaba budur. Müminler, vicdanları (lübb, fuad/kalp, basiret, şehit) aracılığıyla Allah ve insanlar ile ilişkilerini daima aktif ve canlı tutarlar: “Allah’ı unutanlara, Allah da kendilerini kendilerine unutturur.” (59/19).

Vicdanlı/muttaki olmanın emareleri şunlardır: 1-Eleştirel/muhasibi (tetikte-teyakkuzda) olmanın, zanna-vehme düşmemenin, iz (ayet) sürmenin, anlamanın-yorumlamanın gerilimi-sıkıntısı. 2-Her tekil ilişkide hakikati görmenin/sezmenin (rey-nazar-basiret) sevinci/mutluluğu. 3- Hayal kırıklığının hüznü. 4- Kibir ve istiğnayı kırmanın, kör-kesinliği yenmenin zorluğu. 5- Sınırlı şüphenin endişesi. 6- Merhametin, paylaşmanın huzuru. 7- Kendi nefsi/arzuları (hevası) ile kavganın yorgunluğu. 8-Hatasını görmenin pişmanlığı. 9-Vicdanın sesinin belirsizliği/bağırmamasının kaygısı. 10-Başkalarını dinleyebilmenin sabrı. 11- Hayâ/utanmanın mahcubiyeti.

Din ile sağlık/tıp arasında bir benzerlik söz konusudur. Her bir bireyin sağlıklı olmak için ne yapması gerektiğini bilmesi ve sağlığını koruması; hastalandığında da doktora ve hastaneye başvurması, onun sorumluluğudur. Din konusunda da her bir bireyin imanını ve ahlakını müstakim olarak oluşturması ve bunları koruması; bir sorun ile karşılaştığında da, din konularını derinlemesine tafakkuh etmiş (9/122) bir “bilene sorması” (16/43,21/7) zorunludur.

Dindarlığın özü olan bu karakter yapısı kaybolunca; kalp/vicdan katılaşmış, körelmiş, taşlaşmış, paslanmış ve hastalanmış, mühürlenmiş demektir (2/74,83/14, 2/10, 45/23). Bu hallerdeki “dindarlık” iddiaları ise, büyük ölçüde şeytanın maskarasıdır: ”Şeytan, onlara yaptıklarını süslü gösterir” (6/43). Allah’a inanmayanların, şeytanlaşma (istiğna-istikbâr); Ahirete inanmayanların da hayvanlaşma (47/12) yani hesap vermemeden doğan başıboşluk tehlikesi vardır (nihilizm). Bu bağlamda İslam, bir “insan”laştırma/medenileştirme projesidir.

2 – İLMİHAL MÜSLÜMANLIĞI

Teolojiler ve Mezhepler, Tanrı’nın ve peygamberlerinin önerdiği bu ciddiyeti pek sürdüremezler. Din adamları ve teologlar, Tanrının ve peygamberinin adına müminlere taklide (ezber-hafıza) dayanan, paket programlar, hazır ajandalar, “ilmihaller” önerirler. Bunların muhtevası, genellikle nelere inanılacağı (Akaid-Amentü), ibadetler ve sınırlı sayıda belirlenmiş helaller-haramlardan oluşur: “İslam’ın 5 Şartı” , “İmanın 6 Şartı”, “32- Farz”, “54-Farz” vb. Bunları yerine getirmek, müminlere garantili olarak ebedi kurtuluş ve Tanrının gözdesi olma statüsü verir. İslam düşünce tarihinde Mutezili âlimler, İmam Maturidi ve İbn Hazm, sokak insanı için “taklit”i caiz görmemişlerdir. Sünni ve Şii âlimlerin çoğu ise, takliti “caiz” görmüşlerdir. Kur’an’ın “taklit”i kategorik olarak reddettiği müsellemdir.

a- Salih Amelin İbadete Dönüşmesi

İlmihal Müslümanlığı, adı konulmuş, belirlenmiş teklifleri farzları-vacipleri yerine getirmeyi ve yasaklanmış/nehyedilmiş şerlerden (hudut-haram) ve günahlardan uzak durmayı amaçlar ve bunu sağlamaya çalışır. Diğer taraftan, belirlenmiş ajandanın dışında hayatın yaratmış olduğu yeni sorumlulukları, teklifleri, görmeyi, bunlara kendi vicdanından “fetva” üretmeyi engeller. Mevcut ajanda ile kurtuluşu ve gözdeliği garantilediği için, ajandanın dışındaki sorumlulukları ıskaladığı gibi; kötülükleri de kolayca meşrulaştırabilir. Genellikle ibadat-ı mersumeyi (Namaz-Oruç-Hac-Zekat) yerine getirmekle “dindarlığın” tamamlandığı vehmi ile adı konulmamış, tekil olarak her gün karşılaştığımız ahlaki olguların sürekli tartılması ve muhasebesi başarılamaz. “Takva” kavramı, sürekli teyakkuzda-tetikte olma, yani canlı iman ile Allah ve insanlarla her daim ahlaki “ilişkide” olmaktan uzaklaştırılarak, boşaltılarak belirli ibadetleri ve patentli (rakamlı) “sevapları” yerine getirmeye indirgenmiştir. “İslam’ın Beş Şartı” kavramı, bunu ifade eder. Oysa Kur’an da ibadetler, imanın canlılığını koruma ve sosyal ahlak ile yakından ilişkilendirilmiştir: “Beni hatırlamak için namazı ikame edin.” (20/14). “Namaz, mümini her türlü fuhşiyattan ve münkerden alı koyar.” (29/45). “Namazları ile gösteriş yapıp; ufacık bir yardıma bile yanaşmayanlara yazıklar olsun.” (107/6-7).

b- Canlı İmanın Ölü İnanca (Akaid-Amentü) Dönüşmesi

İman konusunda dindarların içine düşebileceği iki büyük yanılgı ve yanlış vardır: Birincisi, imanın yanlış oluşturulması. Bu tehlikeye Kur’an dikkat çekmiştir: “O aldatıcı şeytan, Allah hakkında sizi aldatmasın” (31/33). “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (18/15,29/67,61/7…). Yahudilere hitaben: “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93). Fatiha suresindeki: “ …Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerinkine değil.” (1/6-7) duası da, müfessirlere göre bu mevzu ile ilgilidir. Allah’ı “Güzel/iyi isimleri/sıfatları (Esmau’l-Hüsna)” ile gereği gibi takdir edemeyen müminler, güçlü/kesin ve canlı; fakat yanlış imanları ile onun adına nice kötülükler işlerler. Dinler tarihi bu tür kötülükler ile doludur. İslam tarihinde ve günümüzde de Allah adına nice cinayetler işlenmektedir. Tarihte Hariciler, Günümüzde İŞİD buna örnek olarak verilebilir. Aslında Allah’ı “gereği gibi takdir edemeyen” (6/91) herkes, bu tehlike ile yüz yüzedir.

İman konusunda ikinci tehlike, “Takva” kavramı ile ifade edilen ve hem Allah hem de insanlarla canlı ahlaki ilişki olan ve duygusal değerlilik yaşantıları (saygı, şükran, korku, güven, umut, sevgi) içeren “İman”ın, zihinsel kesin tasdike/kanaate dönüşmesidir. Mürcie tarafından ortaya atılan ve sonradan Sünniliğin resmi görüşü olan bu durum, “Akaid/Amentü” Müslümanlığını doğurmuştur. İnanılacak hususların (Allah, Ahiret, Melekler, Kitaplar, Peygamberler ve Kader) “sayılması” ve tasdik olarak kesin benimsenmesi, yanlışlıkla “İman” olarak görülmüştür. Oysa iman, canlı insana; inanç, cenazeye benzer. İman, bünyesinde kinetik enerji barındıran kaynar su gibi her an dinamizm/hareket üretmeye müheyya/hazır iken; inanç, donmuş buza benzer. İman, canlı “ilişki”dir; inanç, pasif zihinsel kavram ve kanaattir. İman ile ahlak arasında kopmaz bir ilişki vardır (“Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar”, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”); inanç ile ahlak arasında bu canlı ilişki yoktur. Yani iman, amel doğurur; inanç, amel doğurmak zorunda değildir. İman, artar ve eksilir; inanç artmaz ve eksilmez. İman, ibret alma ve düşünme ile “edinilir”; inanç, taklit yolu ile ezbere, hafız yolu ile “miras alınır”. Bu yorum, Hariciler ve Mutezilenin sandığı gibi, ahlaki amelin, imanın bir “parçası” olduğu anlamına gelmez. Tasdiki olup ameli-ahlakı olmayan kişi, “tekfir” edilemeyeceği gibi; Kur’anî anlamda “Mümin-Müslim” sıfatını da hak edemez. İki arada-bir derede/arafta (el-menziletü beynel menzileteyn-Mutezile) kalır. Akibetini-Ahiretini de Allah bilir (İrca-Mürcie).

c) Tarih ve Toplumun “Delil”e Dönüşmesi

Kur’an’ın, başta müşrikler olmak üzere, Yahudi ve Hristiyan toplumların tarih, gelenek, toplum ve kanaat önderlerinden (33/67), din adamlarından/teologlardan (3/64, 9/31) gelen yorumları, zamanın/tarihin uzun sürmesi (57/16) veya paylaşanların çokluğu (ekserennas) gerekçeleri ile (9/100) doğru kabul etmediği; onları kıyasıya eleştirdiği, genel bir tutumudur. Bu hakikat, Müslümanlık için de geçerli olmak zorundadır. Müslümanlığın “son din” olması ve Kur’an’ın “tahrif edilmemiş” olması, Müslümanları müşriklerin, Yahudilerin ve Hristiyanların içine düşmüş oldukları hatalara düşmelerini engellemez. Zira bu durum, dinin kendisinden değil; insan olmaktan doğan bir zaaftır. Bunun da iki nedeni vardır: “1- Tembellik, cehalet, çıkar, dar görüşlülük, korkaklık, kurnazlık. 2- Samimi körlük, Tanrının gözdesi olma, ebedi kurtulma, kutsalın ne olduğunu yanlış anlama, hareketi-dinamizmi/yeniliği eksiklik olarak görüp olayları-olguları, fikirleri dondurma-mumyalama-mutlaklaştırmaktır.

