Çağın Ruhu (Zeit-geist)
Nietzsche’nin teşhis ettiği gibi, Batı’nın “Sarışın Canavarları”nın kendi güç istençlerine bir maske olarak kullandıkları örgütlü dindarlık (bu “dindar”lığın, Hz. İsa ve onun mesajı olan “İncil” ile hiçbir alakasının olmadığı apaçıktır) olarak “Kilise”nin, Orta Çağ’da Tanrı adına işledikleri cinayetlerden sonra; “Aydınlanma” ile bu canavarlar, Tanrı’nın tahtına oturup (Hümanizm) edindikleri maskeyi atarak (Kilise’yi devre dışı bırakarak), endüstri/teknoloji devrimi ile yeryüzünü kolonileştirmeye başladılar. Bu tutku/güç istenci, iki dünya savaşının çıkmasına; Faşizm ve Kapitalizm gibi iki politik ve iktisadi sistemin zuhuruna sebebiyet verdi. “Doğu”nun dinsel ruhu/genetiği (Budizm/Çin-Ortodoksluk/Rusya), bu sömürü düzenine “Komünizm/Sosyalizm” ideolojisi ile karşı koymaya çalıştı. Ancak, dinin özü olan “Tanrı”yı reddettiği için (Batı’nın materyalizm ayartısı), dinden çıkmış seküler vicdan, tek başına başarılı olmaya takati yetmeyip çöktü. Sonunda Çin de Rusya da Kapitalizm’e geri döndüler.
Aydınlanma ile içine girilen bu süreç (Zeit-geist) “Tanrı’nın Ölümü” ve “Çölleşme” (Nietzsche); “Tanrı Tutulması” (M. Buber); “Tanrıların göçüp gitmesi” (Hölderlin); “Kutsal/katı olanın buharlaşması” (K. Marx); “Kutsal kubbenin çökmesi” (M. Weber); “Çoraklaşma” (T. S. Eliot); “Ruhtan zekâya geçiş” (Heidegger); “İnsanın Ölümü” (M. Fucoult); “İnsanın Haz/Arzu Makinasına Dönüştürülmesi” (G. Deleuze-F.Guattari); “Hiçlik Çağı” (P. Watson) ve “Tağutluk/Şeytanlık (Tanrı’nın Unutulması)” (Kur’an) olarak nitelenmiştir.
Bu süreci Hannah Arendt şöyle yorumlar: “Homo Faber’in (alet yapan insan) insan-merkezci yararcılığı, en gelişkin ifadesini, Kant’ın (Aydınlanma’nın babası): ‘İnsan, asla amaç için araç haline getirilemez; her insan varlığı, kendinde bir amaçtır’ formülünde bulmuştur… Ancak, trajedi şuradadır ki, Homo Faber, kendi etkinliğini yerine getiriyormuş göründüğü anda, aklı ile ellerinin nihaî ürünü olan şeyler dünyasını değersizleştirmeye başlar. Şayet faydalanan/kullanan kimliğindeki insan, en yüksek amaç ise; ‘her şeyin ölçütü’ ise; o zaman Homo Faber’in işine dayanağını veren doğa, neredeyse salt ‘değersiz bir malzeme’ gibi muamele görmekle kalmaz; ‘değerli’ şeylerin kendileri de kendi aslî ‘değer’lerini yitirerek salt araçlar haline gelirler” (H. Arendt, İnsanlık Durumu. Çev: B. S. Şener. İst. 2006. s. 230).
Semavi/ilahi dinlerin temel değerleri olan ahlaklı bir “Tanrı” ve onun vadettiği ahlaki bir sonuç olarak “Ahiret”ten kopmuş modern (Aydınlanmış) “insan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunun farkına varırsa, o zaman Jean Paul Sartre’ın, ‘korkunun, insanın kendi kendisini bilmesiyle özdeş olduğu’ savı, anlaşılır olur: Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar. Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise; o zaman insanın özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş bir yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. Ölüm, -eğer hâlâ gerçekten yaşanmamış bir hayatın sonunu oluşturuyorsa-; daha korkutucu olur. Bu nedenle ölüm korkusu, ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında ‘ölümden öncesine’ ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye hâkim olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine iter” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü üzerine”. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde. Haz. İoanna Kuçuradi. Ank. 1997. s. 218-219).
Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü”, “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş” metafiziğinin çağımıza egemen olduğunu söyleyen Heidegger, bu durumu şöyle tasvir eder: “Biz geç modernleri örtülü bir şekilde -kendimiz de dahil- ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız (Bastand), yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür ‘kaynaklar’ olarak anlamaya ve bu tarz da ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır” (Ian D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. s. 75).
Günümüz toplumlarını “Şeffaflık Toplumu” olarak niteleyen Byung Chul Han, çağın ruhunu şöyle tasvir ediyor: “Günümüz şeffaflık toplumu, içinde metafizik bir gerilim barındıran o Tanrısal ışıktan (Nur-İG) yoksundur. Şeffaflıkta aşkınlık yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık olmaksızın içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Şeffaflığın ortamı, ışık değil; aydınlatmak yerine, her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünebilir kılan ışıksız bir ışınımdır. Bu ışınım, ışığın (Nur) aksine; müdahaleci ve delicidir” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: Haluk Barışcan. İst. 2022. s. 59).
Çağın ruhunu “Sahip Olmak “olarak kavramsallaştıran Erich Fromm, onu şöyle tanımlar: “Bu insan, mutluluğu, başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmaktadır. ‘Olmak’ ilkesinde ise, mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir” (Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak. Çev: A. Arıtan. İst. 1990. s. 121).
Heidegger’in, modern çağın ruhunu “Ruh’tan Zekâ’ya geçiş” olarak nitelemesini, Fromm, Darwin’in şahsında şöyle tasvir eder: “Salt bilimsel ve yabancılaşmış bir zekânın, insanın kişiliği üzerine yaptığı etkileri, en yoğun biçimiyle Charles Darwin’in yaşamında bulabiliriz. Kendi biyografisinde, otuz yaşına dek müzik, şiir ve sanattan büyük zevk aldığını; ama sonraki yıllarda bu yeteneklerinden yoksun kaldığını anlatır ve şöyle yazar: ‘Aklım, büyük bir bilgi birikimi arasından ha bire yeni yasalar filtre eden koca bir makinaya dönüşmüştü. Sevdiğim şeylerin artık bana zevk vermez oluşları ve onlardan uzaklaşmam, mutluluğu yitirmeme yol açmıştı… Çünkü doğal yanımızın (Fıtrat/Ruh-İG) en önemli yanını ve bize özgü olan duygularımı yitirmiştim” (Fromm, a.g.e., s. 213).
Bu süreci Yahudi düşünür Martin Buber, (söyledikleri, başta Yahudilerin çoğu için geçerli olmak kaydıyla-İG) şöyle tanımlamaktadır: “Nietzsche’nin sözleri ile ‘Tanrı’nın ölümü’nden beri, yani -gerçekçi konuşacak olursak- insan kalbinin (Ruhunun-İG) imge kurucu/tahayyül gücünün gerileme içinde olmasından beri; durum, artık eskisi gibi değil. Öyle ki, manevi öğrenci, Mutlağın (Tanrı’nın) tezahürünü bir bakışta yakalayamamaktadır. Sahte mutlaklar, ruhun üzerinde hüküm sürmektedir. Çünkü ruh, artık sahte olanları, hakiki olanın imgesiyle bozguna uğratıp kaçmaya mecbur edememektedir. Sahte mutlaklar her yere, insan dünyasının tüm sathına, Doğu’ya Batı’ya, soldan ve sağdan, ahlaki olanı yıkarak ve senden ‘kurban’ talep ederek, hiçbir engel tanımadan nüfuz ederler” (M. Buber. Tanrı Tutulması. Çev. A. Tüzer. Ank. 2013. s. 138). “Şu anda da vuku bulmakta olan bir ‘Tanrı Tutulması’ndan söz ettiğimizde, kastettiğimiz şey nedir? Bu mecaz ile biz, şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle güneşe bakıyorsak; ‘Ruh/Kalp Gözü’müz ile veya varlık gözü ile de Tanrı’ya bakabiliriz. Nasıl yeryüzü ile Güneş arasına tutulma esnasında bir şey giriyorsa; kendi varlığımız ile O’nun arasına da bu tutulmada bir şey girmektedir” (Buber, a.g.e., s. 153).
