İtibar, sözlükte hatırı sayılır, güvenilir olma durumu, saygınlık, prestij, onur, şeref, haysiyet, izzet anlamlarına gelir. Karşıtı zillet, rezillik, aşağılık, haysiyetsizlik, şerefsizlik, onursuzluk demektir. Ahlaki bir karakter erdemidir. İfrat ve tefritten uzak, mutedil/vasat/ölçülü bir ara durumu (68/28) niteler. Zenginlik veya politik hegemonya ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Nitekim Mekke’nin oligarşisi ile iş birliği içinde olan Medine’nin ileri gelenleri: “Eğer Medine’ye dönersek; üstün (izzetli/itibarlı) olan (bizler), zayıf olan Müslümanları oradan çıkaracaktır.” (63/8), demişlerdi. Allah da bu söze şöyle karşılık verdi: “İzzet/onur/şeref/haysiyet, Allah’a, peygambere ve müminlere aittir.” (63/8). Yine Şuayb peygamberin gönderildiği Medyen halkı, ona: “ Aramızda ne kadar zayıf olduğunu biliyoruz; eğer kabilen olmasaydı; seni öldüresiye taşlardık; bizim nezdimizde bir itibarın(izzet) yok.” demişlerdi. Şuayb’da onlara: “Ey kavmim, kabileme olan saygınız, Allah’a olandan daha mı fazla ki, O’nu arkanıza atıp unutulacak bir şey olarak görüyorsunuz?”(11/91-92). demişti. Yani zayıflığın, zillet ile; zenginliğin-zorbalığın da izzet/itibar ile bir ilişkisi yoktur. İtibar, yüzde, gözde, kişilikte, jestte, tutumda, tavırdadır; kürkte, köşkte, külçede ve kibirde değildir. İtibar, söz vermek, sözünde durmak, söz dinlemek, sözünü tutmaktır. Sözünü unutmak, yutmak ve çiğnemek değil.
İTİBAR VE İSRAF FARKI
İtibarın, israf ve müsrif karakterle bir ilişkisi yoktur. Müsrifliğin tam karşıtıdır. Ancak, cömertlikle irtibatı vardır. Zengin olanların kaliteli/sağlam, cazip, güzel, sanatsal değeri olan ev-eşya-elbise-takı… kullanmalarında –aşırıya-israfa varmadığı müddetçe- bir sakınca yoktur. Bunlara sahip olmayanlarda, zenginlere karşı bir gıpta, hayranlık ve itibar atfı yaratır. Ancak bu “itibar”ın ahlak ile bir ilişkisi yoktur; çoğunluk tarafından arzu edilir. Eşyalarda “Marka” ya hak ettiği kalitenin ötesinde bir anlam atfedildiğinde; “put”laşır. Jean Baudrillard’ın “Simülasyon” teorisine göre, kurgu/hayal, gerçeğin önüne geçerek, üstüne çıkarak “Hiper-gerçeklik (put)” yaratır. Kişi, Kavram veya ikon puta dönüşür. İçeriğe değil; isme değer atfedilir, hatta tapılır: Putlar da böyle oluşur: “Onlar, atalarınızın uydurduğu “isim”lerden başka bir şey değildir.” (53/23). İş, spor, sanat, siyaset dünyalarında buna sık rastlanır. İtibar, sınırsız üretim-sınırsız tüketim ve para(güç istenci) “teslis”ine dayanan Kapitalizm dininde/dünya görüşünde değil; sonucu/ürünü kalıcı olan dürüst/ahlaki eylemlerdedir(“el-bakiyyatu’s-salihat”-18/46, “bakiyyatullah”-11/46, “ülu-bakiyyatin”-11/116).