İlmihal Müslümanlığı, genellikle salt Allah “için” olan ajandayı (ibadetleri) kemali ciddiyetle, kılı kırk yararcasına hesaba katarken; insanlar “için” olanları yani kul-kamu haklarını pek umursamaz. Tanrının gözüne girerek kolay (pahada hafif) yollardan işi “baştan” bağlamaya çalışır. Özellikle Müslümanlar, “herkese ait olan” (kul-kamu) hakları, “Allahlık (sahipsiz)” veya “hiç kimseye ait olmayan” olarak görürler. Bunun sebebi, imparatorluk yapılarında kamuya ait olan mal ve mülklerin büyük oranda “ganimet” olarak “gâvurlardan” alınmış olmasıdır: “Haydan gelen, huya gider”. Oysa Avrupa toplumlarında Burjuva devriminden sonra kamu mal ve mülkleri genellikle “vergiler” yolu ile herkesten toplandığı için, kamu malı, “herkesin hakkı” olarak algılanır. Bundan dolayı da “Kamu Hukuku” alabildiğince gelişmiştir.

SONUÇ

Peygamberlik tarihinde dünyevi, müşrik, müstağni, güç istenci, iktidar tutkusu, tahakküm arzusu ve zorbalık peşindeki siyasi ve iktisadi tabakanın (Mele-Mütref), peygamberleri sihirbaz, şair, mecnun, kâhin olarak niteleyerek, ilk karşı çıkanlar ve reddedenler olduğunu (Firavun-Karun) biliyoruz (7/66, 75, 88, 109, 127; 11/27, 38; 28/38, 34/34, 17/16…). İslam tarihinde de iman ve takva müslümanlığı, dört halife döneminde pratiğe yansıtılmıştır. Siyasetin saltanatla ele geçirilmesinden sonra saraydaki sultanlar ve onların emrindeki saray uleması (Ulema-i Rüsum), halka ajandasını kendilerinin oluşturduğu ve taklide dayanan bir “İlmihal Müslümanlığı” telkin ederken; kendileri büyük ölçüde gücün, iktidarın, tahakkümün, zorbalığın, mülkün peşinde olmuşlardır.

Günümüzde hem İslam dünyasında hem de Türkiye’de “İlmihal Müslümanlığı” egemendir. Adına “İslamcılık” veya “Muhafazakârlık” denen politik ideoloji, klasik, geleneksel teolojinin kavram, kurum ve kurallarına yaslanarak, altyapısı ve üst yapısı Batı tarafından toptan değiştirilmiş modern (teknolojik, endüstriyel, dijital, kapitalist, ulus-devlet/milliyetçilik) dünyada varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Kendi otantik-organik tekâmülünü-tecdidini yapamamış müminler, iman ve takvadan ziyade; ilmihalleri ile anakronik olarak dindarlıklarını ortaya koymaya çalışıyorlar.

Dogmatik Taklitçiliğin Kaderi: “Vicdansız Dindarlık” – II. Bölüm

Hristiyanlık Eleştirisi (F. Nietzsche)

Hz. İsa efendimizin Yahudilikte yapmak istediği tecdit, başarılı olmamış; Pavlus aracılığı ile Latin dünyasında yapılan tahrif edici yorum/teoloji, “Teslis” ve “Kilise” olarak kristalleşmiştir. Bu yorumun/teolojinin, Batı toplumlarını “Karanlık” bir çağa (Ortaçağ) sürüklediği müsellemdir. Aydınlanma Filozofları ve Reformcular, yaratılan bu yoruma ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. Örnek olarak Alman filozofu Nietzsche’nin kaleme almış olduğu “Deccal: Hristiyanlığa Lanet” (çev. Oruç Aruoba, İst., 1995) adlı kitabı, bu eleştirilerin en sertlerinden biridir. Nietzsche, Latin halklarının ve Kilise babalarının yaptığı bu yorumu, insanlık adına bir “Decadans (çürüme/çöküş)” olarak yorumlar. Nietzsche’nin kalkış noktası “nihilist”tir. Ancak Kilisenin yarattığı dinsel psikolojiyi ele vermesi açısından da hayli öğreticidir. O, şöyle diyor:

“Hristiyanlığın tarihi –hem de, daha çarmıhtaki ölümden başlayarak- kaynaktan bir simgelemin adım adım kabalaşan bir biçimde yanlış anlaşılmasının tarihidir. Hristiyanlığın hep daha geniş, hep daha çiğ, içinde doğduğu koşullara hep daha uzak kitlelere her yayılışında, Hristiyanlığı vülgarize etmek, barbarize etmek hep daha gerekli olmuştur. İmperium Romanum’un bütün yeraltı tapınışlarının öğretilerini ve törenlerini her türden hastalıklarını içine alıp yutmuştur. Hristiyanlığın yazgısı, ona inanmakla doyuma ulaşacak gereksinimler ne denli hastalıklı, ne denli aşağı ve bayağı ise; ona olan inancın da, o denli hastalıklı, aşağı ve bayağı hale gelmek zorunda olmasında yatar. Sonunda bu hastalıklı barbarlık kendisini “Kilise” olarak örgütleyerek güce ulaştı. Kilise, ruhun her dürüstlüğüne, her yüceliğine, tinin her yitirilişine, her özgür yürekli, iyi yürekli insancılığına karşı ölümüne düşmanlığın biçimi/formudur.” (s. 54). “Dürüstlükle en ufak ilişkisi olan kişi, bugün bilmek zorundadır ki, bir tanrıbilimci, bir rahip, bir papa, söylediği her cümle ile yalnızca yanılıyor değildir; yalan söylüyordur.” (s. 55) “Pavlus’ta “iyi habercinin (İncil)” karşıt tipi cisimleşmiştir. Nefretin, nefret düşünün, nefretin acımasız mantığının dehasıdır o. Neleri kurban etmedi ki bu Dysngelist. En başta da Kurtarıcının (Hz. İsa) kendisini kendi çarmıhına gerdi.” (s.61). “ Hristiyanlık, insan ile insan arasındaki her türlü derin saygı ve mesafe duygusuna karşı, yani kültürün her türlü yükselme ve büyümesinin önkoşuluna karşı, kötü içgüdülerin en gizli köşe-bucağından çıkarak ölümüne bir savaş vermiştir.” (63). “Aldanmamalı! (Papazlar): ‘Yargılamayın’ derler, ama yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını sağlayarak kendileri yargılarlar; Tanrıyı yüceltmekle kendilerini yüceltirler; tam da kendi elde edebilecekleri –dahası, üstte kalmak için gereksedikleri- erdemleri teşvik etmekle kendilerine erdem uğruna güreşiyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümü verirler.” (s.65)…

Müslümanlık Eleştirisi (M. Akif)

Son 150 yılda İslam dünyasında Müslüman tecditçi düşünürler, Sünnilik ve Şiilik mezheplerinin ortaya koymuş oldukları tarihsel-teolojik yorumların yaratmış oldukları taklitçi/dogmatik “dindarlık” tarzları üzerine ciddi eleştiriler yapmışlardır. Bu düşünürlerden bazıları şunlardır: Şah Veliyullah Dihlevi, Cemalettin Afgani, Musa Carullah, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmat Han, Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Mahmut Muhammed Taha, Taha Abdurrahman, Muhammed Arkoun, Muhammed Abid Cabiri, Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Nasır Hamid Ebu Zeyd, Ali Şeriati, Abdulkerim Süruş… Bunlardan Mehmet Akif’in yazmış olduğu manzum “Safahat” adlı 500 sayfalık şiir kitabı (M. Ertuğrul Düzdağ. İst. 1981) Sünniliğin yaratmış olduğu dogmatik dindarlığın bütüncül bir eleştirisidir. Örnek olarak, şöyle diyor:

“Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:

Ne müthiş bir hamaset (duygusal dinamizm-İG) çarpıyor göğsünde Kur’an’ın!