Bu araya giren şeyin, Heidegger’in “Gestelle (Kafesleme)” nitelemesi ile çağdaş dijital zekâ teknoloji ve teknik (Ruhsuz) düşünme olduğu kanaatindeyim. Ben, modern -dijital- teknolojiyi, ipek böceğinin kendine ipek ipinden (müthiş bir teknoloji) ördüğü kozaya benzetiyorum. İpek böceği, eğer bir çıkış iradesi gösteremez ise, koza içinde ölür. Bu kozanın gücü ve direncine gelince: “Allah’tan başkalarını (yapay zekâ-İG) dost edinenlerin durumu, kendilerine bir ev (Ge-stell-İG) edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en ‘dayanak-sızı’, örümcek evidir; keşke bilselerdi” (29/41).
Metafizik Çanağın Dehşet Tezahürleri: Çağdaş Soykırımlar ve Katliamlar
Materyalist Komünizm ideolojisi adına Stalin ve Mao tarafından yapılan katliamlar, Hitler’in Faşizm adına Yahudilere uyguladığı soykırım (Holokost), Sırpların Boşnaklara karşı işledikleri soykırım (Srebrenitsa) ve İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım… hepsi, çağın ruhunun tipik tezahürleridir. Bu soykırımlara Hristiyanlığın veya Yahudiliğin “maske” edilmesi, gerçekçi değildir ve komiktir. Hitler, seküler ırkçılığına Protestan Kilisesi’ni ortak etmeye çalışmıştır. Sırplar, Ortodoksluğu, soykırımlarına maske yapmaya çalışmıştır. Örnek olarak Yahudilerin bugünkü sözde ‘Mesihçi Hükümet’i, Gazze katliamında 60 bin sivil, 18.500 çocuk, 2.200 aileyi toptan yok etmiştir. Katliama devam ediyorlar. Hamas’ın 7 Ekim saldırısını, millileştirilmiş Tanrıları olan Yehova’nın bir lütfu olarak “mucizevi an” diye nitelediler. Yahudi Teolojisi, ta başından beri büyük ölçüde “ırkçı/seküler” bir Tanrı’yı teslim alma girişimidir. Tanrı’ya teslim olmadıkları gibi; ahirete de inanmadılar. Tanrı, onlar ile ahitleşmek istediği zaman: “…Dinledik, ama itaat etmiyoruz” dediler. Nankörlükleri nedeni ile kalplerine “Altın Buzağı Sevgisi (Conatus Essendi=Varlıkta ayak direme-Spinoza-İG) içirilmişti.” (2/93). Yahudiler, Tanrı’ya eş koşan/putperest/paganlardan daha dünyevidirler (seküler): “Sen, onları, müşriklerden daha ihtiraslı olarak hayata sarılmış olarak bulursun. Onlardan her biri, binlerce sene yaşamak ister” (2/96). Yahudi filozof Spinoza, felsefesinde bu tutumu, “Conatus essendi (varlıkta ayak direme)” olarak olumlamıştır. Hz. Musa başta olmak üzere, bütün Yahudi peygamberleri (İşaya, Yeremya, Yahya, İsa…) onların bu müstekbir/müstağni ve muannit tabiatları ile mücadele etmiştir. Tanrı, onları Babilliler, Asurlular ve Romalılar eliyle defaatle cezalandırmıştır (17/3-6). Onların bu nadanlığını Tanrı şöyle değerlendirmiştir: “Tevrat ile mükellef tutulup da onun ile amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir…” (62/5). Kitab-ı Mukaddes’ten rahatça bunu takip etmek mümkündür. Yahudi bir filozof olan Spinoza, sonunda Tanrı’nın tekliğini ve ahlaki kişiliğini reddederek, O’nu, varlık ile aynileştirmiştir (Panteizm).