“İtibardan tasarruf olmaz” deyimi, itibarı, ahlaki karakter bütünlüğünde değil de israfta, görkemde, gösterişte, “…desinler”de aramayı ifade eder. Karakter zaafının ve aşağılık psikolojisinin tezahürüdür. Nasrettin Hoca’nın: “Ye kürküm ye” deyimi, bunu ifade eder. Böyle bir toplumun halet-i ruhiyesini, Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han şöyle tasvir eder: “Var olabilmek için sergilenmiş olmalarının gerektiği olumluluk toplumunda, artık hepsi birer meta haline gelmiş olan şeyler, sergi değeri kazanmak uğruna, kült (hakiki-İG) değerlerini yitirir. Sergi değeri açısından salt varoluş, hiçbir anlam taşımaz. Kendi içinde kalan, kendinde oyalanan bir şeyin değeri yoktur artık. Şeyler, ancak görüldükleri zaman bir değer kazanırlar. Her şeyi görünürlüğe teslim eden teşhir zorlaması, “uzaklık görüntüsü” olma niteliğindeki aura’yı (meymeneti-İG) tümüyle ortadan kaldırır.” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s. 25).
İTİBAR VE İSTİKBÂR-İSTİĞNA/KİBİR FARKI
Kibir, istiğna/kendini yeterli görme ve istikbar/narsizm, Kur’an’da küfrün en temel nedeni olarak vazedilir. Meleği veya Cin’i “İblis/Şeytan” yapan tutumdur: “Direndi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (2/34). İç bütünlüğün, ahlaki karakterin, hakiki bir hayat/dünya görüşü/anlam sahibi olmayanların, aşağılık psikolojisinin dışa vurumudur. Balona benzer; içi hava/heva (arzu-heves) ile dolunca, benlik/ego şişer. “İtibar”, bu karakter tipinin tam zıddını ifade eder; olgunlaşmış meyveye veya başağa benzer. İtibar veya onur, şan-şöhret/ün, para/zenginlik ve güç istenci/tahakkümün zıddıdır.
Politik figürler olarak Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali’nin, hayatları, yukarda tanımladığımız ahlaki karakter olarak “itibar”ın temsilcileri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muaviye, daha Hz. Ömer’in döneminde Şam valiliği yaparken, Bizans Krallarına öykündüğünü ve “Saray” ile itibar arayışının peşine düştüğünü biliyoruz. Ondan sonra, “Saray” ile itibar arayışı, Müslümanlara da sirayet etti. Tarihsel olarak “Krallık” rejimleri, “Saray” ile; Demokratik rejimler ise, “Parlamento” ile temsil edilir olmuştur. Ağzından çıkan sözün “kanun” olduğu veya kendini “kanun/devlet” olarak gören (Fransa kralı XVI. Louis) bir siyasal rejimin politik mekânı olan “saray”ın, Adliye binalarına Türkiye’de “Adalet Sarayı” diye isim yapılması, en hafif niteleme ve tek kelime ile ayıptır. Hukuka/Adalete hangi gözle bakıldığının bilinçaltını ele verir. Adliye binalarının devasa büyüklüğü de aynı zihniyetin ürünüdür ve hukuksuzluğun azaltılması açısından, hiç de övünülecek bir şey değildir. Keşke, davalı ve davacılarımızın sayısı, o kadar fazla olmasaydı.
Osmanlı imparatorluğunda, yükselme döneminde tedrici olarak inşa edilen “Topkapı Sarayı”, yönetim merkezi olarak, yine de İslami tevazuu bünyesinde barındır. Ancak, 17. Yüzyıldan sonra, devlet, çöküş aşamasında “Yedi Düvel”e karşı savaşırken; Bankerlerden ve Batıdan alınan borçlar ile (Duyun-i Umumiyye) Boğazda Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarını yaptırmak, “itibar” değil; rezalettir, ihanettir. Sadrazam ve Paşaların, kendilerine kamu bütçesinden “Kitabına uydurarak” arakladıkları gelir ile özel Köşk, Kasr, Konak yaptırmaları, itibar değil; ihanettir. Saray hanımlarının, kendi adlarına cami yaptırmaları, parayı ekonomide tutmak yerine; taşa gömmeleri “sevap” değildir. BU hanımefendiler, bu paraları, hangi yolla kazanmışlardır? Babalarının kesesinden mi harcamışlardır? “Olması gereken” in ne olduğunu soran olursa; ganimetten oğluna düşen parçayı da alıp, ancak yeni bir gömlek diktiren, pirim Hz. Ömer’i gösteririm.