O vicdan nerededir, lâkin? O iman kimde var?… Heyhat!

Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyat!

O imandan velev pek az nasip olsaydı millette,

Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!” (s. 323)

…….

“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…

Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!

Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;

Müslümanlık, bilmeme amma, galiba göklerdedir!” (s. 311)

……

“Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin maskaraya.” (s 268)

…….

“Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?

“Tevekkül” öyle “tahakküm” demek mi Yezdan’a?

Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’an…

Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhatap olan!

Bütün (ilahi) emirlere ilan-ı harp eden şu sefih,

Mükellefiyeti, Allah’a eyliyor tevcih.” (s. 269)

Sonuç

Bugün İslam dünyasında -az da olsa- “Takva”ya dayanan dindarlık örnekleri yaşandığı gibi; çoğunlukla dogmatik/taklitçi (vicdansız) örgütlü dindarlıklar kol gezmektedir. Kör selefilik (IŞİD), petro-dolar Selefiliği (Suud-i Arabistan), katı dogmatik/taklitçi Hanefilik (Taliban), Afrika Selefiliği (Boko-Haram), Mollalar ve Ayetullahlar Teokrasisi (İran Şiiliği), Türk Tasavvuf Sünniliği (FETÖ) ve daha bir sürü Tarikat-Cemaat ve siyasi parti örgütlenmeleri, “dindarlık” adına vicdansız, fahiş felaketler üretmektedir. Bu duruma tepki olarak her üç dinin müntesiplerinden bir bölümü vicdanı dinden bağımsızlaştırarak deist, ateist, seküler kurumlar, kavramlar, siyaset ve ahlak teorileri önermişlerdir. Bunların sonuçları da başarı ve başarısızlıklarıyla 300 yıldır ortada duruyor. Çözümü, Allah, Kur’an’da göstermişti: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaktan ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin (vicdanlarının) saygı ile ürperme zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip (Yahudi ve Hristiyanlar); fakat üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar (vicdansızlaşan) gibi olmasınlar. Onların çoğu fasık kimselerdir.” (57/16).

Dogmatik Taklitçiliğin Kaderi: “Vicdansız Dindarlık” – I. Bölüm

Vicdan, Din ve Dindarlık

 

Peygamberlik/Vahiy kurumu, insanın yaratılışta Allah tarafından kendisine verilen vicdan kapasitesini diriltmeye-dinamikleştirmeye çalışır. Ancak bu çabanın başarılı olabilmesi için -paradoksal bir şekilde- vicdan kapasitesinin “diri” olması gerekir. Yani ilk/etkin sebep vicdandır: “Kur’an’ı, vicdanı diri olanları uyarman ve kâfirler için de azap vaadi gerçekleşsin diye indirdik.” (36/70). “İnsanın kendiliğine ve onu düzgün bir formda şekillendirip ona kötülük yapma ve ondan kaçınma/korunma kapasitesini verene and olsun ki, kendini, vicdanı ile arındıran kurtuluşa ermiş; kendini kötülüklere gömüp kirleten kimse de kaybetmiştir.” (91/7-10). Burada da kurtuluşu veya kaybı belirleyen ilk adım/sebep, insanın kendisi yani vicdanıdır. Din, özünde bu vicdanı aktüelleştirmek, aktif kılmaktır: “Özünü dürüstçe dine çevir: Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru ‘Din’dir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (30/30). “Hakkında kesin bilgin olmayan şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp (vicdan), ondan sorumludur.” (17/36).

 

Bireysel, daimî, dini bilginin kaynaklarının (kulak-göz-kalp) “vicdan” olduğu gayet açık. Vicdan, Allah’ın insanı yarattığında ona kendinden üflediği “Ruh”tur (15/29). Sorumluluk mercii olarak vicdan, gökler, yer ve dağların kabul etmediği; özgürlük ve sorumluluk olarak insanın kabul ettiği bir yetidir (33/72). “Ezeli misak” metaforunda Allah’ın: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna İnsanlık ruhunun (vicdan): “Bela: Tabii ki Rabbimizsin” cevabı (7/172), vicdanın, sorumlu tutulmanın esas/temel mesnedi olduğunu ifade eder. İnsanların: “Kıyamet günü: ‘Biz, bundan habersizdik’ diyemeyecek olmaları” (7/172), bunun kanıtıdır.

 

Vahiy, Allah’ın insan (peygamber) vicdanı aracılığı ile insanların vicdanına hitap ederek onları hidayete çağrısı, irşat etmesi, onlara nasihat etmesi ve vaaz etmesidir (72/2, 2/23, 11/34…) Vahyin mü’minlere çağrısı, onların daima hasbî (dürüst) ve muhasibi (eleştirel) olmalarıdır. Evrensel ve ebedi kurtuluşun yeterli şartları bunlardır. Bir peygamberle karşılaşmak, zorunlu değildir. Tarihsel olarak da akıl-baliğ olan herkes, bir peygamberle karşılaşmamıştır. Mu’tezile ve Matürîdilik ekolleri, “Fetret Dönemleri”nde insanların “denenme”sinin devam ettiği kanaatindedirler ki bu, doğru bir yorumdur. Peygamberlik/vahiy, bir lütuf ve rahmettir. Herkesi bağlayan evrensel sorumluluk: “Bütün sözleri dinleyip, en güzeline/doğrusuna uymak”tır (39/18). İnsanların, ibret verici olay ve olguları, yani Güneş Sistemi, Ekosistem ve insanın kendi mükemmelliğini ibretle gözlemeleri ve sözleri “can kulağı” ile dinlemeleridir (69/12).

Vahiy ve peygamber ile muhatap olmuş mü’minlerin ise, en güzel/iyi sıfatları (esmau’l-hüsna) ile Allah’ın karakterini tanıyarak ve Ahiret bilinci (Takva) ile sürekli tetikte ve teyakkuzda (ahlaklı) olmalarıdır. “Eğer siz muttaki olursanız, Allah size iyiyi kötüden ayıracak bir anlayış verir.” (8/29). Din, diri bir vicdan, canlı ve doğru/müstakim bir imanın sentezidir ve salt vicdandan daha etkindir. Sokak insanının/herkesin, dogmatik/taklitçi (kör-inanç sahibi) mü’minler değil; “Düşünen (tefekkür-taakkul-tezekkür-tafakkuh-tedebbür) Dindarlar” olmaları, asıldır. Yahudi, Hristiyan veya Müslüman olmak, hakikat konusunda boş kuruntulara/vehimlere saplanmayı engelleyemez (4/123). Hatta peygamberler bile, bu ayartıya kapılabilir (75/16, 20/114).

 

Kur’an ve Sünnet/Hadis, mü’minlerin vicdanını diriltmeye çalışmış iken; Mezhepler, bu iki kaynak aracılığı ile bunları dondurarak, birçok noktada da bunları yanlış yorumlayarak, yorumları dondurarak mü’minlerin bir kısmının vicdanını dumura uğratmışlar, onları taklide, dogmatikliğe, kör inanca boğmuşlardır. Peygamberlerin ölümünden sonra yorum/mezhep kaçınılmazdır denilebilir; ancak, yorumların dogmatikliğe/taklide, kör inanca, bağnazlığa yuvarlanmaları savunulamaz. Esas olan, vahyin ve peygamberin yaptığı tecdidin, mü’minler tarafından hasbi ve muhasibi olarak daima sürdürülmesidir. Vicdan dumura uğrayınca, vicdansızlık İslam dünyasında “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”ler ile işbaşında olmuştur.

 

Vicdansız dindarlığın başlıca saikleri şunlardır: 1-Duyarsızlığın, cehaletin, tembelliğin oluşturduğu konformizm. 2- Zahmetsiz ve zorlanmaksızın mutlak hakikate malik olma zaafı, hamakati, kurnazlığı. 3- Fatura ödemeden Tanrının gözdesi olma garantisi. 4- Ebedi kurtulmuş olma zannının rahatlığı. 5-Güç istenci, tahakküm arzusu ve kemikleşmiş kibrin (gurur) benliği kaplaması.

 

 “Vicdansız Dindarlık” Eleştirileri

 

Peygamberlerin ölümünden sonra bütün dinlerin tarihi göstermektedir ki, mü’minlerin dar görüşlülüğü, cehaleti, bağnazlığı, taklitçiliği, bencilliği, kibri, zayıflığı, hercailiği, vicdan yerine sürü mantığını benimsemeleri yüzünden peygamberlerin davası, büyük ölçüde tam tersi bir muhtevaya bürünür: “İnsanlar, dinlerini kendi aralarında paramparça ettiler; her mezhep de, kendi yorumundan son derece emindir (23/53). Her yeni peygamber taklitçi/dogmatik, kör-inanç sahibi, bağnaz mü’minlerin kendileri üzerine koymuş oldukları “…ağır yükleri ve boyunlarına-ayaklarına bağlamış oldukları zincirleri kaldırır…” (7/157). Bu durum, ilanihaye sürüp gider.

