Çağdaş Nihilizm ve Doğurduğu Can-Sıkıntısı

1-NİHİLİZM NEDİR?

Heidegger, Nihilizmi Batı tarihinin genetiği olarak görür: “Özünde düşünüldüğünde Hiççilik, daha çok Batı tarihinin temel olayıdır. Hiççilik, öyle bir derinlik gösterir ki, onun yayılması, olsa olsa dünyanın yıkımı ile sonuçlanabilir. Hiççilik, Yeniçağın güç dünyasına çekilen (sürüklenen) yeryüzü halklarının, dünya tarihi hareketidir. Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” sözü, bu “Hiç”in yayıldığını (radikalleştiğini-İG) onaylamaktır. Bu bağlamda “Hiç”, duyu-üstü, bağlayıcı, yükümlülük getiren bir dünyanın yok oluşunu gösterir.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü. Çev: L. Özşar. Bursa. 2001. S. 18-19). Kapitalizm, Kolonizasyon ve iki Dünya savaşı, bu radikalleşmiş nihilizmin tezahürleridir. Bu olguyu, ahlaki karakter yapısı olarak Kur’an “Müsrif”; iktisadi ve politik tutum ve yaşam tarzı olarak da: “israf” (5/32, 10/83, 36/19…), “Tekâsür” (102/1-2) ve “Tuğyan-Tağutluk” (2/15, 2/257, 4/76…) olarak niteler. Bu “Dünya Görüşü”nün yarattığı “halet-i ruhiye” ise, -ölümün, “Hiç”liğe karışmanın kapısı olması hasebi ile-, “Can-sıkıntısı” olarak tezahür eder. Bu durumda: “Dasein (İnsan)’a hiçbir şey, bir “şey” ifade etmez olur; hiçbir şey, herhangi türden bir “fark” yaratamaz olur. Diğer taraftan, daha korkutucu bir şekilde “kendilik”, kişinin olduğu şey, tanınabilir tüm anlamlarını ve farklılığını yitirir: İsim, duruş, iş, rol, yaş, hatta kader, benim ya da senin türünden ifadelerini yitirir.” (Ö. Ejder, Heidegger Düşüncesinde Sıkıntı Kavramı Üzerinden Modernite Eleştirisi. Cogito Dergisi. Sayı:64 (Güz-2010). S 254)

Ölüm, hiçliğe batmanın kapısı olunca; ölüm korkusu, özgürlük ile birleşince, kötülüğün kaynağına dönüşür: “Özgürlüğün (ölüm korkusundan dolayı) kötülüğe neden olduğu yadsınamaz. Kötülüğün, korkudan ve “yaşam kazanmak için” korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman insanların, düşünerek kullandıkları özgürlük ile bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korkuyla doludur. Sadece iç ve dış tehditlerden dolayı değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur.” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine.” Yüzyılımızda İnsan Felsefesi. Haz: İonna Kuçuradi. Ank. 1997. S 219.)

2-SEMPTOMLAR

Bu nihilist “halet-i ruhiye”yi, Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han şöyle tasvir ediyor: “Bütün kütleleri yörüngede tutan yerçekiminin (Anlamın-İG) etki alanının dışına çıkıldığında; bütün anlam atomları (bireyler-İG) uzayda kaybolur. Her atom, kendi güzergâhını takip ederek sonsuzluğa ulaşmaya çalışır ve uzayda kaybolur. Bu, bütün bedenleri, mesajları ve süreçleri her yöne doğru hızlandıran günümüz toplumlarında karşılaştığımız şeydir. Her siyasal, tarihsel ve kültürel olgu, onu kendi mekânından koparıp alan ve bütün anlamını kaybettiği bir hiper-uzama/uzaya savuran bir kinetik enerji içerir.” (B. C. Han, Zamanın Kokusu. Çev: Ş. Öztürk. İst.2021. s 32) Nihilist halet-i ruhiye’yi “Narsistik” olarak niteleyen Han, bu kişiliği şöyle tanımlar: ”Narsist özne, dünyayı yalnızca kendi gölgesinin uzantısı olarak algılar. Bunun tehlikeli sonucu, “öteki”nin yok olmasıdır. Ben ve öteki arasındaki sınır, belirsizleşir. Benlik, dağılır; ben, kendi içinde boğulur. Buna karşı istikrarlı bir benlik, yalnızca öteki ile yüz yüze iken ortaya çıkabilir. Aşırı narsistik öz-referansı, bir boşluk hissi yaratır.” (B. C. Han, Ötekini Kovmak.çev: M. Özdemir. İst.2023. s 29).

