Mülkiyet ve otorite arasındaki bağ, kesinlikle çok açıktır. İnsan, malik olduğu kadar kuvvet elde eder. Otoritesi arttıkça, kuvveti de artar. Otoritesi azalırsa, kuvveti de azalır. Kuvvet, otoritenin ve iktidarın bir ifadesi iken; durum ne olursa olsun, otorite ve iktidar yönetim için zorunludur. Ne var ki insan, kendisi dışındaki bir varlığın otorite ve iktidarına –bu, Tanrı’nın otoritesi bile olsa- kafa tutmaya başladığında, bu talebi ve arayışı şiddetlenir ve öyle bir düzeye ulaşır ki, cesur bir şekilde daha ileriye atılarak sınırları zorlar. Artık “vasıta” arayışından “gaye” arayışına evrilir. Bu ise, otorite ve iktidarın insanın yönetimi vasıta olarak aradığı bir şey olmaktan çıkar, bizatihi gaye olarak peşine düştüğü bir şeye dönüştürür. … Buna bağlı olarak yönetimde ve siyasi strateji çerçevesinde Tanrı’ya kafa tutma, giderek iktidar ve otorit6e alanında Tanrı’ya kafa tutmaya evrilir. Artık bu durumda iktidar sevgisi, insanın kalbini tamamen kaplar ve bu sevgi onun batınına yani iç dünyasına tamamen yerleşir. Artık insan, Tanrı’ya taptığı gibi iktidara tapmaya başlar. Bunun en iyi göstergelerinden biri, muktedirlerin, (çeşitli teknik, vitamin ve ilaçlarla-İG) ölümü alt etmeye çalışmalarıdır. İktidar, onun peşine düşenin kalbinde muhteşem bir olgu olarak Tanrı gibi tapınılan bir şeye dönüştüğünde seküler ahlak yanlılarının, (ve de Tanrı-Din adına yönettiğini iddia edenlerin-İG)otorite ve iktidar arayışına olan çağrısının, Tanrı’nın otoritesine ve iktidarına başkaldırı ve kafa tutma olarak ortaya çıktığı söylenmelidir…. Özetle, laik ahlak, insanı, buyruk ve otorite sahibi Tanrı’ya “kul” olmaktan uzaklaştırır uzaklaştırmaz, onu kendi iradesine göre karar veren kahredici (Kahhar) egemen bir yeni iktidarı tanrılaştırma tuzağına çoktan iter.”(Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti. Çev: Soner Gündüzöz. İst.2023. s 134-137
“(Karizmacı/Saltanatçı/Siyasal İslamcılardan ayrı olarak) “Arınmaya yönelmiş dindarlar”, insanların kamu yararına uymak, topluma hizmet etmek, vatani görevlerini yerine getirmek, toplumu yeniden inşa etmek, tarihe mal olmak, değişim vasıtalarını harekete geçirmek,, tarih yapmak ve insanlığın tecrübelerini harekete geçirmek…gibi cafcaflı sözler ile içlerinde sakladıkları iktidar sevgisinin, onların kalplerini bütünü ile ele geçirdiğini fark etmişlerdir. Bu gerçek niyeti kamufle eden kurnazlığın en iyi kanıtı, yönetim sorumluluğunu üstlenmeye talip kişilerin, çok geçmeden başkalarının gözünün yaşına bakmadan, onlara parmak sallaması ve sonu gelmeyen türlü çekişmelere girmeleridir. İktidar hırsı içinde yanıp tutuşan muktedirleri bütün bunlara yönelten şey, nefislerine çöreklenen ve herşeyi ele geçirmeye çalışan egemenlik şehvetidir. Elbette onlar, bu egemenlik şehvetinin, bütün davranışlarını içine alacak şekilde her şeyi kontrolü altına aldığının farkında bile değillerdir. Hatta onlar, bu gerçeği bazen tamamen inkâr edebilirler. Bu konudaki durumları, ağır hastanın, tedaviye karşı çıkmasına benzemektedir. Aslına bakılırsa, bu tür bir sorumluluğun, görevleri yerine getirmeye yönelik bir yarıştan çok, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir tutum olduğunu, aklı başında hiç kimse inkâr edemez. Bundan dolayı, arınmaya gönül verenler, sorumluluk kılıfı altında iktidarı ele geçirmeye yönelik bu vahim başkaldırıya karşı şiddetli bir nefret beslerler. Buna mukabil onlar, meşakkatli olduğundan, maslahat ve menfaatlere ulaşmaya imkân vermediğinden ya da gözle görülür riskleri nedeniyle, çok fazla itibar edilmeyen sorumlulukları alma konusunda yarış halindedirler. İktidarı ele geçirmeye yönelten motivasyon, aslında gizli bir patolojik durumdur. Kişinin başkası üzerine tasallut kurmadan önce, anasından emdiğini burnundan getiren bu amansız hastalıktan kurtulması gerekmez mi?”(T.Abdurrahman, a. g.e. s269-27o)
*- Bu yazı, yakınlarda Türkiye’yi ziyaret edip seri konferanslar veren ve Faslı düşünür -ahlak ile din ve ahlak ile siyaset arasında ayrım yapmayı kategorik olarak reddeden- Taha Abdurrahman’ın “Seküler Ahlakın Sefaleti” adlı kitabından iktibas edilmiştir.