Kur’an, Yahudileri, Hristiyanları ve onların din adamlarını (Haham, Ahbar, Ruhban, Papaz…) bahsetmiş olduğumuz vartaya düşmüş olmalarından dolayı sürekli ve kıyasıya eleştirir. Maatteessüf, Müslümanlar da, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Sünni-Şii-Harici mezhepler yolu ile büyük ölçüde aynı vartanın içine düşmüşlerdir. Müslümanların oluşturdukları “her mezhep de, dini hakikatin mutlak olarak kendinde olduğundan son derece emindir.” (23/53). Bu mezhepler, mü’minlerin kendi ahlaki yetersizlikleri yüzünden 100 sene süren iç savaştan (“Büyük Fitne”) sonra ortaya çıkmış; kemikleşerek, dogmatikleşerek, taklide yuvarlanarak ve donarak devam etmişlerdir. İslam’ın, şeriatların neshi ve yenilenmesi ile süren “Hareketli Cevher” özü, “Sabit Din Dinamik Şeriat” olarak devam ettirilememiştir. Şimdi, dinler tarihinde yaratılan “vicdansız dindarlıklar”a yapılan eleştirilerden bazı örnekler verelim.

 

Yahudilik Eleştirisi (Hz. İsa)

 

Kudüs’te mabetlerini ticarethaneye çeviren Yahudilere Hz. İsa şöyle demişti: “Benim evime dua evi denecek. Ama siz, burayı haydut evine çevirdiniz.” (Matta, 21. Baba, 12-13). Hz. İsa, Yahudileri ve din adamlarını sert bir şekilde şöyle eleştirdi: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri, Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız; dininize döneni de, kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Sizi gidi yılanlar, sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kurtulacaksınız? İşte bunun için size peygamberler, bilge kişiler ve din bilginleri gönderiyorum. Bunlardan kimini öldürecek ve çarmıha gereceksiniz. Kimini Havralarda kamçılayacak, kimini kentten kovacaksınız. Böylelikle, doğru kişi olan Habil’in kanından, tapınakla sunak arasında öldürdüğünüz Berakya’nın oğlu Zekariya’nın kanına kadar yeryüzünde akıtılan her doğru kişinin kanından sorumlu tutulacaksınız. Size doğrusunu söyleyeyim, bunların hepsinden bu kuşak sorumlu tutulacaktır. Ey Kudüs! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Bir tavuk civcivlerini kanatlarının altına nasıl toplarsa, ben de kaç kez senin çocuklarını öylece toplamak istedim. Ama siz, istemediniz. Bakın, eviniz ıssız bırakılacak! Size şunu söyleyeyim: ‘Rab’ın adıyla gelene övgüler olsun’ diyeceğiniz zamana kadar beni bir daha göremeyeceksiniz.” (Matta, 23. Baba, 13-39).

Tarikat ve Cemaatlerin İslami Meşruiyet Sorunu

Bütüncül Bir Yapı Olarak İslam

İslam, 610-632 tarihleri arasında Arap yarımadasında mevcut olan sosyolojik ve sosyal psikolojik olarak yerleşik dini, iktisadi, hukuki, politik örfler/gelenekler, toplumsal yapılar, kurumlar toplamına itiraz eden, başkaldıran, onların büyük bir bölümünü kıyasıya eleştiren, yeni bir “Dünya görüşü”, din ve kültür olarak doğmuştur. Kendisi metafizik, ahlaki, toplumsal yeni ilkeler koyarak bu kriterlere göre oluşmuştur. Yani her mevcut olanı, “olması gereken” olarak görmemiştir. Mevcut olanların bir bölümünü ilga; bir bölümünü de ıslah etmiştir. Hatta önceki şeriatlardan miadını doldurmuş hükümlerin bir kısmını dahi “nesh” ederek onların yerine yenilerini getirmiş, onları tecdit etmiştir.

İslam toplumu, Allah, peygamber, âlimler ve yönetici (Emir Sahipleri) otoritesi altında “Cami Cemaati” olarak müminler ve anlaşmalı olan (ahit) gayrimüslimlerden oluşmuştur. Toplumun genel hedefleri Allah yolunda cehd/cihat, kendi aralarında adalet-merhamet, infak ve ıslah (emir bi’l-ma’ruf) çabasıdır. Hristiyanlık, tarihe gizli/yeraltı bir “cemaat” olarak çıkarken; İslamiyet, bir “Cemiyet/Toplum” olarak çıkmıştır. Kur’an’da maddi-manevi olan, dünyevi ve uhrevi olan, ruhsal ve bedeni olan, akli ve nakli olan… yazı-tura veya bir kâğıdın iki yüzü gibi bir “bütün”dür.

Tarikatlar

Erken dönemde oluşan Fıkıh ve Kelam disiplinlerinin, Kur’an’da ortaya konan düşünce-duygu ve davranış boyutları ile dinsel ilişkiyi/hayatı bütüncül olarak ortaya koyamaması; yönetimde Kur’an’ın tavsiye ettiği “şura” yerine, Saltanatın ortaya çıkması ve neredeyse 100 yılı alan kabileciliğe dayanan iç savaş, bir içerleme ve uçuklama olarak “Tasavvuf” kristalleşmesini doğurmuştur. 2’nci yüzyılın ortalarından itibaren oluşan “Tasavvuf” eğilimi, İslam’ın bireylere biçmiş olduğu genel sorumluluklardan ciddi oranda koparak “Zühd” kavramı altında, dünyadan ve toplumsal sorumluluklardan uzaklaşarak “Allah’ı tecrübe etmeyi”, O’nunla “hem-hal olmayı” (aşk-fena, ittisal, vusul, hulul, istiğrak, vahdet…) dini bir amaç, hedef ve gaye olarak vazederken; otorite olarak da Yahudi ve Hristiyanlıkta oluşan din adamlarına (Ahbar-Ruhban) benzer Veli, Şeyh, Gavs, Kutup, Mehdi… denen kişileri icat etmiştir. Bunların kontrolünde örgütlü hale gelmiştir (Tarikat). Böylece İslam’ın “Cemiyet/toplum” halinde Müslüman bireye koymuş olduğu hedefler ile Tarikatların Müritlerine göstermiş oldukları hedefler arasında bir ayrışma/kırılma meydana gelmiştir.

Kur’an’ın oluşturmak istediği ahlaki topluma koymuş olduğu ajanda özetle şöyledir: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin dostudurlar. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. Namazı içtenlikle eda ederler, vergilerini (zekât) öderler; Allah’a ve resulüne itaat ederler; işte bunlara Allah merhamet edecektir…” (9/71). Tarikatlar, yeni bir teoloji ve sosyoloji olarak bu toplumsal hedeften belli oranda saparak gruplar halinde bireysel-mistik/ruhsal maceralara sapmışlardır. Tarikatlar ile oluşan teolojik, sosyolojik ve politik kırılma şöyle sıralanabilir:

1- İslam, müminler için Allah, Peygamber ve politik yöneticileri meşru otorite olarak belirlerken; Tarikatlar, kerameti kendinden menkul, kutsallaştırılmış kişileri otorite ve İslam’ın “temsilcisi” olarak belirlemektedirler.

2- Dini konularda İslam’a göre âlimlerin iknaya dayanan ve mutlak olmayan, tartışmaya, eleştiriye ve itiraza açık otoriteleri geçerli iken; Tarikatlarda kutsanmış kişilerin mutlak otoriteleri geçerlidir.

3- İslam toplumunda bireyler, hukuki kurallar çerçevesinde hür kişiler iken; Tarikatlarda müritler, kutsal kişinin emrinde, gassalın (ölü yıkayıcısı) elindeki ölü gibidirler.

4- İslam, bireyleri her türlü dünyevi, ahlaki, politik sorunlar karşısında sorumlu tutarken; müritlerin dini ajandası, bu hedeflerden soyutlanmış, salt Allah ve Ahirettir. Yani dinin davası, “Mülk” âleminden “Melekût” âlemine kaymıştır. Dikey ve yatay olan arasında kurulan denge bozularak dikey (vertical) yürüyüş (miraç) asıl haline gelmiştir.

5- İslam, bireyler için cihadı, infakı ve ıslahı hedef olarak koyarken; Tarikatlar zikri, tesbihi, çileyi ve riyazeti dini “amel/ajanda” olarak vazederler.

6- Tarikatlar, zamanla kendilerinde politik güç gördüklerinde politik otoriteye başkaldırmışlardır. İslam toplumları (Selçuklu-Osmanlı) tarihi bu tür isyanlar ile doludur.

7- Tarikat şeyhleri, politik yöneticileri kendilerine mürit yaptıklarında onlara istediklerini yaptırmışlardır.