Namaz, evlerde ve butik mescitlerde de kabul olurdu. Hz. İbrahim’in inşa ettiği mabed,“Allah’ın Evi(Beytullah)” dört-duvarlı bir kulübedir. Hz. Süleyman’ın inşa ettiği mabed ve İslam’ın erken döneminde inşa edilen “Ulu Cami”lerin, her hangi bir “ihtişam”ı yoktur. Mabed’in, “Mescid-i dırar” dan sonra politik iradenin hizmetine sunulduğu ilk yapı “Kubbetü’s Sahra”dır. Şatafatlı/Monumental/Devasa mabet yapımı, -Saray’ın gölgesi olarak- politik güç istencinin/istiğnanın tezahürüdür; Allah’ın istediği bir şey değildir. Muhtevayı, kurum ve kuralı, devasalık ve “saray” ile özdeşleştirmek, cehalettir. Yahudi kralları Davut ve Süleyman, sarayları ile değil; adaletleri ve tövbeleri ile övülmüşlerdir.(21/78-79, 38/17-30). “Ayasofya”nın karşısına “Sultan Ahmet” camisini çakmak, dini-ahlaki açıdan “önemli” bir şey değildir. Bu eserlerin sanatsal-mimari görkemine ve “Tapu-Kimlik savaşı” nın parçasına dönüştürülmesine diyeceğim bir şey yoktur.
Oysa, İslam’a göre “Bütün bir yeryüzü mescittir.” (Hadis). İslam, Din adamı, Türbe/Anıt Mezarı ve mabedi, zorunlu olmaktan çıkarmıştır. Alimler/Teologlar anlamasa da; halk, -sezgisel olarak- bunu anlamıştır: “Her geceyi, “Kadir”; her geleni, “Hızır” bil.” “Her gün, Aşure; her yer, Kerbela.”
SONUÇ
Türkiye ekonomisi, yetmiş yıldır “Enflasyon Canavarı” ile boğuşurken; saray yaparak, -istemeyerek de olsa-, canavarı canlı kalmasına sebep olmak, marifet ve itibar değildir; itibar, “One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” diyebilmektir. Zulüm karşısında İtibar, sadece sözde, kanıda, kınamada değil; aynı zamanda zalimi kanırtmaktadır. İtibar, yeryüzünün tanrı taslamanı olan Trump’ın dostluğunda değil; Filistin halkına kalkan olmaya çalışmaktadır. İtibar, Sarayın emrine bilmem kaç tane özel uçak tahsis etmekte değil; gerekirse, -Avrupa’da örneklerini gördüğümüz gibi- gidilecek yere tarifeli uçak seferi ile gitmektir. İtibar, kamu bürokrasisine lüks araçlar tahsis etmekte değil; gerekirse, -Avrupa’da görüldüğü gibi- işine bisikletle gidebilmektir. Hukuki anlamda İtibar’ın ne olduğunu anlamak istiyorsak; siyasi erkin gözlerine değil; 88 yaşında vefat eden Amerikalı yargıç Frank Caprio’nun hayatına bakalım; “Babacan Hâkim”, “Halkın Hâkimi” olarak da anılan şahıs, insanlığın itibar ve vicdan abidesi olarak yaşadı. Caprio, yazılı “yasa/hukuk”un altına düşmedi; onu yandan dolanmadı, altını oymadı. Yazılı yasanın üstüne çıkarak “Tanrı’nın sesi” olan vicdanın sesi ile kararlar verdi. İtibarın ne demek olduğunu görmek istiyorsak, kendini altın ile tartan Brunei’nin “müslüman” Sultanının sefahatına değil; Uruguay’ın “Saraysız Başkan”ı Jose Müjica’nın hayatına bakalım.