2.000 yıldan fazla bir süredir sürgünde yaşayan Yahudiler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngilizlerin, onlara kendilerine “Vadedilen Topraklar”da bir devlet (İsrail) bahşetmesi ile diasporada binlerce yıl boyunca geliştirdikleri zekâlarını (ruhları değil), biriktirdikleri paraları ve kurnazlıklarını bir şiddet/terör odağı olarak kristalleştirdiler.
Katliam ve soykırımların yaygınlaşması ve medya aracılığı ile muttali olunması, kitlelerde çaresizlik duygusu yaratarak kanıksanmasını ve “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” tutumunu doğuruyor. Vicdanlı insanların (Yahudi olanlar dahil), dünyanın dört bir yanındaki protestolarına rağmen; bahsetmiş olduğum olgu da yakıcı bir gerçektir: “Üzüm üzüme baka baka kararır” ve “Kıratın yanında duran, ya tüyünden ya da huyundan kapar” atasözleri ve “Uçuruma uzun süre bakarsan; uçurum da senin içine akar” özdeyişi (Nietzsche), bu gerçeği yansıtır.
Kurtuluşun Metafizik Çanağı
Martin Buber, “Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir; yarın dahi araya giren şey ortadan kaybolabilir” (Buber, a.g.e., s. 148) dedikten sonra, felsefenin ve teolojilerin Tanrı’yı temellük eden “Ben-O” ilişkisinden “Ben-Sen” ilişkisine geçilmesi gerektiğini, çözüm olarak önerir: “İhtiva edilemez ötekiliğin farkına varmış olarak bir varlığı, herhangi bir şekilde kendimle birleştirme ve onu ruhumun bir parçası yapma iddialarından vazgeçtiğimde, işte ancak o zaman, = benim için hakiki anlamda ‘Sen’ olur. Bu, insan olduğu gibi, Tanrı için de geçerlidir.” (Buber. a.g.e. s. 110).
Yahudi kökenli ahlak filozofu Emmanuel Levinas, 2.500 yıllık Batı Felsefesini/Metafiziğini, Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle malul bir tür “Egoloji”, “Ontolojik Emperyalizm” ve “Aynının Tahakkümü” olarak niteleyerek, İlk Felsefenin, büyük “Başkası/Öteki” olarak Tanrı ve küçük “öteki/başkası” olarak da insan olması gerektiğini ileri sürer: “Etik öznelik, ontolojinin her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici özneliğinden kurtulur. Etik ‘ben’, tam da başkası önünde diz çöktüğü, kendi özgürlüğünü başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde öznedir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilk değer değildir. Bizim, beşerî başkaya veya Mutlak başka olan Tanrı’ya cevabımızın yad-erkliği, öznel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın ‘ben’ olduğumu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.” (E. Levinas. Sonsuza Tanıklık. Çev: Z. Direk. İst. 2003. s. 276). “Başkasına ne diyalektik olarak ne de mantıksal olarak hiçbir şeyi borçlu olmayan bencil, bağımsız, kendine yeterli ve müstağni benin keyif alması, bizi, esasen ayrılığa götürür. Ayrılık, özünü, soyut bir formalizmde tüketme; ama ekonomik yaşamın somutluğunda gerçekleştirir. Bağımsız olma, ya da ayrı olma, katlımla (paylaşma ile-İG) bağını koparma ve ortaklık mantığına karşı gelmektir.” (Ö. Gözel, Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş) İst. 2011. s. 167).
Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü” ve M. Foucault’nun “İnsanın Ölümü”nü, seküler insanın “Ruhunun/Kalbinin ölümü” olarak niteleyen Faslı İslam düşünürü Taha Abdurrahman, insanın kurtuluşunu, Kur’an’dan kalkarak geliştirdiği “İlahi Emanet Paradigması”nda görür: “Melekût’un (Allah’ın hükümranlığı), Tağut’tan (Güç İstenci/Ubermanch-Şeytan-İG) başka alternatifi yoktur. Tüm eksikliklerden münezzeh olan Yaratıcı’sına kulluk etmeyen, bir başkasına kulluk eder. Hem de yanı başında olan kendi benliğinden (Ego) başlayıp; en ücra yerlerde olan nesnelere varıncaya kadar onlara kulluk eder. Bu durumda seküler insanın görmek istediği içindeki sen/bilinçaltının, Tağuti bir bilinçaltı olması gerekir. Bu da Rabbi ile olan ahdini (Ezeli misak) reddetmekle gerçekleşir. Diğer bir gerçek de şudur: Tağuti bilinçaltı, ölü bir yapıdır; yani kendisine yaşamı/canlılığı sağlayan utancın/hayanın kaybedilmesidir. Bu ölmüş bilinçaltına bu açıdan bakan kişi, orada ölümden başka bir şey görmez.” (Taha Abdurrahman, Dinu’l-Haya. Beyrut. 2017. S. 330). Modern seküler “ölü insan”ın temel niteliklerini soyut akılcılık, tuğyan, ahlaki sınırları aşma olarak tecavüz ve her şeyi temellük olarak niteleyen Abdurrahman, soyut akılcılığa karşı ilahi lütuf tarafından teyit edilmiş bir akılcılık; tuğyana karşı tevazu, tecavüze karşı haddini-hududunu bilme ve temellüke karşı her şeyin ilahi bir “emanet” olduğunu, insanın kurtuluşunun ahlaki şartları olarak görür (Abdurrahman, a.g.e., s. 245-247).
Kur’an açısından kötülüğün kaynağı: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da, insana kendi kendini unutturmasıdır” (59/19). Böyle olan: “Kafirler, Tağut Yolunda (Güç İstenci) savaşırlar” (4/76). Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlara gelince; onların bugünkü durumu şöyledir: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Daha önceleri kendilerine kitap verilip de, aradan uzun zaman geçince, kalpleri katılaşanlar olmasınlar. Onların çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir” (57/16). Ne kitapsızlar (6/91), ne de kitaplıların çoğu, Tanrı’yı (Hakk) gereği gibi takdir edip; onunla canlı bir iman ilişkisine giremediler. Çözüm, Kalbin/Ruhun ürünü ve dinamosu olan (itikat değil) imandır: “İnnema yetezekkeru ulu’l-elbab” (13/19, 38/29,39/9…).
Türkiye’den Manzaralar
Türkiye’nin, çağın ruhundan masum ve müstesna kalması düşünülemez. İnsanın kalbini/ruhunu (vicdan) diriltme çabası olan (“li yunzire men kâne hayyyen”36/70) İslam, anakronik kavram-kurum ve kalıpların içinde donmuş, ölü alışkanlıklar ve kör taklitler olarak can çekişiyor. Cahiller, bu imge ile kendilerini kandırıyor iken; zayıf müminler, küçük günah işlememeye gayret ediyor; kurnazlar ise başkalarını kandırarak kendilerine çıkar ve itibar devşiriyorlar. Çağın ruhu “Haz ve Hız”ın semptomları olan narsisizm, hukuksuzluk, rüşvet, yolsuzluk, çeteleşme/mafyalaşma, sokak cinayetleri, ulusal felaketler/facialar… artıyor.
Sonuç
Sözü, popüler müziğin dolaşıma soktuğu Mustafa Sandal’ın bir şarkısındaki dizelerle bitirmek istiyorum: “Onun arabası var; güzel mi güzel / Şoförü de var; özel mi özel / Bastı mı gaza, gider mi gider / Ama, maalesef Ruh’u yok; onun için de, hiçbir şansı yok.” Ya da bir Anadolu ezgisinde dendiği gibi: “İnsanı, insandan ayırıyorlar / Bu senden, bu benden; kayırıyorlar / Dört kitap, ne diyor? Anlamıyorlar / Yetiş, ya Muhammed; yetiş, ya Ali.”