8- Tarikatlar, mümin bireyin karakterini, şahsiyetini, İslam’ın genel kurallarına göre şekillendireceği yerde; Şeyhin, Velinin, Gavsın, Kutbun, Mehdinin kişisel karakterine/meşrebine/psikolojisine göre şekillendirir. (Rabıta).

9- İslam’da ameller, hem “niyetler” ve aynı zamanda “sonuçlarına” göre değer kazanırken; Tarikatlarda niyetin samimi olması yeterli kabul edilerek, bu samimiyetin cehaletle birleşmesinin doğurduğu korkunç sonuçlar ıskalanmıştır.

10- Müritler, kendilerini “Sahabe” gibi seçilmiş Allah’ın en gözde, -hatta günahsız- kulları olarak görerek “tevazu” kisvesinde korkunç bir “kibir” ortaya koyabildiler. Gavs ve Kutuplara atfedilen ilahi tasarruflar hatırlanabilir.

11- Bazı tarikatlar, değişik dönemlerde örgütlü yapılar olarak meczup, zayıf, tembel, miskin insanların sığınağı olarak üretimden ve el emeğinden koparak bedava/beleş yaşama merkezlerine dönüşmüştür: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”

12- Teolojik bir yorum hatasının, toplumsal (sosyal-psikolojik) bir hastalığın sosyolojik formasyon olarak yaygınlaşması ve uzun sürmesi, onun bir tür dekadans (çürüme/çöküş) olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Bunu görecek eğitilmiş gözlere (âlimlere-düşünürlere) ihtiyaç vardır.

13- Örgütlenmemiş Tasavvufta ve İbn Arabi’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücut (Teo-Ontoloji) teorisinden devşirilen muazzam ve de birçok yanı ile “İslamî/Kur’anî” olmayan Hümanizm (Gel, ne olursan ol, yine gel…) Rabia, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, Nesimi gibi figürleri ortaya çıkarmış ve Moğol İstilası sonrası Anadolu’nun birliğini sağlamıştır. Ancak aynı Teo-Ontolojiden devşirilen politik felsefe ve tarikat örgütlenmeleri, farklı totaliter yapılar da üretebilmiştir.

Özetle, tarihte oluşmuş bu teolojik ve sosyolojik yapılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar özellikle Türk Tasavvuf Sünniliğinin bir tezahürü olarak sosyolojik varlıklarını korumuşlardır. İmparatorluğun ekonomik ve politik olarak yıkılmasında bu yapıların rolünün ne olduğuna ilişkin kritik bakış açısı ile yapılan ciddi bilimsel çalışmalar oldukça azdır. Genellikle sosyoloji, kendiliğinden “olması gereken” olarak lanse edilmektedir. Cumhuriyet devrimlerini yapan politik önderlik, bu yapıları, çöküşten sorumlu tutmuş ve yasaklamıştır. Teolojik olarak ciddi bir eleştiri yapılmadığı için bir müddet sonra tekrar mantar biter gibi, bu sosyoloji, olduğu gibi geri gelmiş, tezahür etmiştir.

Cemaatler

Cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu kültür devriminin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Geleneksel “dini” kurumlar olan Hilafet, Şeriat ve Tarikatın ilga edilmesi, dindar vatandaşlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmış; dini hamiyeti olan vatandaşlar Nurculuk, Süleymancılık, Işıkçılık vs. adları ile dernek, vakıf kurumları ile Kur’an kursları, yurtlar ve evlerde dini faaliyetler yürütmüşlerdir. Mevcut siyasal yönetimi gayri meşru gördükleri için ona paralel birer yapı oluşturmuşlardır. 1960’larda, çok partili hayata tekrar geçtikten sonra muhafazakâr yönetimler, bunlarla işbirliğine girmiş, onlardan politik destek almış ve faaliyetlerine göz yummuşlardır. Çünkü seküler yöneticilerden farklı olarak onlarla aynı kültürel kodlardan gelmiştirler.

Tarikat dinsel bilinci ve örgütlenme tarzı, Osmanlı Devleti’nin çökmesinin önemli nedenlerinden biri olduğu halde Cemaatler, yeni kurulan seküler/laik devlette (T.C) aynı bilinç ile dinsel “çözüm” olma iddiasındadırlar. “The Cemaat” ve “15 Temmuz” bunun iyi bir örneğidir. Diğerleri de benzer sevdanın peşindedirler. 1950 sonrasında muhafazakâr iktidarın dinsel yasakları gevşetmesi, seküler elitleri “Karşı Devrim” korkusu/kuruntusu/vehmi ile darbe yapmaya ve muhafazakâr önderleri idam etmeye sürüklemiştir. 1960 ihtilalinden sonra muhafazakârlar tekrar iktidara gelerek dinsel yasakları zamanla ortadan kaldırdığı halde; Cemaatlerdeki “Daru’l-Harp” anlayışı, varlığını koruyarak illegal tasarruflar/paralel yapılar ile faaliyetlerine devam etmektedirler. İllegal medreseler, Kur’an kursları, denetimsiz yurtlar ve evler, bunun tezahürleridir. Buralarda işlemekte olan “samimi” dinsel habitusu ve sonuçlarının felaketini görmek gerekir.

Muhafazakâr siyasal iktidarlar, bu yapılar ile işbirliğine girip onlardan oy devşirdikleri için onların ıslahı ve denetlemesi işine iltifat etmemektedirler. Cemaatler, Anadolu insanının dinsel bir habitusu olarak, ne dinsel yaşam tecrübesini yenileme, ne de toplumsal örgütlenme tarzını yenileme başarısını gösterebilmiş anakronik yapılardır. Anadolu’da bu tecdidi başarabilecek teolojik-entelektüel bir birikim de henüz oluşmamıştır. Zaman zaman buralarda yaşanan trajik intihar, ölüme sebebiyet verme-öldürme ve cinsel tecavüz olayları, bunun tipik göstergeleridir. Bu yapılar, aynı zamanda birer politik ve iktisadi formasyonlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Özetle, cemaatlerin Türkiye Cumhuriyeti’nde oluşmasının politik-teolojik nedenlerini anlamak mümkün. Bu gerçek, buralarda süren dinsel yaşamın, İslami sahihliğini onaylamak anlamına gelemez.

 

Dinde Samimi Niyet ve Muhtemel Felaket Sonuçları

1- TEOLOJİK VE TARİHİ ARKA PLAN

Samimiyet, insani ilişkilerde, ahlakta ve dinde önemli bir hususiyettir, gerekli bir şarttır; fakat yeterli değildir. Samimiyetin, şuur/bilinç ve anlama ile birlikte olması gerekir. Cehalet ve taklit/dogmatizm ile birleşmesi halinde sonuçları hüsran ve felaket olur. Sünni doktrin, “Ameller, niyetlere göredir” hadisini şiar edinmiştir. Ancak, işin diğer yarısını yani amellerin sonuçlarını ihmal etmiştir. Başka bir sahih hadis, “Ameller, sonuçlarına göredir” der (el-Buhari, Sahih, er-Rikak. Hadis no:6493). Samimiyet/iyi niyet ile girişilen ilişki veya eyleme/amele, uyanık-aktif bir bilinç ve keskin bir vicdan ile birlikte yanısıra ilişki ve eylemin, faile ve topluma karşı doğuracağı muhtemel maslahat-menfaat veya mefsedet-mazarrat hakkında bir ön-görüye sahip olması gerekir. Kur’an, gerekçesiz ve cehalet-taklit-dogma içeren samimiyet ile bağlanılan batıl itikad ve batıl amellerin sonuçlarının makbul olmadıklarını; hüsran ve felaket olduğunu defaatle vurgular. Birkaç örnek verelim: “Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” dendiğinde; “Ne münasebet! Biz, sadece ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin, onlar, bozguncudurlar; fakat kendileri, bunun farkında değiller.” (2/71). “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir. Fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler. “ (18/103-104). Medyen halkı, Şuayb Peygambere şöyle itiraz ediyorlardı: “Senin dinin mi bizi babalarımızın taptığı ilahlardan vazgeçmemizi ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.” (11/87).

Erken İslam tarihinde Haricilerin dogmatik, düşüncesiz, kör samimiyetleri, şiddete teşne tabiatları ile birlikte, başta güzide halifelerden Hz. Ali olmak üzere, binlerce insanın katledilmesi sonucunu doğurdu. Samimiyetlerinden ne kendileri, ne de başkaları kuşku duymuyordu. Ancak, itikatları ve amellerinin doğurduğu sonuçlar, İslam’ın makasıtları ile bağdaşmıyordu. Bunun sebebi, edindikleri-oluşturdukları itikatlarının ve eylemlerinin doğuracağı sonuçları, anlamlı ve şuurlu bir şekilde, düşünce ile hesaba katmamalarıdır. Niyetlerinin halis/samimi olmasının din/denenme için yeterli olduğuna inanmaları idi.