Çağdaş insanın, “İbret (Kültür?) gezisi” (6/11, 16/36, 30/42) yerine; -it ayağı yemiş gibi- durmadan oradan oraya dolaşıp durması (Turizm), Heidegger’in tespit ettiği gibi, modern teknoloji ve teknik düşünmenin yarattığı “yurtsuzluk” duygusunun (M. Heidegger, Düşünceye çağıran (Yurt Müdafaası) çev: A. Aydoğan. İst.2010. s 19 vd) doğurduğu can-sıkıntısının bir semptomu olsa gerek. Vatan-sıla, yurt-yuva, vukufiyet, özlem duyguları, giderek büyük ölçüde dumura uğramıştır. Depresyon, uyuşturucu bağımlılığı, intiharların artması; aciliyet ve sabırsızlığın artması, diğer göstergelerdir. Dövme ve Tatto’nun giderek yaygınlaşması, can-sıkıntısının deriye yansımasıdır; yüzü zayıflayan insanın, bedenini tuvale çevirerek ilgi aramasıdır. Yüzünde/gözlerinde “meymenet” kalmayan bazı kadınların, başka yerlerini açarak(“Şeffaf Toplum”, “Ritüellerin Yokoluşu”-B.C.Han) ilgi-itibar dilenmeleri, sıkıntının başka bir semptomudur.

Kur’an, insanların bu kendine yabancılaşmış duruma düşmelerinin sebebini: “Tanrı’nın Unutulması” olarak koyar: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (59/19). “Tanrı’yı hatırlamaktan yüz çeviren kişi, dar/sıkıntılı bir hayata mahkûm olur.” (20/124). “Allahtan başkasına ilahlık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen; kuşların didikleyip kapıştığı veya rüzgârın uzak-ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.” (22/31). Yine bu müşrik kişilerin halet-i ruhiyesi şöyledir: “Onları hali, bir ateş yakan kişinin durumuna benzer: ateş, çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah, görmesinler diye onların ışığını alıp zifiri karanlığa çevirir. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geriye dönemezler. Ya da onların durumu gökten zifiri karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşek ile gelen şiddetli bir sağanağa benzer. Ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar. Ancak Allah, hakikati inkâr edenleri kuşatır. Çakan şimşekler, neredeyse gözlerini kör eder. Işık verince, hareket ederler; karanlık üzerlerine çökünce de, yerlerine çakılıp kalırlar. Allah, dileseydi, onların gözlerini kör; kulaklarını sağır edebilirdi.(Ama bunu yapmadı). Allah, her şeye kadirdir.” (2/17-20).

Her iki ayet grubunda metaforlarla tasvir edilen kişiler, sahici bir anlam/iman edinemeyen kişilerin halet-i ruhiyesidir. M. Esed, bu metaforlar hakkında şöyle diyor: “Bana göre, “ateş yakanlar” metaforunda bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta insan aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’an’ın tanımladığı gibi, sahiplerini –ve hâkim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse gözlerini alı veren” hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır. Yani, ahlaki kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir. (M. Esed, Kur’an Mesajı. Çev: C. Koytak-A. Ertürk. İst. 1997. S. 7).

Aynı halet-i ruhiyenin, daha evrensel temsili/metaforik bir örneği: “ Kendisine mesajlarımızı lütfetmiş olduğumuz halde, onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara. Şeytan, yetişip yakalar onu ve o da, -başka niceleri gibi- bir vehme saplanır. Biz dileseydik, onu ayetlerimizle yüceltir ve üstün kılardık. Fakat o, dünyaya kapaklandı/saplandı ve arzu/heveslerinin peşine takıldı. Böyle birini durumu, bir köpeğin durumu gibidir. Üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp nefes nefese kalır; kendi haline bıraksan da. Bu temsili/metaforu anlat; belki düşünürler.”(175-176).

3-SONUÇ

“Allahtan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumuna benzer; evlerin en dayanıksızı, örümcek evidir (29/41). “Dikkat edin, Kalpler, ancak Allah’ı anmak ile mutmain olur.” (13/28). “Rabbinden kendisine bir açıklık (beyyine/doğru yol) gösterilmiş kişi, kötü işleri kendine doğru görünen ve arzularına uyan kişi ile bir/eşit olur mu?” (47/14). Hasılı Kur’an, Allah ile yaşanan sürekli tetikte ve teyakkuzda olma (haşyet, huşu, havf, takva) halinde canlı iman ilişkisinin, “Umut ve Kaygı” yani “rağaben ve rahaben”, “havfen ve damaen” (21/90, 7/157, 30/24, 32/16) arasında olması gerektiğini vurgular.