Benzer bir durum, ortaçağlarda Hristiyan Katolik kilisesi tarafından ortaya konmuştur. Samimiyetle/Allah rızası için ve fakat dogmatik-kör inanç ile yüz binlerce insanı katlettiler ve akıl almaz işkencelere tabi tuttular. Benzer şekilde, 19. ve 20. Yüzyıllarda seküler Faşizm ve Komünizm ideolojileri de samimiyetle milyonlarca insanın katledilmesine sebebiyet verdiler. Dünyanın değişik tarihlerinden ve değişik kültürel-dinsel coğrafyalarından yüzlerce örnek vermek mümkündür.

2- GÜNÜMÜZDEN ÖRNEKLER

Türkiye’de 1970’li yıllarda Fetullah Gülen “Hoca Efendi” diye çağrılan kişinin başlatmış olduğu “Hizmet Hareketi” diye isimlendirilen örgüt, samimiyet ve Allah rızası motivasyonlarına dayandığını söyledikleri ve İslam’a-Türkiye’ye, -hatta Dünya’ya- “Hizmet” etme iddiasında idiler. Ancak Hariciler ve Kilisede olduğu gibi, itikatlarının ve eylemlerinin doğuracağı ahlaki sonuçları, İslam’ın genel maksatları ile mütenasip olarak bilinç/şuur, anlam ve keskin bir vicdan ile hesaba katmadıkları/gerekçelendirmedikleri için; soru çalmadan, kurumlara ve insanlara “kumpas” kurmalara, kamu kaynaklarını hukuksuzca (adalet), “Kanun”lar ile kendilerine tahsis ederek ve “takiyye” yaparak devletin içinde “Paralel Yapı” kurmalara ve sonun da ABD/CIA ile işbirliğine girip Türkiye’nin seçilmiş meşru iktidarına darbe yapacak bir “ihanet” noktasına vardılar (15-Temmuz/FETÖ).

İki binli yılların başında kurulan “Muhafazakâr” Ak Partisi, yine samimiyetle, -“Alnı Secde Görme” ortak paydasında- bu “Hizmet Hareketi” ile işbirliğine girerek, onların palazlanması için her türlü devlet ve kamu kaynaklarını onlara tahsis etmede bir mahsur görmediler. Yaptıkları haksızlıklara ve hukuksuzluklara uzun bir süre göz yumdular. Bunun sebebi de, kendilerinin ve onların “dini samimiyet” lerine inanmaları idi. Ancak, amellerinin doğurdukları ve doğuracakları sonuçların 84 milyon vatandaş açısından neye mal olduğunu düşünüp hesaba katmadılar.
Ak Partisinin Suriye Politikası, başka bir örnek olay olarak verilebilir. Samimiyetle, “Gönül Coğrafyamız”da önceden dost oldukları Beşar Esat rejimini devirmek ve “Ümeyye camisinde cuma namazı kılmak” için, “Arap Baharı” dalgasına kanıp, kendilerine daha yakın gördükleri Suriye muhalefetini (İslamcıları) destekleyerek ülkenin iç savaşa sürüklenmesine ve parçalanmasına sebebiyet verip; sonucunda beş milyon mülteciye sığınak olmak ve güney sınırlarımızda bir “Terör Devleti (YPG)”ne katlanmak kaderimiz oldu. Oysa Suriye’nin iç ve dış dinamikleri, iyice hesap edilebilseydi, bu vartaya düşülmeyebilirdi. HAS partisinin, o günlerde böyle bir rapor hazırlayarak kamuoyuna sunduğunu biliyorum. Hükumet, iltifat etmedi.

Son örnek, samimiyetle olduğuna inanmak istediğim “Faiz Yasağı”ndan kalkarak uygulanan ekonomi politikalarının, döviz, altın ve borsalarda doğurduğu çalkalanmalar ve bunların vatandaşlar ve ülke ekonomisinde doğurduğu ekonomik zararlardır. Atılan adımların doğurabileceği muhtemel zararlar ve maslahatlar, yani “sonuçlar” hesap edilmeden; samimiyetle “Nass var” diyerek atılan adımlar, bu sonuçları doğurdu. Faizi düşürmek ve –gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi- sıfıra indirmek hedefi doğrudur; fakat “Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değecek.”; “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmayacaksın.” Yani sonuçları da hesap edeceksin: “Zaruretler, mahzurlu olan şeyleri mubah kılar.” diye bir Fıkıh Usulü ilkesi vardır. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, bu sonuçları “hesapladığını” söylüyor. İnşallah, hesaplar doğrudur.

3- ÇÖZÜM

Fransız filozof Alain Bodiou, “Etik” adlı kitabında ahlaki kötülüğün başlıca üç kaynağı olduğunu söyler: 1- Taklit, yani sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak. 2- İhanet, yani kendi çıkarı uğruna bir hakikatten vazgeçmek. 3- Felaket, yani adlandırılması zor olanı zorlamak; ahlaki hakikatin –parça parça, biricik değil- bütüncül gücüne inanmak. Birinci kötülükten kurtulmak için, taklite düşmeden, tetkike, tahkike, analize “Devam et!” buyruğuna ferasetle kulak asmak. İkinci kötülükten kurtulmak için, çesaretle dürüstlükten “Vazgeçme!” buyruğuna sadakat göstermek. Üçüncü kötülükten kurtulmak için de, itidali tercih ederek “Bütünlük aşırılığına kapılma(mak)!” buyruğuna bağlı kalmaktır. (Alain Bodiou, Etik. Çev: Tuncay Birkan. İst. 2016. S 92).

Dindarlar, bu kötülüklerden genellikle birincisine ve üçüncüsüne düşerler. Müslümanların, bunlara düşmemeleri içi, Kur’an’ın “İman” konuları (Tevhit-Ahiret-Nübüvvet) ile amel-muamelat/ahlak konularını birbirinden ayırıp; ikincilerin, “İman” konusu değil; gerekçeleri ve maksatları ile “anlama-yorumlama-tecdit” konusu, yani “şeriatların birbirini neshetmesi”nde olduğu gibi; gerekçeli olarak yeni şartlara göre “nesh”edilebilip yenilenebileceğini kabul etmeleri gerekiyor. Hz. Ömer’in, Ata b. Ebi Rebah’ın, Ebu Hanife’nin, Ebu Yusuf’un, N. Tufi’nin görüşleri bu doğrultudaydı. İmam Matüridi, buna “İçtihadi Nesh” demişti. Ben de “Sabit Din Dinamik Şeriat” demiştim. Ancak, İmam Şafii’nin kurmuş olduğu ve daha sonra bütün Sünni fıkıh mezheplerinin benimsemiş olduğu “Fıkıh Usulü”, bu dinamizmi yok etmiştir. Zira Şafii’ye göre, hakikat, sadece Allah’ın ve Resulünün söyledikleridir. Gerisi, şeytanın vesveseleridir. Yani dinde ahlaki-hukuki hüküm (doğru-yanlış/helal-haram) koyma yetkisi (Şari) sadece Allah ve Peygamberindir. Bu teori de, müminleri “samimiyetle” ve kolayca birinci ve üçüncü kötülüğe sevk etmektedir.

“Kitabına Uydurma” veya “Hile-i Şeriyye” (III)

3-Çözüm

Müslüman zihninin “helal-haram” konusundaki zihin dağınıklığının ve tutarsızlığının sebebi Kur’an’ın ahlaki-hukuki muhtevasını yorumlamadaki “parçacı-lafızcı” Şafii fıkıh usulü teorisidir. Bu teori bütün hukuki hakikati “edille-i şeriyye/edille-i erbaa” (Kaynaklar: kitap-sünnet-icma-kıyas), Kur’an ve sünnete/hadise indirgemiş, insan vicdanını/aklını kaynak (istihsan-zaruret-maslahat) olmaktan çıkarmış, kıyas da zamanla  “kitabına uydurma” ve “hile-i şeriyye”ye dönüşmüştür. Çünkü kaynakların parçacı ve lafızcı yorumu, yeni doğan sorunları kaynakların altına çekme veya bunların çözümlerini kaynakların altından çıkarma (istinbat-istihraç-istismar)  kapasitesini haiz değildir. Zira kaynaklarda sınırlı sayıda “pozitif hukuk” yasası (helal-haram) bulunmaktadır. Kur’an ana hatları ile bir iman (dünya görüşü) ve ahlak kitabıdır. Diğer taraftan Şafii’nin istihsan, maslahat ve zaruret yani “fetva (vicdan-akıl)” kaynaklarından kaçınmasının gerekçesinin “keyfilik”  veya “sekülerleşme” kaygısı olduğu ayrı bir gerçektir.

Bu çıkmazdan kurtulmanın yolunu Fazlurrahman şöyle izah ediyor: “Kur’an’ın emir ve yasaklarının illetlerini ortaya çıkaran ve onları genel prensip veya değerler şeklinde ifade eden bu prensip ve değerleri sistemleştiren ve nihayet onlardan hüküm/kanun (helal-haram-İG) çıkaran bir hukuki yöntem ile aynı ve aslında daha geçerli sonuçlar elde edilebilirdi… Eğer Kur’an’a dayalı bir ahlak sistemi kurulabilseydi ve hukuk ona dayandırılabilseydi; … görüş farklılıkları daha sağlam temellendirilebilirdi ve daha güzel kontrol edilip nihayetinde hukuk alanındaki karmaşa en aza indirilebilirdi. Dahası, hukuk gelişimi, daha düz bir satıhta yürüyebilirdi… Kur’an’ın mesajı birbirinden bağımsız bir dizi emirler ve yasaklar (helaller-haramlar) olarak değil de; bir birlik/bütünlük şeklinde anlaşılmalıdır… Kur’an’ın teolojisi (Dünya görüşü-metafiziği) ve Kur’an’ın ahlak sistemi ile başlanmalı ve sonra hukuk alanına el atılmalıdır. Tarihte bunun tersi yapılmış ve işe hukuk ile başlanmış; hukuk ile hiçbir irtibatı olmayan bir “Kelam (teoloji)” geliştirilmiştir… Oysa Kur’an’a uygun bir kelam/teoloji/dünya görüşü/metafiziğin ortaya konması, bilhassa “Allah-İnsan ilişkisi”ni belirlemek için zorunludur. Kur’an’a dayalı bir ahlak ilmi, Müslümanlar tarafından hiçbir zaman oluşturulmamıştır… Evet, günlük hayatın yapısı ayrıntılardan ve ufak tefek şeylerden oluşur; ama bunlar, ancak nihai/ezeli (evrensel) prensiplere göndermede bulunarak halledilebilir ve uygun şekilde yönlendirilebilir… Nihaî/temel prensiplerle canlı bir bağlantı olmayınca; özellikle ikinci asırdan itibaren peygamberin yanılmaz otoritesi (Şâri oluşu-İG) yani Sünnet ve Hadis, yardıma çağrılmak zorunda kalındı” (Fazlurrahman, “İslam’da Hukuk ve Ahlak”. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. Allah’ın Mesajı ve Elçisi adlı kitabın içinde. S.145-147).

Başka bir makalesinde Fazlurrahman, Kur’an’da değişmez ahlaki sınırlar anlamına gelen “Hududullah” kavramının İslam hukukçuları tarafından “değişmez/sabit ceza” anlamına kaydırılarak yukarıda bahsi geçen çıkmaza nasıl düşüldüğünü tasvir etmektedir. Kur’an’da “Hududullah” kavramının her geçtiği yerde “Ahlaki değişmez kurallar” anlamına geldiğini çeşitli örneklerle gösteren Fazlurrahman şöyle demektedir: “Bu gerçekler, bizi, Kur’an’ın nasıl “Hududullah” kavramının hukuki yanı ile son derece az; fakat ona ahlaki bir nitelik vermeyle ne kadar fazla ilgilendiğini durup düşünmeye zorlar. Hukuki yön şüphesiz adildir ve elverişli hukuki yan, geliştirilmek zorundadır. Fakat bu kanunların formülasyonu, sabit ve katı kanunlara çok az eğilim gösteren Kur’an tarafından, kendinin ahlaki ruhu ve ışığı tarafından topluma bırakıldı. Allah’ın hukukunu kendi ellerine alıp, onu harfi harfine uygulamaya çalışanların iddiası, iki kere yanlıştır: Birincisi, açıktır ki onlar, Kur’an’ı az anlıyorlardı; ikincisi, bu hukukun formülasyonu, herhangi bir kişinin yetkisinde değildir; “şura” kurumunun bütüncül bir ifadesi olarak bir toplumun elindedir.” (Fazlurrahman, The Concept Of “Hadd” In İslamic Law”. İslamic Studies. Vol. IV. September. 1965. No: 3 s 237-251)

Hâsılı günlük hayatta helal ve haramların Kur’an’ın ruhuna göre belirlenmesi, onun metafizik/imani ve ahlaki evrensel-değişmez ahlaki ilkelerinin belirlenmiş olduğu bir metodolojiye göre aktif olarak sürdürülmek zorundadır. Geçmişte bu başarılamadığı için bugün kitabına uydurmaya veya Hile-i şeriyyeye başvurulmaya hâlâ devam edilmektedir.

“Kitabına Uydurma” veya “Hile-i Şeriyye” (II)

2- Kitabına Uydurma veya Hile-i Şeriyye

Kur’an’da “zina” fiili haram kılınmış olduğu halde “tecavüz” fiilinden bahsedilmemiştir. Sağduyu-vicdan, akıl, bu fiilin, zinadan daha zararlı ve adi bir suç olduğunu, haram olduğunu idrâk eder. Kölelik ve cariyelik, Kur’an’ın nazil olduğu ortamda, toplumsal-iktisadi ve ahlaki hazır-bulunuş koşullarından dolayı kesin olarak “haram” edilmemiş olsa da bugünkü insanlık vicdanı köle ve cariye edinmeyi “haram” olarak görmektedir. Benzer şekilde bugün insan sağlığına zararları herkesçe bilinen sigara ve uyuşturucu kullanmanın -Kur’an’da mevzubahis edilmediği için- “haram” olmadığını hangi aklı başında insan söyleyebilir? Sigara ile şarabın muhtevaları analiz edildiğinde hangisinin daha zararlı ve dolayısı ile daha “haram” olduğuna doktorlar karar verebilir; Tanrının gözüne girmek isteyen işgüzar din adamları değil. Kur’an’ı nazil olduğu ortamda Mekke’nin para babası tüccarların yoksullara tüketim amaçlı verdikleri ve bugün “tefecilik” olarak nitelediğimiz “faiz”in haramlığı ile bugünkü bankaların –enflasyonu hesaba katarak- vermiş oldukları “kredi”lerin “faiz” olup-olmadığı, eğer faiz ise günahının (zararının) derecesini tayin edecek olanlar ilahiyatçılar değil, dürüst “iktisatçı”lardır. Faiz ve “kumar” konusunda “nass” olduğu için hassas olanlar, kapitalist sistemin diğer ekonomik aparatları olan borsa ve döviz spekülasyonları ile -durduk yerde/havadan- para kazanmanın hükmünün ne olduğunu asla umursamamaktadırlar.

İslam hukukçuları, mukavvim-menkul ve koruma altındaki sahibi gerçek kişi olan malların çalınması suçu olan “hırsızlık”ı (bir baklava dilimi dahi olsa) kılı kırk yararcasına tahlil ettikleri ve cezasının ne olacağını tartışmışlardır. Ancak kamuya/herkese ait/devlet mallarının ve mülkiyetlerinin çalınmasında “haram”ın ne olduğu ve bu suçun gerektirdiği cezanın ne olacağı konusuna pek iltifat etmemişlerdir.

Dogmatik dinsel bilinç “şâri”nin bahsetmiş olduğu “haram”ları tabulaştırarak onları “şeytan”laştırırken, onlar kadar veya onlardan bin beter olan nesne veya fiillerin “haram”lığı karşısında kılını bile kıpırdatmamaktadır. Onları ahlaki-vicdani bir tutum ile adını koyup kavramsal-değersel bir statüye kavuşturamamaktadır.

Dogmatik dinsel bilinç helal-haram konusunda gerekçesiz “ya hep-ya hiç” ve “siyah-beyaz” mantığı ile hüküm verirken, helali ve haramı belirleyen Allah örneğin şarap ve kumar konusunda son derece gerçekçi ve nesnenin-olgunun doğasını dikkate alan (gri alan barındırabilen) gerekçeli bir açıklama yapmaktadır: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ”Onlarda hem büyük günah (mahzur-zarar), hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Ama zararları, faydalarından çoktur…” (2/219). Başka bir örnek domuz etinin haramlığıdır. Müslümanlar zavallı domuzu “şeytan”a ve “günah keçisi”ne çevirmişlerdir. Domuz etinde zararlı unsurlar vardır. Hijyen ve sağlık açısından etinin yenmesi zararlıdır, bundan dolayı da haram edilmiştir. Ancak ondaki zararı abartarak domuzu ontolojik olarak “kötülük” odağı/kaynağı haline getirmek, başka alanlarda ondan yararlanmamak ne kadar doğrudur? Onun etini yiyen insanlarda doğurduğu zararın miktarı ne kadardır? Kitap Ehli (Yahudi-Hristiyan) konusunda benzer bir şeytanlaştırmaya Kur’an karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder; fakat onlardan öyleleri de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça, onu sana iade etmez. Bu da onların: “Bizim dinimizden olmayanlara (Ümmilere) karşı ahlaki bir sorumluluğumuz yoktur” demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylüyorlar.” (3/74). Bu titizlik ve insaf karşısında, Sünnilerin geliştirdiği “Daru’l-Harp”ta haramları helal sayma, örneğin faiz alıp-verme “fetvası”, ahlaksızlık anlamında “kitabına uydurmak” değil de nedir?

Sahibi bireyler olan mukavvim mal (örneğin: baklava dilimi) çalmanın “hırsızlık” olduğu ve hırsızın elinin kesilmesi gerektiği konusunda son derece titiz ve dikkatli olanlar, konu devlet malı ve mülkiyetinden, yani hazineden, kamudan, herkese ait olandan, devletten, tüyü bitmemiş yetimin hakkından çalmaya gelince oralı bile olmamaktadır. Oysa birincisi “küçük”, ikincisi “büyük” günah (zarar doğuran suç)tır, haramdır. Bunun sebebi Müslümanların tarihinde, hazine/devlet/kamu malı ve mülklerinin/tarım arazilerinin, çoğunlukla “ganimet” olarak “kâfirler”den elde edilmesidir. Aslında herkese/kamuya/devlete ait olan bu kaynaklar, hiç-kimseye ait olmayıp “Allahlık” veya onun yeryüzündeki gölgesi olarak görülen “Sultan”ın malı olarak görülmüş, yani keyfi olarak dağıtılmasında (Arpalık) veya elde edilmesinde “haram”lık görülmemiştir. “Türkçeye yerleşmiş “haydan gelen, huya gider” sözü bu kayıtsızlığı ifade eder. Osmanlı şairi Şeyh Galip’in bir beytinde: “Esrarımı Mesnevi’den aldım/Çaldımsa “miri malı” çaldım” demesi devlet malına karşı o günkü tebaanın genel tutumunu ifade eder.

Avrupa’da aynı dönemlerde mal-mülk, çoğunlukla feodal derebeylerine, krallara ve kiliseye aitti. Burjuva sınıfının yükselmesiyle ve Fransız İhtilali’nden sonra bunların hâkimiyetine ve mülkiyetine son verildi. Özel mülkiyet hukuki garanti altına alındı. Devlet gelirlerini -ağırlıklı olarak- vatandaşların ödediği “vergi”lerden oluşturmaya başladı. Kamu alanı (devlet), “herkesin” hissesi olduğu bir alan olarak kodlandı ve yetkileri-sorumlulukları hukukla belirlendi (Hukuk Devleti).

Cumhuriyet kurulduğunda Osmanlı’dan kalan ve devlete geçen toprak arazileri ve vakıf malları vardı. Siyasal iktidarlar bu mülk ve malların bir kısmını hakkaniyete ve hukuka fazla bağlı kalmadan taraftarlarının mülkiyetine geçirdiler. 1970’li yıllardan itibaren kamu arazilerinin talan edilmesine sıradan vatandaşlar da iştirak etmiştir (Gecekondu). Türkiye’de vergi ve elektrik kaçakçılığı sıradan insanların kamu malı çalma, yani “haram” yeme itiyadını gösterir. Siyasal iktidarlar kamu ihalelerinde yakınlarına ve taraftarlarına/partililere özel çıkar sağlamayı normalleştirmiştir. Bu itiyatlar “haram” olarak görülmez. Belediyeler “emsal” adı altında kamuya ait gökyüzünü –hiç kimsenin olduğu gerekçesi ile-  şehir sakinlerinin ufkunu, güneşini, rüzgârını, manzarasını örtecek şekilde, çoğunlukla da özel-grupsal (partizan) menfaat temin edecek şekilde satmaktadırlar. Belediye meclisinin oy çokluğu ile aldığı karar (kanun) meşruiyetin (helal oluşun) gerekçesi olmaktadır. Oysa her kanunun hak-hukuk-adalet (helallik) olmadığı bilinmektedir. Bu yüzden şehirler mimari-insani, estetik özellikleri olan meskenler olmaktan çıkıp beton çöplüğüne, beton ormanına dönüşmüştür.

“Kitabına Uydurma” veya “Hile-i Şeriyye” (I)

1- Kavramın Delaleti ve Otorite (Şâri) Sorunu

Haram, dinen yenilmesi, içilmesi, yapılması ve söylenmesi uygun olmayan, kesinlikle yasaklanmış fiillerdir. Hak edilerek kazanılmayan şeydir. Mükelleflerden yapılmaması kesin olarak istenen bağlayıcı hüküm demektir. Sünnîlikte helal-haram koyma yetkisi, “Şâri (kanun koyucu)” sıfatı ile sadece Allah’a (Kur’an) ve O’nun peygamberi olan Hz. Muhammed’e (Sünnet-Hadis) verilmiştir. Bundan dolayı da “Helal-Haram”lar, 610-632 arasında Kur’an ve Hadis-Sünnet oluşurken, onlar tarafından belirlenen hususlardır. Âlimlerin veya Müslüman bireylerin vicdanlarına/içtihatlarına/fetvalarına dayanarak “Helal-Haram” koyma yetkisi yoktur. Bunun sebebi İslam’da “Eşyada aslolan ibahadır=Hayatta asıl olan davranışların veya nesnelerin helal oluşudur, haramlar istisnaidir” ilkesi ve din âlimlerinin/adamlarının haramları çoğaltabileceği kaygısıdır. Böylece helal-haram koymanın kriteri/ölçeni/miyarı/mihengi nesnelerin veya fiillerin her bir insan tekine veya toplumun tümüne/kamuya sebebiyet verdiği zarar, acı, ıstırap, sıkıntı, zorluk ve onlara sağladığı menfaat, maslahat, fayda, rahatlık, kolaylık olmaktan çıkıp; dinin kurucu otoriteleri (Allah ve Hz. Muhammed), veya oluşum kaynakları (Kur’an-Sünnet/Hadis) ve bunların oluşum zamanı (610-632) olmaktadır.

Din adamlarının veya din âlimlerinin Tanrının veya dinin “temsilciliği”ne soyunarak kendi içtihatlarına, zanlarına veya keyiflerine göre dogmatik olarak, yani gerekçesiz olarak “şu helaldir; bu haramdır” demeleri dinlerde ciddi bir sorundur. Özgürlükleri yok eder, hayatı mü’minler için zindana çevirir, onların iki ayağını bir pabuca sokar. Tanrının otoritesini istismar eder. Dinler tarihi bunun örnekleri ile doludur.

Kur’an bu konuda muhataplarını uyarır: “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, -Allah’a iftira ederek- rastgele: “şu helaldir; bu haramdır” demeyin. Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa erişemezler.” (16/116). “Ey iman edenler, Allah’ın size helal kıldığı şeyleri, kendinize haram etmeyin ve Allah’ın koyduğu ahlaki sınırları aşmayın.” (5/87).

Dinler bu tehlikeden kaçarken,  kutsal kitaplar oluşurken gündemde olmayan veya icat edilmemiş, üretilmemiş yeni ve mahzurlu/zararlı şeylerin ve fiillerin meşrulaştırılması tehlikesine düşer. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutulur. Örneğin Müslümanlar Kur’an’da bahsi geçen “riba/faiz”, içki/şarap, zina, domuz eti, kumar, ölü hayvan eti, kan, koruma altındaki sahibi olan menkul malın çalınması (hırsızlık) gibi şeyleri haram sayarlar. Kur’an’da veya hadislerde bahsi geçmeyen, onlara konu teşkil etmemiş, o gün gündemde olmayan şeyleri “haram” saymazlar. Bu durumda yürürlükte olan “otorite/şâri” kriteridir. Helalı ve haramı belirleyen kriter, fiillerin ve nesnelerin yukarıda bahsetmiş olduğumuz doğası ve insanın gerekçe/delil gösteren vicdanı olmaktan çıkıp tek başına “Şâri” olduğunda, bu sefer başlıkta adı geçen “hile-i şeriyye” ve “kitabına uydurma”lar devreye girmektedir. Bu da düpedüz kendini ve Tanrıyı kandırma girişimidir. Şâri’nin helal-haram koyma kriteri, nesnelerin tabii doğası (pis-temiz) ve ahlaki eylemlerin fitne-fesat-fücur-mazarrata veya saadet, hayır, bereket, menfaat, maslahat doğurmaları iken; dogmatik dinsel bilinçte bu, Şâri’nin sebepsiz, kaprisli (tavakkuf-taabbud-imtihan) keyfi iradesine dönüşmektedir. Kur’an, yiyecek ve içeceklerde “helal” ve “haram” koymanın gerekçesini “temizlik-fayda (tayyibat)” ve “pislik-zarar (habisat)” olarak koymuş ve buna muhalif olarak Kitap Ehli’nin keyfi bir şekilde veya işgüzarlık olsun diye müntesiplerine koymuş oldukları haramları/ağırlıkları-zincirleri/boyunbağlarını kaldırmıştır (7/157).

Günümüzde yiyecek ve içeceklerde temiz-faydalı ve pis-zararlı kriterlerine göre hangilerinin “helal” ve hangilerinin “haram” olduğunu din âlimleri-ilahiyatçılar, müftüler, hocalar değil; doktorlar, diyetisyenler, ziraat ve gıda mühendisleri belirlemelidirler. Genetiği değiştirilmiş, raf ömrünü uzatmak için aroma vb. katılarak üretilmiş yiyeceklerin ve içeceklerin zararlı-zararsız olanları ancak laboratuvar tahlilleri ile anlaşılabilmektedir.